‘Pinhan’ Garip Bir Yolcu..

Garip bir diyardan gelen garip bir yolcu, küçük müslümanları yeni sorumluluklara sürükleyecektir.

                     küçük müslümanlar
Besmelenin İzinde

                            PİNHAN

Garip bir diyardan gelen garip bir yolcu, küçük müslümanları yeni sorumluluklara sürükleyecektir.

5.Bölüm

Bir isme sahip olmak kadar güzel bir şey yoktur belki de şu hayatta. Tanımadığımız bir kimseyle ilk karşılaştığımızda onunla sohbeti devam ettirebilmek için mutlaka önce ismini sorarız. Bir düşünsenize, ismini sormayı unutmuşsunuz ve onun ismini bilmeden muhabbet ediyorsunuz. Çok tuhaf olurdu, öyle değil mi? Onunla muhabbet etseniz de, ismini bilmediğiniz için muhabbetiniz hep eksik kalacaktır. Ya da örneğin, hayatınızda ilk defa göreceğiniz bir şeyi hayal edin. Hayal ettiniz mi? Edemediniz değil mi? Ne yalan söyleyim ben de edemedim. Sizce neden hayal edemedik? İsmini bilmediğimizden olabilir mi? Galiba ondan. İsmini bilmediğimiz şeyin hayalini bile kuramıyoruz gördünüz mü? O yüzden değerli dostlar, eşyaların ve insanların bir isminin olması, onların kim ya da ne olduğuna dair bilgi edinmemiz için çok önemliymiş. Allah Adem Peygamberi yarattığında ona ilk öğrettiği neydi, hatırladınız mı? Evet doğru bildiniz? Allah, Adem Peygamberi yarattığında ona ilk öğrettiği şey, isimlerdi.

Küçük Müslümanlar’ın artık bir isme sahip olması, onları çok mutlu etmişti. Tüm mahalleye adını ilan ediyorlar ve kendilerini tanıtıyorlardı. Zaten mahalle sakinleri onları tanıyordu ama, küçük müslümanlar olarak mahallenin sorunlarıyla ilgilenen bir birliğin olması, mahalle sakinlerini çok mutlu ve umutlu etmişti. Nerede yardıma muhtaç birini görseler hep birlikte yardım ediyorlar, yaşlı amca ve teyzelerin ellerindeki alış veriş poşetlerini alıp evlerine kadar eşlik ediyorlar, sokak hayvanları aç kalmasın, açıkta kalmasın diye onlara yem veriyor, ellerine geçirdikleri kartonlardan sığınak yapıyorlardı. Yere çöp atanları ikaz ediyorlar, ve hatta kendileri örnek olmak için mahallede toplayabildikleri çöpleri toplayıp çöp kutusuna atıyorlardı. Küçük müslümanların bu davranışından etkilenen mahallenin diğer çocukları da onlara eşlik ediyorlardı. Kısaca değerli dostlar, mahallede küçük müslümanlar sayesinde yeni bir umut doğmuştu. Mahallenin sorunları çok fazlaydı. Bir kısmı kendi güçlerini ve imkanlarını aşıyordu elbet. Üstesinden gelmekte zorlandıkları sorunları ise Dilhan dede’ye rapor ediyorlar ve Dilhan dede de en az küçük müslümanlar kadar meseleyle yakından ilgileniyordu. Eh, artık, bizim küçük müslümanlar, karşılaştıkları her sorunun üstesinden gelecekler mi dersiniz?

Bana sorarsanız eğer, benim bundan hiç kuşkum yok. Niye mi? Çünkü onların arkasında Allah var. Eğer güzel bir şeye niyet ederseniz Allah’ın yardımıyla o güzel şeyi elde edersiniz. Diyelim ki edemediniz. Neticede hayat bu, bazen her istediğimiz şey gerçekleşmeyebiliyor. Eğer niyetiniz, hedefiniz güzelse, onu şimdilik başaramamış olsanız bile sırf onu içinizden geçirdiniz diye, sırf ona niyet ettiniz diye, Allah o güzel şeyi yapmışsınız gibi size sevap yazıyor. Bu aslında ne anlama geliyor, biliyor musunuz dostlar? Size küçük bir sır daha vereyim. Niyet ettiğiniz ve yapmak istediğiniz güzel şey, eğer olmuyorsa işte o zaman Allah size ondan daha iyisini vermek istediği için olmuyordur. Allah daha iyisini verecek size ve siz de mutlu olacaksınız. Tabi bunun için, o daha güzel şeye ulaşmak için gayretimize devam etmeli ve sabretmeliyiz. Çünkü kim gayret eder, dua eder ve sabrederse Allah da onunla beraber olur.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَ

Ey iman edenler! Sabır ve dua ile yardım elde etmeye çalışınız. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara 153)

Böylece günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu. Her ne kadar mahallenin dertlerini görev edinmiş olsalar da yine de içlerinde garip bir boşluk vardı. Sanki daha büyük bir dert varmış da onu çözmeleri gerekiyordu. İçlerindeki bu ortak sıkıntının kaynağının ne olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı. Günlerden bir gün yine kuru ağacın altında toplanmışlardı. Fiyaka İbrahim ağaca yaslanmış kuru ağacın gövdesindeki kabarmış kabukları soyuyordu. Yüzünde öylesine soluk bir ifade vardı ki, aklından geçenleri okumak için yüzüne bakmak yeterliydi. Baba Salih, bağdaş kurmuş bir vaziyette ağaca sırtını vermiş, yolduğu otları bacaklarının arasında biriktirmiş oyalanıyordu. Büyük Meryem, ağacın diğer tarafına oturmuş, getirdiği resim defterine, yüzündeki ifadeye bakılacak olursa, sanki can sıkıntısının resmini yapıyordu. Ekibin diğer üç üyesi Küçük Meryem , Minnoş Neyza ve Hanne kuzu ise ağacın etrafında kovalamaca oynuyorlardı. Pek de kovalamacaya benzemiyordu aslında. Ağacın etrafında usul usul, peşi sıra yürüyen üç üzgün yüz vardı sanki. Belli ki, kovalamaca oynuyoruz diye kendilerini avutuyorlardı. Canlar bir sıkıldı mı, onlara tekrar moral vermek de zordu. Ne yapsalardı aceba? Hepsinin aklında aynı soru vardı. Artık kendi aralarında bunu konuşmayı bile bırakmışlardı.
Sessizce ve kendi halleriyle oyalanırken, Baba Salih, önünde tepelediği otları işaret edererek sessizliği bozdu:

– Bu yolduğum otları bir ineğe yedirsem, ne kadar süt verir aceba?

Fiyaka İbrahim ve Büyük Meryem, ağız birliği yapmışçasına ”BABA SALİİİH!” diye bağırarak karşılık verirken, Küçük Meryem, Minnoş Neyza ve Hanne Kuzu ise olanlara kayıtsız kalamamış ve basmışlardı kahkahayı.

Baba Salih, işittiği bu azara çok fazla içerlemiş olacak ki önüne tepelediği otları kucaklayıp ayağa kalktı.

– Bunda kızacak ne var ki şimdi? Merak etmiş olamaz mıyım?

Baba salih, sözünü bitirmeye kalmadan elindeki otları havaya savuşturarak devam etti:

– Alın, ne yapıyorsanız yapın. Ben gidiyorum.

Baba Salih, daha bir kaç adım atmamıştı ki birden,

-Siz, küçük müslümanlar siz misiniz? Diye bir ses işittiler.

Sesin geldiği tarafa baktıklarında, kuru ağacın az ötesinde bir kayanın üzerinde, küçük müslümanları gözleyen tavşanı farkettiler. Kulakları normal bir tavşandan daha uzundu. Hem de çok uzun. Gözleri normal bir tavşandan daha iri ve masmaviydi. Dişleri normal bir tavşandan daha büyüktü. Bembeyaz tüylü ve oldukça da sevimli bu tavşan konuşuyor olamazdı. Şaşırmışlardı, çünkü sesin geldiği tarafta tavşandan başka kimse yoktu.

– Soruyorum size siz,
küçük müslümanlar siz misiniz?

Hanne Kuzu ve Minnoş Neyza hemen atıldılar:

– Evet Küçük Müslümanlar biziz. Ama sen konuşuyorsun? Tavşanlar konuşmazki.

Sahiden dostlar, kediler miyavlar, köpekler havlar, kuşlar öter, peki ya tavşanlar? Tavşanlar nasıl ses çıkarır biliyor musunuz? Ama bu tavşan bırakın ses çıkarmayı düpedüz bir insan gibi konuşuyordu? Hanne Kuzu ve Minnoş Neyza dışındakiler sanki dillerini yutmuşlar gibi öylece hayretler içinde bakıyorlardı tavşana.

– Neden konuşamazmış?
Tavşanlara konuşmak yasak mıymış?
Ah bu insanlar, her şeyi yasaklarmış?

-Hayır hayır, öyle değil.Yani, insan gibi konuşamaz demek istedik. Dedi
Meryem ve tavşana biraz daha yaklaşıp devam etti:

– Hmm. Tavşanların tavşan gibi konuştuğunu da hiç duymamıştım gerçi ama.

– Bırakın şimdi bunları bırakın.
Toplanın yaklaşın etrafıma ,
Ve kulak verin anlatacaklarıma.

Baba Salih’le Fiyaka İbrahim’i işaret ederek:

– Hey, siz arkadakiler, siz de yaklaşın.
Isıracak değilim sizi korkmayın.

Küçük müslümanlar cesaretlerini toplayarak tavşanın etrafında toplandılar ve tavşanın anlatacaklarına kulak kesildiler.

– Adım Pinhan uzak diyardan geldim
Size çokça sevgi ve selam getirdim
Darun-Neşide’dir ismi memleketimin
Adım Pinhan benim uzaklardan geldim.

– Sevgili Pinhan, neden böyle şiir gibi konuşuyorsun. Normal konuşsana bizim gibi. Diye sordu Küçük Meryem, biraz da ciddi bir ses tonuyla.

– Normaldir konuşmam benim
Kelimelerimi özenle seçerim
Bence siz konuşursunuz çok dağınık
Hem çok hızlı ve hem de çok karışık

Pinhan’ın konuşmasını büyük ilgi ve tebessümle dinleyen Büyük Meryem,

– Peki söyle bakalım Pinhancık
Uzak diyar dediğin ne kadarcık
Bize bilgi versen neden geldiğini az birazcıkkk.

Fiyaka İbrahim dayanamayarak karşılık verdi:
– Bence sen sussan artık on yüz bin dakkacık.

– Lütfen susun dinleyin beni a dostlar
Anlatayım size neden geldiğimi
Memleketimizde büyük bir dert var
Kuyularımızdan sular çıkmaz oldu
Arılarımız bal yapmaz oldu
Menekşeler açmaz oldu
Lavantalar kokmaz oldu
İspinozlar ötmez oldu
Ocaklarımızda ateş tütmez oldu
Soluduğumuz hava kirlenir oldu
Ve bunların hepsi bir anda oldu
Toplandık hepimiz bir çare bulmak için
Çare bulamayınca üzüldük vahladık için için
Böyle üzgün üzgün bekleşirken
Diyarımızın en bilgesi çıkageldi birden
İsmi Dilşad ninedir
Hem çok tatlıdır ve hem de yardımseverdir.

– Bir dakika, ne dedin sen? dedi Fiyaka İbrahim

– Dilşad nine mi? diye sordu Baba Salih.

Büyük Meryem şaşkınlığını gizleyemeyerek:

– Aaa bizim Dilhan dedenin nine hali mi yani?

Pinhan devam etti konuşmasına

-Bilmem ben Dilhan dedenizi
Çok severiz Dilşad ninemizi
Bize akıl verir öğüt verir bazen de kızar
Ama düşündüğündendir hep iyiliğimizi
Anlattı bize derdimizin çaresini:
Dinleyin beni ey Darun-Neşide halkı kederlenmeyi bırakın
Ben bir çaresini buldum artık kurtuluş inşallah yakın
Bizden çok uzak bir diyarda dostlarımız var
Kocaman kalpli kocaman vicdanlı küçük müslümanlar
Onlar bize yardım edecektir üzülmeyin ve dua edin
Yalnız aramızdan gönüllü biri onların yanına gitmeli
Gidip derdimizi anlatmalı ve şu elimdekileri onlara vermeli
Dedi Dilşad nine elindeki bez çantayı göstererek
Derken arkamdan biri beni iteleyip öne doğru sendeleyince
Gönüllü olduğumu sanıverdi Dilşad nine beni görünce
Ve hemen çantayı taktı kocaman dişlerime
Bir kaç yol azığı bir kaç öğüt verip yolladılar beni size.

– Peki yanında getirdiğin çanta nerde. Diye sordu Hanne Kuzu.

– Kayanın arkasına sakladım.
Ben emanetime çok sadığım. Dedi Pinhan.

Minnoş Neyza, Kayanın arkasında saklı duran çantayı bulup çıkardı.

– Ne var bunun içinde?

– Bilmem içindekileri
Size vermem söylendi

Çantayı usulca açtılar. Çantanın içinden yedi tane kavanoz çıktı. Kavanozların ağzı bezle sıkıca kapanmış, üzerinde bir takım rakamlar, ve yazılar bulunuyordu.

Bütün kavanozları çıkarıp üzerinde yazılanlara dikkat kesildiler. Kavanozlar 1’den 7’ye kadar kodlanmış ve her birinin üzerinde şöyle yazıyordu:

1. Bal – Hanne Kuzu
2. Su- Baba Salih
3. Menekşe – Büyük Meryem
4. 2 tane İspinoz – Küçük Meryem
5. 2 tane Lavanta – Minnoş Neyza
6. Ateş – Fiyaka İbrahim
7. Hava – Dilhan Dede

Küçük Müslümanlar bir yandan kavanozları incelerken bir yandan da bunların ne anlama geldiğini merak ediyorlardı. Kavanozların içi boştu. Sadece üzeri numaralanmış ve isimlendirilmişti.

– Bu ne anlama geliyor şimdi biz hiçbir şey anlamadık. Üstelik bizi nasıl buldunuz? Bizi nerden tanıyorsunuz? diye sordu Fiyaka İbrahim.

– Ben bilmezim, sizi tanımazım
Dilşad nine ne buyurduysa onu yaparım
Sizi tanıyan ve bilen sadece odur
Sorularınızı ona sormanız yerinde olur

Küçük Müslümanlar, bu sürpriz gelişme karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Bunların tümü ne anlama geliyordu? Kavanozlar ve üzerinde yazılanların bir anlamı olmalıydı. Sonra, şu Pinhan adındaki kocaman kulaklı, kocaman dişli, kocaman gözlü, bembeyaz, sevimli ve üstelik kafiyeli konuşan tavşan türünü belli ki hayatlarında gördükleri en sıradışı tavşandı. Üstelik tüm bu olanlar karşısında ne yapmaları gerektiği konusunda en ufacık bir fikirleri dahi yoktu.

Mehmet Akif Coşkun