9.Bölüm
Resimler: Ceyda Nur Tekne
Hanne Kuzu’nun sesi kısılmıştı ama, gözlerindeki kararlılık onun daha pes etmediğini gösteriyordu. Ağacın dalında, eline ne geçirdiyse eşek arılarına atıyor, onları var gücüyle savuşturmaya çalışıyordu. İnsan, kaybedecekse bile mücadele ederek kaybetmeliydi. Aslında hak uğruna mücadele ederek kaybetmek, kaybetmek anlamına gelmezdi. Belki de kazançların en hayırlısı buydu. İşte Hanne Kuzu, bu kararlılığı ile güzel bir örnek oluyordu bizlere.
Eşek arıları çemberi daraltmışlardı. Biri, Safi’nin kanadına, diğeriyse kafasına saldırıyordu. Hanne Kuzu ise eline geçirdiği bir dal ile kendilerini savunmaya çalışıyordu. Onlarca eşek arısının arasında hayat mücadelesi veriyorlardı.
Fakat tüm bunlar yaşanırken beklenmedik bir şey oldu. Gökyüzünden eşek arıların kafalarına çakıl taşları düşmeye başladı. Düşmek kelimesi olanları izah etmek için çok hafif kalır. Taşlar adeta üzerlerine yağıyordu. Taşların boyu küçüktü ama etkisi oldukça büyüktü. Taşlardan kimisi kafalarına düşüyor, kimisi kanadına çarpıyor, kimisi de gövdelerine. Her çarpmada müthiş bir sarsıntı yaşıyorlar, kimi dengesini kaybedip düşerken, kimisi de daha fazla dayanamayıp uzaklaşmaya çalışıyordu.
Hanne Kuzu ve Safi, bu beklenmedik gelişme karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Tam herşey bitecek derken imdadına yetişen taş yağmuru, hadisenin seyrini değiştirmişti. Yukarıya baktıklarında gökyüzünde sürü halinde onlarca kuşun, ağızlarında fındık tanesi büyüklüğündeki taşları, eşek arılarına doğru uçup üzerlerine attıklarını gördüler. Taşlar küçük olmasına rağmen eşek arılarının dikkatini dağıtmayı başarmıştı.
Derken, kuşlardan bir tanesi Kara Boru’yu hedef almış ve ona doğru yaklaşmıştı. Aralarında çok az bir mesafe kalası ağzındaki taşı sertçe onun kafasına attıktan sonra Hanne Kuzunun tam önüne konup Kara Boru’ya bağırmaya başladı.
– Kardeşimi rahat bırakın. Yoksa size gününüzü gösteririm.
Hanne Kuzu’nun bu sesi işittiğinde, şaşkınlık ve sevinç ifadelerinin yüzünde oluşturduğu o müthiş ahengini görmeliydiniz. Karşısında Kara Boru’ya çıkışan serçe, Küçük Meryem’den başkası değildi. Onun o gür sesini nerde duysa bilirdi.
– Ama sen nasıl serçe oldun?
– Bunları daha sonra anlatırım Hanne Kuzu, önce şu eşek arılarından kurtulmamız lazım?
Bu arada Dilhan Dede ve diğer Küçük Müslümanlar da ağızlarındaki taşları atarak Hanne Kuzu ve Safi’nin etrafına konmuş, onları korumaya almışlardı.
Dilhan Dede ve Küçük Müslümanlar Hanne Kuzu’nun izini nihayet bulmuşlardı. Etrafının eşek arılarıyla kuşatılmış olduğunu görünce, hemen yakınlarında ne kadar kuş varsa örgütlemiş, ağızlarına birer taş alarak havalanıp yukarıdan saldırmayı tertiplemişti. Bu kısa sürede bundan daha parlak bir fikir gelmemişti Dilhan Dede’nin aklına.
Eşek arıları, bu taş yağmurundan oldukça etkilenmişlerdi. Kuşlar, peşi sıra taşları atıyor, sonra yere inip tekrar taş alıyor ve yeniden saldırıyorlardı. Dilhan Dede’nin tertibi başarılı olmuştu . Eşek arıları bu beklenmedik saldırı karşısında zayıf düşeceklerini anlayınca geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Üzerinden çok fazla geçmemişti ki Sultan Ana’nın diğer muhafız arıları da onları bulmuş, herbirini omuzlarına alıp, yaralı Safi’yi de omuzlayarak Sultan Ana’nın sarayına doğru yol almışlardı.
Artık nihayetinde tekrar kavuşabilmenin mutluluğunu yaşıyorlardı. Başlarından geçenleri birbirlerine anlatıyorlar, bu kısa ayrılığın onlarda yaşattığı özlemi gidermeye çalışıyorlardı. Kardeşlik ruhu işte tam da buydu. Arada bir ufak kavgalar, anlaşmazlıklar, tatsızlıklar olsa da kardeşler birbirlerine sahip çıkmalı, birbirlerinin kıymetini bilmeliydiler. Allah onların yokluğu ile kardeşlerini imtihan etmesin inşallah.
Saatler süren yolculuğun sonunda nihayet Sultan Ana’nın sarayına teşrif etmişlerdi. Saray, dışarından ince tül gibi narin bir duvarı andırıyordu. Beş köşeli tuğlalardan örülmüş gibiydi. Bal diyarında gördükleri herşey beş köşeliydi. Sarayın tamamını yukarıdan görememişlerdi ama o da beş köşeli olmalıydı. Saraya yaklaştıklarında, oldukça büyük kapıları içeriye doğru açılmış ve sarayın misafirleri içeriye alındıktan sonra tekrar kapanmıştı. Yolculuk esnasında küçük müslümanlara anlattıklarına göre sarayın gizemli bir yanı vardı. Sarayı ancak gönlü güzel, niyeti güzel olanlar bulabilir ve görebilirmiş. Öyle görünüyor ki eşek arıları bunu hiçbir zaman anlamayacak ve kötülüklerine devam edeceklerdi.
Sarayın içini tarif etmek olanaksızdı. Kelimeler bu sarayın güzelliğini ifade etmekte yetersiz kalır. İnsanların yaptığı saraylarla kıyaslanmamalı. İnsanlar yaptıkları saraylarla kendi ihtişamını ve kudretini göstermeye çalışır ve önünde sonunda o kudretinin, o ihtişamının içinde kendi sonunu hazırlar. O yüzden değerli dostlar, Sultan Ana’nın sarayını zihninizde hayal etmeye çalışırken insanların sarayına benzetmeden yapın. Hayal edemiyorsanız şayet, bir arı kovanını canlandırın gözününüzde. Canlandırdınız mı? Hah, işte ona benzer bir saraydı Sultan Ana’nın sarayı.
Saraya girdiklerinde onları ilk Sultan Ana karşıladı. Diğer arılardan daha büyük ve sade görünümlü Sultan Ana, onları tek tek bağrına basmıştı. Safiyi korumak için göstermiş olduğu büyük cesaretinden dolayı Hanne Kuzu’yu özellikle takdir etmişti.
Sultan Ana, misafirlerini layıkıyle ağırlamak için onlara türlü bal ürünlerinden bir sofra hazırlamış, daha sonra dinlenmeleri için sarayının en güzel odalarını ayırmıştı. Bir güzelce karınlarını doyurup, onlara ayrılmış olan odalarda istirahate çekilmişlerdi. O kadar mücadeleden sonra çok yorulmuşlardı. Birazcık uyku onlara iyi gelecekti.
Ertesi gün kahvaltılarını da ettikten sonra Sultan Ana’nın huzuruna çıkıp neden burada olduklarını anlattılar.
Sultan Ana onları dinledikten sonra,
– Neden burda olduğunuzu biliyorum değerli dostlarım. Diyerek devam etti.
-Siz daha gelmeden evvel Dilşad Nine’den haberinizi aldım. O yüzden Safi’yi size yardımcı olması için gönderdim. Uzak diyarlardaki dostlarımızın bize ihtiyacı olduğunda elbette karşılık vermek ve yardımcı olmak vazifemizdir. Hele ki Hanne Kuzu’nun eşek arıları karşısında gösterdiği cesaretten sonra, artık bu boynumuzun borcudur.
Hanne Kuzu, kendisine yapılan bu taltif karşısında yüzü kızarmıştı. Fakat içten içe Allah’a şükrediyordu.
Daha sonra Hanne Kuzu’nun getirdiği kavanozu alıp müsade isteyerek ayrıldı yanlarından. Diğer bütün kovanlardan daha büyük olanın içine girip, getirdikleri kavanozun içine yeterli miktarda bal özü koyup tekrar döndü küçük müslümanların yanına. Kavanozu Hanne Kuzu’ya teslim ederken sıkı sıkı tembihledi.
– Aman Hanne Kuzum, bal özüne iyi sahip çık olur mu? Kendisi hafiftir ama sorumluluğu çok ağırdır. Bu emaneti sağ salim sahibine ulaştıracağından kuşkum yok.
Sultan Ana kanatlarıyla Hanne Kuzunun saçını okşayarak devam etti,
– Unutma Hanne Kuzu, kendine olan inancını daima koru. Göründüğünden daha güçlü olduğunu asla unutma. Ne olursa olsun ümitsizliğe kapılma. Allah ümitsizliğe kapılan kimseleri sevmez. Allah her zaman seninledir.
Dilhan Dede, Sultan Ana’nın anlattıklarına pek dikkat kesilmeyen Fiyaka İbrahim’le Baba Salih’in enselerine birer şaplak indirerek,
– Bunlar sizin için de geçerli. İyi dinleyin haytalar. Diye uyarmayı ihmal etmemişti.
Sultan Ana’nın bu öğütlerini de kulaklarına küpe ederek vedalaşıp tekrar kuru ağaca gitmek üzere ayrıldılar saraydan. Sultan Ana, yanlarına her ihtimale karşı onlara göz kulak olması için Safi’yi ve iki muhafız arıyı daha görevlendirerek onların güvenliğini sağlamayı ihmal etmemişti.
Saraydan ayrılırken sarayın dış sutunlarına yazılmış olan şu ayet, Dilhan Dede’nin dikkatinden kaçmamıştı;
وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ
﴿٦٨﴾
ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاًۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
﴿٦٩﴾
Ve ayrıca Rabbin bal arısına ”Dağlarda, ağaçlarda ve insanların hazırladıkları kovanlarda kendine yuva edin!” diye vahyetti. Ve sonra da, ”Çeşit çeşit bitkilerden ye ve Rabbinin senin için belirlediği güzergahı mutlak bir boyun eğmişlik haliyle izle!” diye de ekledi. Onun karnından insan sağlığına yararlı rengarenk bir sıvı çıkar. Şüphesiz bunda, bunları düşünebilen bir toplum için alınacak dersler vardır. (Nahl 68-69)
Böylece küçük müslümanlar Bal özüne ulaşabilmenin sevinciyle Kuru ağacın yolunu tutmuşlardı. Hanne Kuzunun, görevi layıkıyle tamamlamış olmanın gururu ve sevinci dünyalara değerdi doğrusu.
Fakat bunları takip eden gizli tehlikeden de ne yazık ki habersizdiler.
Mehmet Akif Coşkun