Ömer Cevval

Üzerine alınan sorumluluğu yerine getirmek her zaman zordur. İyi ki de zordur. Gönül ferahlığına giden kapı başka türlü açılmaz çünkü. Hanne Kuzu ve küçük müslümanlar ilk görevlerini o son engeli de aşarak yerine getireceklerdir nihayet.

10. Bölüm

Resim: Ceyda Nur Tekne

 

– Kara Boru efendimiz, onları en son bu vadiye girerken gördük. Fakat ondan sonra apansızın gözden kayboldular.

Eşek arıları, başlarına gelen taş yağmurundan kaçarken, taş yağmurundan kurtulan eşek arılarından bazıları küçük müslümanları uzaktan takibe almış ve izlerini kaybettikleri yerde, onların geri döneceğini umarak beklemeye koyulmuşlardı. Eşek arıların başı olan Kara Boru, yanında getirdiği onlarca eşek arısına, kendilerini belli etmeyecek şekilde saklanıp nöbet tutmalarını ve olası bir hareketlilikte haber vermelerini sıkı sıkı tembihleyip kendisi de uygun bir yere saklanmıştı. Düşman düşmanlığından vazgeçmeyecekti belli ki. Kötülük her zaman olacaktı. İçinde yaşadığımız dünyanın bir imtihan yeri olmasının koşulu buydu belki de. Kötülük yapanların karşısında mücadele eden ve iyilik yapma gayretinde olanlar, kendilerinin hangi tarafta olduğunu ancak bu şekilde anlayabilirler, öyle değil mi dostlar. Bu cümle çok uzun oldu farkındayım. Kusuruma bakmayın, bazen tutamıyorum dilimi. Bazen nefesimi toplayıp anlatmak istediklerimi bir cümleye sığdırmaya çalışıyorum, affedin. Neyse, biz hikayemize geri dönelim.

Eşek arıların bu tertibinden habersiz olan küçük müslümanlar, safi ve diğer muhafız arılarla birlikte kuru ağaca dönmek üzere saraydan ayrılmışlardı. Fakat saraydan ayrılır ayrılmaz, eşek arılarına fark edilmişlerdi. Küçük müslümanları arkalarından fark ettirmeyecek şekilde takip etmeye başlamışlardı.

Kara borunun niyeti, Hanne Kuzu’yu Safiyle birlikte kaçırıp, onu Hanne Kuzuyla tehdit emekti. Ancak bu şekilde Sultan Saray’ın yerini öğrenebileceğine inanıyordu. Tertibini ona göre hazırlamış ve kanatlarını usulca çırparak aşağıdan Safiyi takibe almıştı.

Safi’ye aşağıdan sessizce yaklaşan Kara Boru, apansızın onun üstüne çıkıp Safi’nin kanatlarından kavrayıverdi. Bir yandan da Safi’nin kafasına bir kaç darbe vurup onu etkisiz hale getirdi. Diğer eşek arıları ise Küçük Müslümanların önünü kesmiş eşek başına zaman kazandırıyorlardı. Neye uğradıklarını şaşıran Küçük Müslümanlar, yine aynı tehlikeyle karşı karşıya kalmanın şaşkınlığını yaşıyorlardı. Kara Boru, kaçırdığı safi ve Hanne Kuzuyla epeyce uzaklaştıktan sonra diğer eşek arıları da Küçük Müslümanlara bir göz dağı verip Kara Boru’nun peşinden gittiler.

– Safi ile Hanne Kuzuyu kaçırdılar Dede. Ne yapacağız şimdi? Diye telaşlandı Minnoş Neyza.

– Eşek arıları onyüzbin kadarlar. Onlara karşı ne yapabiliriz ki? Diye karşılık verdi Büyük Meryem.

– Sakin olun çocuklar. Peşlerinden gidelim. Onları yalnız bırakamayız. Diyerek sakinleştirmeye çalıştı Dilhan Dede.

Baygın düşmüş Safi’nin sırtında bir eliyle tutumaya çalışıp diğer eliyle de Kara Boru’nun ayaklarına yumruk atan Hanne Kuzu ise yine arkadaşlarından ayrı düşmüştü. Bu sefer hazırlıksız yakalanmışlardı. Oysa kimselere fark ettirmeden sabahın erken saatinde başka bir yoldan gitmeye karar vermişlerdi.

Evet değerli dostlar, bal ülkesindeki bu macera nasıl son bulacak, merakla beklediğinizin farkındayım. Belki de sıkıldınız onun da farkındayım. Fakat hikaye bu. Olmadık musibetlerle mücadele ettikçe, hikayenin kahramanları da o denli anlam kazanıyor. Üstelik bu kahramanların süper güçleri falan da yok. Sahip oldukları tek güç, Allah’a olan inançlarıydı. Küçük Müslümanlar ve özellikle Hanne Kuzunun sonuna kadar mücadele ettiğine şahit oluyorsunuz. Önemli olan da budur zaten. Sizce de öyle değil mi?

Kara Boru amacına ulaşmış olmanın sevincini yaşıyordu. Onca zamandır Safi’yi yakalamak için çalışıyordu. Bal özünün kaynağına ulaşıp hakimiyeti Sultan Ana’nın elinden alacak ve Bal diyarının yegane hakimi olacaktı. Bu hayallerle ilerlerken birden şiddetli bir fırtına koptu etrafında. Kuvvetli bir rüzgar, sanki her taraftan Eşek arılarına doğru esiyordu. Öyle ki havada hareketsiz kalmışlardı. Hanne Kuzu, Safi’nin sırtına sıkıca tutunmuş olanları seyrediyordu. Etrafı toz bulutları kaplamış göz gözü görmüyordu. Sonra şiddetli bir sarsıntı duydular. Gümm. Gümm. Gümm. Belli aralıklarla her ”Gümm” sesinde yer yerinden oynuyordu sanki.

Küçük Müslümanlar, Muhafız arılarla peşlerinden takip ederken önlerinde olanları izliyor ve ne olduğuna anlam vermeye çalışıyorlardı. Muhafız arılardan biri,

– Bu o olmalı. Dedi.

– Bu kim olmalı? Diye sordu Küçük Meryem merakla.

– Ömer Cevval.

– Ömer Cevval de kim?

Yoğun toz bulutlarının arasından devasa büyüklüğünde kocaman bir dev, Kara Boru’nun tam önünde durdu. Saçları altın sarısı, tombul yanaklı ve güleç yüzüyle ufak bir çocuğu andırıyordu. O kadar sevimliydi ki dev olmasa, kucağına alıp saatlerce sevmek isteyebilirdi insan. Hem bu kadar sevimli ve hem de kocaman bir dev olması biraz ürkütmüyor değildi haliyle. Faltaşı kesilmiş gözleriyle Kara Boru’ya yaklaşıp göz göze geldiler. Kara Boru, karşısında duran devin burnu kadar bile yoktu.

 

Dev, Kara Boru’ya biraz daha yaklaştı ve,

– Agguuu. diye garip bir ses çıkardı.

Hanne Kuzu olanları seyrediyordu. O da bir devle karşılaşmış olmanın korkusunu yaşıyordu ama içinde garip bir huzur da yok değildi. Dev ”Agguuu” deyince istemsiz bir gülümseme belirdi yüzünde. Bu nasıl bir devdi böyle? Küçülmüş de büyümüştü sanki.

– Ömer Cevval bir devdir. Dedi Muhafız arı.

– Nerden gelir, nerde yaşar, ne zaman ortaya çıkar hiç kimse bilmez. Büyük bir fırtınayla gelir ve büyük bir fırtınayla gider. Düşman değildir ama. Kötü değildir. Hep iyinin yanında olmuştur. Yüzü çocuk yüzünü andırır. Ve hep gülümser. Yüzündeki gülümsemeye engel olanları hiç sevmez. Çok cevvaldır. Dev olduğuna bakmayın. Çok hareketli ve hiç yerinde durmaz. Onun oturup dinlendiğine kimse şahit olmamıştır daha.

Ömer Cevval, havada hareketsiz duran eşek başını parmaklarının arasına alıp, diğer eliyle de Safi’yi ondan ayırmış ve onlara zarar vermeden en yakın ağacın dalına bırakmıştı. Hanne Kuzu, devin bir düşman olmadığını anlamıştı. Baygınlık geçiren Safi ise ağacın dalına konar konmaz kendine gelmiş, olanları anlamaya çalışıyordu.

Ömer Cevval’in parmakları arasında çırpınan Kara Boru iğnesiyle Ömer Cevval’in parmaklarını her ne kadar sokmaya çalışsa da başaramıyordu. Parmakları arasında çaresiz çırpınan eşek başını göz hizasına getirip tekrar bağırmaya başladı Ömer Cevval. Bu sefer yüzünde biraz ciddiyet vardı ama.

– Agguuu Agguuuuu.

Sonra Kara Boru’yu avucunun içine aldı. Avucunu kapatıp şiddetli bir şekilde çalkalamaya başladı. Hem çalkalıyor ve hem de gülerek

– Gubba gubbaa agguuu. Diyordu. Ne anlama geliyorduysa artık.

Bir müddet çalkaladıktan sonra avucunu havaya kaldırdı. Biraz gerinerek ileriye doğru, uzaklara taş atıyormuş gibi avucunun içindeki eşek başını öyle bir fırlattı ki görmeliydiniz.

– Babbaay. Diye arkasından seslenerek diğer eşek arılarına döndü. Onları da ikişer üçer avucuna alıyor, çalkalıyor ve olanca kuvvetiyle fırlatıyordu. Bütün eşek arılarını böyle fırlatmıştı sağa sola.

Bütün bu olanları keyifle seyreden Küçük Müslümanlar, Ömer Cevval’i çok sevmişlerdi. Hem bir devdi, hem de çok sevimliydi.

Daha sonra ağacın dalına bıraktığı Hanne Kuzu’nun yüzünü serçe parmağıyla okşayıp,

– Babbaay agguu. Diyerek o tatlı gülümsemesiyle arkasına dönüp toz bulutunun arasından tekrar kayboldu.

Küçük Müslümanlar, yine sürpriz bir şekilde kurtulmuşlardı başlarına gelen bu tatsiz hadiseden. Tam da umutlarını yitirdikleri zamanda onları kurtaran Ömer Cevval’i asla unutmayacaklardı. Her zaman kötülüğün karşısında durup, mücadele edip sabırla Allah’a sığınırsak eğer, elbet bize de bir gün Ömer Cevval yardıma gelebilir. Belki de çoktan gelmiş ve yardım etmiştir de biz fark edememiş olabiliriz, kim bilir?

Yüce Rabbimiz, Kuran’ı Kerim’de şöyle öğüt vermiştir bizlere,

قَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَيْنَاۜ اِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُض۪يعُ اَجْرَ الْمُحْسِن۪ينَ

Gerçek şu ki, kişi , Allah’a karşı duyarlı ve bilinçli olmaya çalışıyor ve güçlüklere göğüs geriyorsa, bilsin ki, Allah iyilikte bulunanların emeklerini boşa çıkarmaz!”
                       Yusuf Suresi 90

Küçük Müslümanlar ve Dilhan dede nihayet kuru ağaca ulaşmışlardı. Safi ve diğer muhafız arılarla vedalaşarak sırayla kuru ağaçtan tekrar insanlar ülkesine geçmişlerdi. Kuru ağaçtan en son geçen Hanne Kuzu, son bir kez arkasına dönüp bal diyarına bir göz attı. Bu kısa macerasında neler yaşamıştı. Daha önce içindeki cesaret, inanç ve sabrın kendisini bu kadar koruyacağı hiç aklına gelmezdi. Artık eski Hanne Kuzu değildi. Bu onu çok mutlu ediyordu.

Küçük Müslümanlar insanlar ülkesine ulaştıklarında hepsi tekrar insan olmuşlardı ve ilk görevlerini başarıyla yerine getirmenin sevincini yaşıyorlardı. Hanne Kuzu’yu omuzlarına almışlar ve onu kutluyorlardı. Bal ülkesinde yaşananların baş kahramanı oydu ne de olsa.

Bal diyarı macerasından başta Dilhan dede olmak üzere hepsi yorgun düşmüş, ve dinlenmek üzere evlerine dağılmışlardı. İki gün evlerinden ayrı kalmışlardı ve açıkçası ailelerinin kızgın olabileceklerini tahmin edebiliyorlardı. Bu kadar uzun kalacaklarını kendileri de tahmin edemezlerdi. Fakat eve vardıklarında, aslında zamanın hiç geçmediğini farketmişlerdi. Belli ki, kuru ağaçtan başka bir diyara geçildiğinde, insanlar ülkesinde zaman duruyordu.

Dilhan dede ise, bu durumu küçük müslümanlar söyleyene kadar farketmemişti. O, hemen eve gitmiş ve yatağına yatar yatmaz uykuya dalmıştı.

Kimbilir yine ne rüyalar görecekti.

 

 

Mehmet Akif Coşkun