7 Ekim sabahı dünya, modern tarihin seyrini değiştirecek bir gelişmeyle güne uyandı. 17 yıldır, etrafı duvarlar ve sıkı çitlerle çevrili, dolayısıyla da “dünyanın en büyük açık cezaevi” niteliğine haiz 360 kilometre karelik Gazze toprağında ölümcül bir abluka ve ambargo altında yaşamaya mahkûm edilen Gazze’nin yiğit evlatları, bu ölümcül abluka ve ambargoya karşı büyük bir yarma harekâtı gerçekleştirdiler.
“Aksa Tufanı” adını verdikleri bu harekât, başta Hamas’ın İzzeddin el-Kassam Tugayları ve İslami Cihad mücahitleri olmak üzere, Gazze’deki yedi direniş grubunun ortak bir operasyonu olarak gerçekleştirildi.
Sabahın erken saatlerinde paratonerlerle, iş makinalarıyla gedik açtıkları abluka duvar ve çitlerinden motosikletlerle işgal topraklarına geçen yüzlerce mücahit, işgal güçlerini gafil avlayıp birçok tank ve zırhlı aracı tahrip etti, onlarca işgal askerini etkisiz hale getirirken onlarcasını da esir alarak Gazze’ye götürdü.
İşgal askerlerinin yanı sıra “yerleşimci” olarak adlandırılan işgalcilerden ve tam anlamıyla çağın “Auschwitz Toplama ve Soykırım Kampı” niteliğindeki mazlum Gazze’nin hemen yanı başında müzik festivali düzenleyen topluluktan da esir alınanlar oldu.
Eşzamanlı olarak Gazze’den ateşlenen 5 bin civarında roket, Siyonist işgal rejiminin dillere destan “demir kubbe” sistemini aşarak işgal topraklarına düştü.
Gayet açık, aleni şekilde icra edilen ve saatlerce süren bu operasyon karşısında siyonist işgal rejiminin istihbaratı ve ordusuyla içine düştüğü durum ise tam anlamıyla bir acziyet ve sefaletti.
Operasyonun gerek uzun sürmüş olduğu anlaşılan hazırlık aşamasından, gerek fiiliyata geçme aşamasından, gerekse operasyonun icrası sırasında siyonist işgalin Mossad ve Şinbet gibi uçan kuştan haberdar olduklarına inanılan dillere destan istihbarat örgütlerinin yok hükmünde olması, aynı şekilde “yenilmez ordu” imajıyla modern bir mitolojiye konu edilen işgal ordusunun operasyon sırası ve sonrasındaki sefaleti, şahit olduğumuz hadisenin her şeyden önce, bir modern zaman mitinin, onca güçlü akademi ve medya operasyonlarıyla inşa edilmiş olan bir putun yerle yeksan edilişi olduğunu bize ifade etmekteydi.
Şahsen meseleyi öncelikle bu boyutuyla okumayı tercih ettim. İcra edilen askeri bir operasyon olsa da, neticesi tam anlamıyla bir put devirme eylemi olarak itikadi nitelik arz etmekteydi.
Nitekim internetteki paylaşım sayfamda konuyla ilgili şu yorumu yapmıştım:
“İbrahim (a.s.)’ın kavminin tapındığı putlar, yıllar içinde oluşan bir imajla ayakta kalıyorlardı. Buna göre onlar insanlara zarar ve fayda verme gücüne sahiptiler, dolayısıyla insanlar onlardan haşyet duyuyor, onları tazim edip tapınıyorlardı.
İbrahim (a.s.)’ın hikmet dolu baltalı eylemi işte bu imajı yerle bir etmişti. Putların kendilerine bile faydası olmadığı herkese ayan olmuştu. İşte ‘Aksa Tufanı’ operasyonu da modern çağın ‘İsrail putu’nu yerle bir etti.
‘Yenilmez İsrail’ imajıyla yontulan bu put, 7 Ekim 2023 sabahı itibariyle paramparça edildi.”
Emperyalizmin, bir işgal aparatı olarak 14 Mayıs 1948’de bir hançer misali İslam coğrafyasının kalbine sapladığı “İsrail” bu operasyonla yakılmamışsa da, bu yıkılışın ilk aşaması olan “İsrail putu”nun yıkılışına tanıklık ettiğimiz açık bir gerçektir ve “Aksa Tufanı” cihadının ilk neticesi de bu olmuştur.
Bu “put devirme” ameliyesini, dönemin “süper gücü” Firavunun sihirbazlarını acziyete düşüren, onların tüm sermayesinin göz boyama ve imaj oluşturmadan ibaret olduğunu ortaya çıkaran Musa (a.s.)’ın asası üzerinden de okuyabiliriz.
İngiliz/ABD emperyalizminin işgal aparatı Siyonist işgal çetesi, 7 Ekim sonrasında Gazze’de tam anlamıyla bir soykırıma girişerek mücahitler karşısında yaşadığı büyük hezimetin hıncını çocuklardan, kadınlardan, yaşlılardan alma çabasına girişmiştir.
İşgal çetesinin giriştiği soykırım saldırıları, beraberinde birçok putun daha insanlık nezdinde yıkılışını getirmiştir. Aleni bir soykırıma karşı çıkmak şöyle dursun, açık şekilde destek veren Batı ülkelerinin bu insanlık dışı tutumu, bir kez daha “Medeni Batı” imaj ve algısının helvadan bir put olduğunu gözler önüne sermiştir.
Aksa Tufanı cihadı, adeta maskeli bir baloya müdahale edip tüm maskeleri düşüren ve çirkin yüzleri açığa çıkaran bir ifşaat icrası işlevi de görmüştür.
Evet, 7 Ekim 2023 tarihi itibariyle “İsrail putu” yerle yeksan edilmiştir. Bu netice, emperyalizmin İslam coğrafyasındaki işgal aparatı Siyonist işgal çetesinin yıkılışının da başlangıcıdır. Tarihin akışını geri döndürmek mümkün değildir. Elhamdulillah, bu habis urun bölgemizden sökülüp atılması artık reel-politik düzlemde de uzak bir öngörü olmaktan çıkmıştır.
Calut’un Ordusu, Talut’un Ordusu
Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde “Arz-ı Mukaddes” (Mukaddes topraklar) olarak nitelediği[1] Filistin coğrafyası, 3 bin yıl aradan sonra hak-bâtıl mücadelesinin yeni bir cephesine, cepheleşmesine tanıklık ediyor. Sahne aynı sahne (Filistin coğrafyası), mücadele aynı mücadele (hak bâtıl mücadelesi), lakin aktörler farklı.
Kur’an’da Bakara sûresinde 246-252. ayetlerde yer alan Talut-Calut kıssası, 3 bin yıl sonra aynı coğrafyada, aynı anlam ve mahiyette birebir yeniden yaşanıyor. O gün, Amalika veya Filistî olarak ifade edilen topluluk ile İsrailoğulları arasında cereyan eden hak-bâtıl savaşında bugün tek değişen, az önce ifade ettiğimiz gibi aktörler.
Günleri insanlar arasında döndüren[2] Rabbimiz, insanların kavmi kimlik veya coğrafi aidiyetlerine bakmamakta, onları hak-bâtıl mücadelesindeki tercih ve yönelimlerine göre konumlandırmaktadır. Nitekim biz, Rabbimiz tarafından dinini (insanlar için belirlediği hayat nizamını) yeryüzüne egemen kılmak ve temsil etmek üzere bir dönem örneğin İsrailoğulları’nın seçilip görevlendirildiğini öğrendiğimiz gibi,[3] onların yüklendikleri bu göreve ihanet etmeleri sonrasında Rabbimizin onların yerine yeryüzünde dininin şahitleri ve temsilcileri olmak üzere İslam ümmetini seçtiğini görmekteyiz.[4]
İşte Filistin coğrafyasında 3 bin yıl önce yaşananlar ile bugün yaşananlar, bu durumun müşahhas yansımaları niteliğindedir. O gün hakkın tarafında yer alanlar İsrailoğulları idi, bâtılın tarafındakiler ise Amalikalılar/Filistîler’di. Filistîler, o günün zorba/zalim gücü olarak yeryüzünde büyüklük taslıyorlar, mazlum ve mustazaflara zulmediyorlardı. Calut, Filistîler’in “yenilmez” imajına sahip güçlü ordusunun güçlü kumandanıydı.
Diğer tarafta ise hakkın müdafaa ve egemen kılınması dâvâsı için Rabbimiz tarafından İsrailoğulları’na kumandan kılınan Talut ve ordusu, güçsüz görülmekteydi. Reel matematiğe göre güç dengeleri tamamen Calut ve zorba ordusundan yana idi.
Lakin iman matematiği reel matematikten çok farklıydı. Talut’un güçsüz görülen ordusu, üstelik ırmakla sınandıklarında ordunun büyük kısmının kana kana su içmesi sebebiyle sınavı kaybedip elenmesi sebebiyle sayıca iyice azalmış, reel güç dengesi tamamen bozulmuştu. İşte Talut ve beraberindeki iman ordusu, bu şartlarda o günün “süper gücü”nün karşısına çıkıyordu.
“Talut ordusuyla yola çıkınca, ‘Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim de ondan tatmazsa işte o bendendir. Yalnız eliyle bir avuç avuçlayan müstesnadır’ dedi. İçlerinden az bir kısım dışında hepsi ondan içtiler. Talut ve onunla beraber bulunan iman etmiş kimseler ırmağı geçince, bunlar (emri tutmayıp ırmaktan su içenler), ‘Bugün bizim Calut’a ve onun askerlerine karşı koyacak gücümüz yok’ dediler. Kendilerinin Allah’a kavuşacaklarını umanlar ise, ‘Nice az topluluk vardır ki, Allah’ın izniyle, kalabalık topluluğa üstün gelmiştir. Allah da sabredenlerle beraberdir’ dediler.” (Bakara, 2/249)
Calut’un “güçlü” zorba ordusu ile, Talut’un sayıca az ve güçsüz görülen İslam ordusu karşı karşıya geldiklerinde ise zafer hak üzere olan ve hakta sebat eden müminlerin olacaktı. Talut’un ordusundaki askerlerden biri olan Davud, sapan taşıyla bileği bükülmez bilinen Calut’u öldürmüş ve Allah’ın inayetiyle kesin bir zaferin hamlesini yapmıştı.
Aradan geçen 3 bin sonra bugün Gazze’de bu savaş yeniden yaşanmaktadır. Talut’un askerleri, Davud’un (a.s.) silah arkadaşları konumundaki İzzeddin el-Kassam mücahitleri, çağın Calut güçleri Siyonist işgal ordusuna karşı hakkın, insaniyetin, izzetin, mazlumiyetin savaşını vermektedirler.
Gazze Mektebi
Gazze, bugün tam anlamıyla bir mekteb durumundadır. İnsaniyetin alabildiğince irtifa kaybettiği, her şeyin metalaştırıldığı bir çağda insanlığı, izzeti, şerefi tutup ayağa kaldıran yiğit bir halkın insanlığa öğretmenlik yaptığı bir mekteb.
Gazze tam anlamıyla bir cihad ve şehadet mektebi durumundadır. Dünyevileşme ve vehn (dünya hayatını sevip ölümü kötü görmek) hastalığının Müslümanlar arasında dahi yaygınlaştığı bir dönemde, “Hayat iman ve cihaddır” şiarını bizlere yeniden hatırlatan, bu şiarın bir topluma nasıl bir izzet kazandırdığını öğreten bir mekteb.
Adanmanın, adayışın mektebi… Âlemlerin Rabbi ve O’nun hayat nizamından daha fazla hiçbir şeye değer vermemenin, Allah yolunda ayak bağı olacak hiçbir dünyalığa prim vermemenin mektebi…
Rabbimiz “Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak kimse yoktur.” (Zümer, 39/36) buyurduğu halde, kendisini İslam’a nisbet edenler arasında dahi Allah’tan korkma yükümlülüğünden daha çok, çağın Firavunlarından, Nemrud güçlerinden korku söylemlerinin dolaşımda bulunduğu bir zaman diliminde, Firavunlardan değil Allah’tan korkma bilincinin yaşatılıp yeşertildiği bir mekteb…
Dillerde zikredilen “Allahu ekber” şiarının, kalplere ve fiillere de egemen kılınması ve böylece çağdaş Firavunlarda büyüklük vehmetme şirkinden sakınma bilincini aşılayan bir mekteb… Karşısına yığılan çağdaş Firavun ordularına bu bilinçle meydan okuyan, diz çökmeyi asla kabul etmeyen bir direniş mektebi…
Evlatlarını küçük yaştan itibaren iman bilinci ve ibadetlerini titizlikle yerine getirme duyarlılığıyla yetiştiren, Âlemlerin Rabbine kulluk mükellefiyetiyle tağutlara başkaldırı ve direnişi birleştiren bir ilim ve ibadet mektebi… Tıpkı, Rabbimizin Kur’an’ın inzal sürecinin başlarında ilk Kur’an nesline öğrettiği gibi:
“Hayır hayır, o tağuta itaat etme. Rabbine secde et ve O’na yakınlaş.” (Alak, 96/19)
Evet, Gazze çağın Firavunlarına karşı insanlığı, İslami/insani değerleri savunan bir cihad ve şehadet mektebi. Üstelik toplam 360 kilometrekarelik küçük omuzlarına yüklendiği bu sorumluluğu, çağın Şib-i Ebi Talib mahallesi olma zorluğu altında yerine getiriyor.
Hatırlanacağı gibi Şib-i Ebi Talib’de Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki müminler üç yıllık bir abluka ve boykota maruz bırakılmışlardı. Gazze ise 17 yıldır abluka ve ambargo altında ve çağın Firavunlarına boyun eğmeme kararlılığını/sebatkârlığını devam ettiriyor.
Yeri gelmişken şunu ifade etmek isterim ki, Şib-i Ebi Talib abluka ve ambargosu, Mekkeli müşrikler arasında vicdanlarının sesini dinleyen bir grubun üç yılın sonundaki itirazları neticesi kaldırılmıştı. Bugünün cahiliyesinin Mekke cahiliyesinden daha koyu ve vicdansız olduğunun kanıtıdır ki, Gazze abluka ve ambargosu 17 yıldır devam ediyor ve dünyada kanıksanmış durumda.
Reel matematik açıdan bakıldığında “imkânsız” görülebilecek bu şartlarda çağın Firavunları ve onların işgal aparatlarına karşı tam anlamıyla izzet timsali bir direniş örnekliği ortaya koyarak tüm insanlığa öğretmenlik yapan Gazzeli Müslümanlara bu izzeti kazandıran nedir peki?
Bu soruyu gereğince cevaplayabilirsek, bu mektebin talebeleri olma yolunda somut bir adım atabilme imkânına kavuşabiliriz. Evet, bu izzeti onlara kazandıran imandır, imandan kaynaklanan adanma ve adama bilincidir. Lakin aynı imanı biz de paylaştığımız halde, niçin aynı izzet düzeyine ulaşamıyoruz?
İşte mesele burada müşahhaslaşmaktadır. İddia ile ispat burada billurlaşmaktadır.
Bu mühim sorunun cevabı, Talut-Calut kıssasındaki nehir imtihanında bulunmaktadır. Hani Talut, ordusuyla yola çıkınca ‘Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim de ondan tatmazsa işte o bendendir. Yalnız eliyle bir avuç avuçlayan müstesnadır” demişti ve kana kana içenler imtihanı kaybetmiş, bir avuç almakla iktifa edenler ise imtihanı kazanmış ve bu sabır ve sadakat imtihanını vermenin kazandırdığı imani güç ve zindelikle “güçlü” Calut ordusunu Rabbimizin inayetiyle mağlup etmeyi başarmışlardı.
İşte Gazzeli Müslümanların izzetli duruşları, sebatkârlıkları da, hayatı iman ve cihad olmaktan ibaret bilip, dünyevileşme sapmasından (nehirden kana kana içme sadakatsizliğinden) sakınmalarının, hayatı âhiret merkezli anlamlandırıp yaşamalarının neticesidir.
Bizler aç kalırız, susuzluğa düçar oluruz endişesiyle hayatımızı mesai merkezli konumlandırıp dünya nehrinden kana kana içme telaşesinde iken, onlar Âlemlerin Rabbi’ne gerektiği gibi imanın/güvenin doğurduğu teslimiyetle hayatı mesai merkezli değil, Allah yolunda cehd/cihad merkezli anlayıp yaşamaya çalışıyorlar ve bu tercihleri, onlara dünya mükâfatı olarak izzeti kazandırıyor. Âhiret mükâfatının ise bizim algılayabileceğimiz güzelliklerin çok fevkinde olduğunda şüphe yoktur.
Askeri olarak maddi planda galibiyet veya mağlubiyet her zaman mümkündür. Rabbimiz günleri aramızda döndürmektedir. Önemli olan fert ve toplulukların nerede durdukları, tercihlerini hangi yönde yaptıklarıdır.
Gazzeli Müslümanlar, Allah’ın dininden, insaniyetten, izzetten yana tercihte bulunup bunda da sebat ettikleri, Firavunların yakıp yıkmalarına, soykırım saldırılarına boyun eğmeyip Allah için direnmeyi seçtikleri için her halükârda büyük fotoğrafta kazananlardan olacaktır.
Bizlere düşen, Gazze mektebinin talebeleri olmayı başarmaktır. Hayatımızı ve tercihlerimizi, Gazze mektebinin müşahhas öğretileri çerçevesinde yeniden gözden geçirmek, muhasebeye tâbi tutmak ve bu mektebin bize yeniden hatırlattığı “Hayat iman ve cihaddır” şiarını kendimize temel hayat ölçüsü edinebilmektir.