Mirac

Acaba mirac nedir, mirac diye bir hadise vuku bulmuş mudur? İman edilmesi gereken bir hakikat midir, yoksa uydurma bir hikâye midir? Bu sorulara cevap bulmak gerekir.

MİRAC İSLAM’IN NERESİNDEDİR?

Giriş

Bu gecenin mirac kandili olduğu söyleniyor. Camiler akşama mevlidli kutlamalara hazırlanıyorlar. TV’lerin canlı yayın araçları camilerin avlusunda erkenden konuşlanmaya başladılar ki, bu ‘mübarek kandil’ kutlamalarını ülkenin her köşesine kadar yaysınlar…

Geleneksel İslam anlayışı kandil bakımından oldukça zengin. Mirac da bunlardan biri. Ama acaba mirac nedir, mirac diye bir hadise vuku bulmuş mudur? İman edilmesi gereken bir hakikat midir, yoksa uydurma bir hikâye midir? Bu sorulara cevap bulmak gerekir.

Mirac Nedir?

İsra suresi, “kulunu” bir gece el-Mescidi’l-Haram’dan el-Mescidü’l-Aksâ’ya götüren Allah’ı tenzih ederek başlamaktadır. Bu ayette zikredilen ‘kul’un Rasulullah Muhammed (sav) olduğunda adeta bir ittifak vardır. Fakat Rasulullah’ın Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya gidiş keyfiyeti, ne zaman gidildiği, nasıl gidildiği, rüyada mı gitti, bedenen mi gitti gibi hususlarda daha fazla açıklayıcı bilgi mevcut değildir. Hz. Aişe’nin Rasulullah’ın isra’sı sadık rüyadan ibaretti dediği mervîdir.[1]Dolayısıyla İsrâ hadisesine ayette zikredilen kadarıyla inanmak ve bunun ötesinde, gaybı taşlamak babından yorumlara girişmekten kaçınmak gerekir.

Mirac ise, Mescidi Aksa’dan başlayan, Rasulullah’ın oradan göklere, daha doğrusu Allah’ın katına çıktığına inanılan bir ‘yükseliş’ hikâyesidir. Miracın tarihi kesinlikle belli değildir lakin hicretten bir buçuk sene kadar önce, Recep ayının 27. gecesinde vuku bulduğuna dair bir zan oluşmuş ve bu zan bilahare galip hale gelmiştir.[2] Bu gecenin kandil olarak kutlanması işte bu zanna dayanmaktadır.                                                                                                                                        

Mirac hadisesi, en azından bilinen haliyle Kur’an’da zikredilmez. Bu anlatım tamamen hadislere dayanmaktadır. Buhari gibi ‘sahih’ hadis kitaplarının en uzun rivayetlerinden biri de miracı anlatan hadislerdir.

Rivayetlerde Mirac

Bu yazıda, Kur’an’dan sonra en sahih kaynak payesine sahip Buhari’nin Sahih’inde geçen hadisleri esas alarak, gelenekte miracın ne ve nasıl olduğunu ortaya koymaya çalışacak, ardından da Kur’an/İslam açısından kritiğini yapmayı deneyeceğiz.

Buhari, Sahih’in 8. Kitabı olan Salat’a, “İsrada namaz nasıl farz kılındı?” bab başlığıyla başlamakta ve ilk olarak Enes b. Malik’in şu uzun hadisini kaydetmektedir:

Enes b. Malik Ebu Zer’in şöyle dediğini anlatmaktadır: Rasûlullah (sav) şöyle dedi: “Ben Mekke’deyken evimin[3] tavanı yarıldı, Cibrîl beni alıp götürdü göğsümü yardı,[4] sonra onu zemzem suyu ile yıkadı. Sonra, içi hikmetle ve imanla dolu, altından bir leğen getirdi ve içindekini göğsüme boşalttı. Sonra göğsümü kapattı, ardından elimden tuttu ve beni dünya semasına yükseltti (urûc ettirdi).

Cibrîl, göğün bekçisine “kapıyı aç!” dedi. (İçerdeki), “kimsin?” dedi, “Cibrîlim” dedi. İçerdeki, “yanında başka kimse var mı?” diye sordu, “Evet, yanımda Muhammed (sav) var” dedi. İçerdeki: “ona (davet ya da risalet) gönderildi mi?” dedi. Cibrîl ‘evet’ dedi.

Kapı açılınca dünya semasının üstüne çıktık. Bir de ne göreyim: Bir adam oturmuş, sağ tarafında bir takım karaltılar, sol tarafında da diğer karaltılar var. Sağına baktığında gülüyor, soluna baktığında ağlıyor.

O zat “hoş geldin salih Nebî, salih oğul!” dedi. Ben Cibrîle, “bu kim?” dedim. Cibrîl, bu Âdemdir. Bu sağındaki ve solundaki karaltılar, oğullarının canlarıdır. Sağındakiler, cennet ehli, solundaki siyahlar ise cehennem ehlidir. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar dedi.

Derken Cebrail beni ikinci semaya yükseltti. Bekçiye ‘kapıyı aç!’ dedi. Oranın bekçisi, birinci semanın bekçisinin sorduklarını sorduktan sonra kapıyı açtı.

Enes dedi ki, Ebu Zer Rasûlullah (sav)’in göklerde Âdem, İdris, Musa, İsa ve İbrahim (sav)i bulduğunu söyledi fakat her birinin yerlerinin neresi olduğunu söylemedi, sadece Âdem’i dünya semasında bulduğunu, İbrâhim’i altıncı kat semada bulmuş olduğunu söyledi.[5]

Enes der ki, Cibrîl Nebîyi İdris’e götürdüğünde İdris, ‘hoş geldin ey salih Nebî, salih kardeş!’ dedi. Nebî, ‘bu kim?’ diye sordum dedi. Cibrîl: ‘bu İdristir’ dedi. Sonra Musa’ya uğradım, o da ‘hoş geldin ey salih Nebî, salih kardeş’ dedi. ‘Bu kim?’ diye sordum, ‘bu Musâ’dır’ dedi. Sonra İsa’yauğradım. O da ‘hoş geldin ey salih Nebî, salih kardeş’ dedi. ‘Bu kim?’ dedim. Cibrîl ‘İsa’dır’ dedi. Sonra İbrâhim’e uğradım, ‘hoş geldin ey salih Nebî, salih oğlum’ dedi. ‘Bu kim?’ dedim, İbrahim’dir dedi.

Peygamber devam etti: Sonra Cebraîl beni yukarıya götüre götüre nihayet kalemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere çıktım. O zaman Allah, ümmetime elli vakit namazı farz kıldı. Bunu yüklenerek döndüm. Derken Musâ’ya rast geldim. Musâ, ‘Allah, ümmetine neyi farz kıldı?’ diye sordu. Elli (vakit) namaz farz kıldı dedim. ‘Rabbine dön, zira ümmetin buna takat getiremez’ dedi. Allah’a müracaat ettim, bir miktarını indirdi. Ben de Musâ’nın yanına dönüp, şatrını indirdi dedim. O yine, Rabbine müracaat et, zira ümmetin takat getiremez dedi. Bir daha müracaat ettim. Birazını indirdi. Musâ’nın yanına döndüm, o yine ‘Rabbine dön, zira ümmetin buna takat getiremez’ dedi. Bir daha müracaat ettim Allah: ‘Onlar beştir, yine onlar ellidir. Benim nezdimde hüküm değiştirilmez’ buyurdu. Musâ’nın yanına döndüm, o yine ‘Rabbine dön’ dedi. Ben de ‘Artık Rabbimden utanır oldum’ dedim. Sonra Cebraîl ta sidretül müntehaya birlikte varıncaya kadar beni götürdü. Sidreyi öyle acaip renkler kaplamıştı ki, onlar nedir, bilemem. Cennete girdirildim ki içinde inciler vardı. Toprağı da misk idi.”[6]

İkinci hadis, Buhari’nin Menakıbu’l-Ensar kitabının 42/Mirac babından yine uzun bir rivayettir. Hadisin ravisi yine Enes b. Malik’tir ve bu kez Malik bin Sa’sa’dan rivayet etmektedir. Biz bu hadisin tamamını değil, sadece, öncekinden farklılık arzeden kısımlarını öne çıkartacağız.

Bu hadiste Nebî (sav), (seyahat ettirilmedin önce) kendi evimde değil de, Hatim’de ya da Hıcr’da yatıyorken ‘birisi’ gelip göğsümü yardı demektedir. Enes de eliyle işaret ederek, güya boğaz çukurundan kıl bittiği yere kadar (yani ön mahallin) yarıldığını anlatmaktadır. Sonra kalbi çıkarılmış; içi imanla dolu bir altın tas getirilmiş ve kalbi onunla yıkanmış. Kalbin içine (iman) doldurulmuş ve yerine iade edilmiş. Ardından, katırdan küçük eşekten büyük, Burak adı verilen beyaz bir binit (dâbbe) getirilmiş. Enes, o binitin, adımını gözünün erişebildiği en uzak yere attığını söylemektedir. Peygamber binitin üzerine bindirilmiş ve Cebrail onu alıp götürmüş.[7]Yukarıdaki hadiste anlatıldığı veçhile, dünya semasında Adem’le buluşmuş.[8] Cebrail, “Bu, baban Âdem’dir, ona selam ver” demiş, o da selam vermiştir. Âdem selama karşılık vererek, ‘merhaba ey salih oğul, salih Nebî’ demiştir.

Sonra Cebrail’le çıkmaya devam etmişler. İkinci semada Yahya ve İsa ile buluşmuş ve selamlaşmşlar. Üçüncü kat semada Yusuf’la; dördüncü semada İdris’le; beşinci semada Harun’la altıncı semada Musâ ile buluşmuş ve aynı selamlaşma faslı aynı kalıp cümlelerle yinelenmiştir. Fakat orada ilginç bir şey olur; Muhammed (a.s) geçtikten sonra Musa ağlamaya başlar. ‘Neden ağlıyorsun?’ diye sorulduğunda şu cevabı verir: “Benden sonra genç bir insan Peygamber gönderildi; onun ümmetinden cennete girenlerin sayısı, benim ümmetimden cennete girenlerin sayısından daha çoktur. Onun için ağlıyorum.” Yolculuk devam eder ve yedinci semada İbrahim’le karşılaşır.

Bundan sonra Peygamber önünde sidretül müntehâ sahası açılır. Sidrenin yemişleri Yemen’in Hecer (kasabası) testileri gibi, yaprakları da fil kulağı gibidir. Cibrîl, “işte bu Sidretül Müntehâdır” diye tanıtır. Sidre (ağacı?) altından dört nehir akmaktadır; nehirlerin ikisi bâtın, ikisi de zahirdir! Peygamber (a.s), ‘Ey Cibrîl, bunlar nedir?’ diye sorar. Şu cevabı alır: “Bâtın nehirler cennetteki iki nehirdir. Zahir nehirlerin biri Nil, diğeri de Fırat’tır.”

Bundan sonra Peygamber için Beytü’l-Ma’mur yükseltilir. Peygamber’e, birinde şarap, birinde süt, diğerinde bal olan üç kâse sunulur. O, süt dolu kâseyi alır. Cebrail şöyle der: “o fıtrattır, sen ve ümmetin o fıtrat üzeresiniz.”

Bundan sonra Peygamber’e her gün için elli vakit namaz farz kılınır. (Sümme furidat aleyye es-salavâtu’l-hamsîne salâten kulle yevmin). Dönüşte Musâ’ya uğrar. Musâ, Muhammed (a.s)’ı ikaz ederken şöyle der: “Ümmetin günde elli vakit namaza güç yetiremez. Allah’a yemin olsun ki ben senden önce insanları tecrübe ettim ve İsrailoğulları’yla, senin mücadelenden daha fazla mücadele ettim. Dolayısıyla sen şimdi Rabbine dön ve O’ndan, ümmetin için hafifletmesini iste.” Rabbine her dönüşünde on vakit azaltılır. (fe-vada’a annî aşran). En sonda beş vakit kaldığında Musa, ilk itirazının aynısını bir daha tekrarlar. (Sanki niyeti, namazı sıfırlamakmış gibi…) Fakat Muhammed (a.s.) der ki, “Rabbimden istedim ve artık haya eder oldum. Artık buna razı ve teslim olacağım.”

Peygamber (a.s) Musâ’nın yanından geçtikten sonra bir münadî arkasından şöyle seslenir: “Farz kıldığımı tasdik eyledim, kullarımdan (fazlasını) hafiflettim.”[9]

Üçüncü olarak, Buharî’nin Tevhid kitabının 37. babında yer alan mirac hadisine yer vermek istiyorum. Hadis yine Enes bin Malik’e aittir. Bu hadise göre Rasûlullah (sav) Kâbe mescidinden gece yolculuğuna çıkartılmıştır. Henüz kendisine vahyedilmeden önce, Mescid-i Haram’da uyumaktadır. Kendisine üç kişi gelir ve birincisi, “o hangisidir?” diye sorar. İkincisi, “o en hayırlı olandır” diye cevaplar. Üçüncüsü, “hayırlı olanını alın” der. O gece Peygamber onları görmemiştir. Diğer gece tekrar gelirler; Peygamber’in gözleri uyuyor, kalbi uyumuyordu, görüyordu. Konuşmadan onu alır götürür, zemzem kuyusunun yanına koyarlar. Üç kişiden Cibrîl, Peygamber’in döşünden boğaz çukuruna kadar olan kısmı yarar, göğsünü ve karnını boşaltır. Onu kendi eliyle zemzem suyu ile yıkar, karnını temizler. Cebrail’e, bir altın leğen getirilir. Leğenin içinde, içi iman ve hikmet dolu altın bir tas vardır. Onunla göğsünü ve boğaz damarlarını doldurur. Sonra onu kapatır. Akabinden Peygamber’i dünya semasına çıkartır. Semada, Peygamberlerle bildik buluşma hikayesi tekrarlanır.

Semada, önceki dört nehirden başka olarak, üzerinde inci ve zebercedden bir köşk bulunan bir başka nehir vardır. Bu, Kevser ırmağıdır ve misk kokmaktadır. Allah o ırmağı Muhammed (sav) için bekletmektedir.

Bu hadiste Peygamber’in, her semada Nebîlerin bulunduğunu, onlardan mesela İdris’i ve Harun’u aklında tuttuğunu ama beşinci kattakinin ismini ezberleyemediğini söylediği yer almaktadır. Musa ile İbrahim’in katları da bu rivayette yer değiştirmiştir. Böyleyken Musâ şöyle demiştir: “Rabbim! Hiç kimsenin benden daha yükseğe çıkartılacağını zannetmiyordum.”

Hadiste Peygamber (a.s)’ın sidretül müntehaya kadar yükseltildiği, Rabbul İzzet Cebbar’ın ona yaklaştığı, Muhammed’e iki yay arası kadar sarktığı (kâbe kavseyn), hatta daha da yakınlaştığı anlatılıyor.[10] Bundan sonra, elli vakit namazın emredilişi ve onu takip eden malum hikaye anlatılmaktadır. Bu hadiste şöyle bir farklılık var: Nebî (sav), sanki onunla bu hususta istişare etmek, fikrini almak istermiş gibi Cebrail’e döner. Cebrail, “eğer istiyorsan, yapalım!” anlamında işaret eder ve Peygamber’i Cebbar’a yükseltir. O, mekânındaydı ve “Rabbim! Bizden hafiflet! Şüphesiz ümmetim buna güç yetiremez!” diye niyaz etti…

Yine bir farklılık olarak bu hadiste Peygamber, Musa’nın uyarısı neticesinde Allah’ın katına yeniden gitmek için Cebrail’e dönerek adeta ondan onay istemekte, Cebrail de istediği onayı vermektedir. Beşinci kez gittiğinde ise Allah’ın, “Muhammed! Şu bir gerçek ki, bizim katımızda söz değiştirilmez. Senin üzerine Ümmül Kitap’ta farz kıldığım gibidir.” dediği ilave edilmektedir. Ve ayrıca, beş vakit namaza karşı elli vakit sevap verileceği mealinde bir söz söyler. Hadisin bitiminde Enes diyor ki, Peygamber uyandı, kendisi Mescid-i Haram’daydı.[11]

Miracı sadece Buhari’nin üç hadisinden özetlemeye çalıştım. Kütüb-i Sitte’nin diğer kitaplarına ve hele de muahhar hadis kitaplarına başvurduğumuz taktirde, miracla ilgili teferruatın yüzlerce sayfa tutacağı kesindir. Fakat mirac rivayetinin özeti budur.

Şimdi bu rivayeti Kur’an ışığında değerlendirmek istiyorum.

Mirac Eleştirisi

Bir: Mirac bahsinde ilk itirazımız şu olmalıdır: Mirac olayı Kur’an’da kesinlikle anlatılmamakta, sadece hadislerde haber verilmektedir. İsra suresinin ilk ayetinde ‘isrâ’ anlatılmakta, mirac hiçbir şekilde söz konusu edilmemektedir. Kur’an’da zikri geçmeyen, gayba ait bir haberin de İslam açısından hiçbir değeri yoktur. Hele de miracı bir itikad (inanç maddesi) haline getirmek son derece yanlış ve tehlikelidir. Çünkü Din (akide) sadece Allah’ın buyurduklarıdır. Hadisler, itikad maddesi belirlemede asla kaynak olamazlar. İtikadımızı hadislere havale ettiğimiz takdirde, Kur’an’ın vaz ettiğinden başka bir Din’le karşı karşıya kalacağımız açıktır. Nitekim bugün yaşanan da budur. Allah’ın Dini’nde mirac yoktur ama gelenek dininde mevcuttur ve Recep ayının 27. gecesinde kandili kutlanan mirac işte bu dinin miracıdır.

Necm suresinin ilk 18 ayetinin miracı anlattığını ileri süren meal ve tefsir yazarları varsa da, bu, tutarsız bir iddiadır. Çünkü Necm suresinin o ilk ayetleri miracı değil, Rasulullah (sav)’in ilk vahiy alışını, Cebrail’le ilk muhatap oluşunu anlatmaktadır.[12] Necm suresi, risaletin ilk yıllarında inmiştir. Oysa mirac hadisesisin hicretten bir buçuk sene önce gerçekleştiği ileri sürülmektedir.

İki: Miraca yükselmeden önce Peygamber (a.s)ın göğsünün yarıldığı, kalbinin altın bir leğen içinde yıkandığı gibi anlatımlar tamamen uydurma hikâyelerdir. Bu uydurma rivayetleri esas alarak Peygamber’in göğsünün yarıldığına inanmak, müslümanın inanması gerekenler listesinde yoktur. Peygamber’in göğsü yarılmış ve özel bir operasyondan geçirilmiş olsaydı, onun biz ümmeti için ‘üsvetün hasene’ olma özelliği tamamen ortadan kalkardı. Bizim göğsümüz yarılıp da altın bir leğen içinde melekler tarafından yıkanmadığına göre, onun da yarılmamış ve yıkanmamış olması icap eder.

Üç: İsra ve mirac için ilk ayete kaynak gösterilen İsrâ suresinin bizzat kendisi, bilakis mirac tasavvurunu yalanlamaktadır. Buna göre, Peygamber’in göklere gidip gelmesi isteği, Mekke kâfirlerinin bir isteğidir. Yani bu bir müşrik talebidir ama kesin bir dille reddedilmiştir. Şöyle ki: Mekke kâfirleri Peygamber (a.s)’a gelerek bir dizi istekte bulunurlar; eğer bu isteklerini yerine getirirse ona inanacaklardır! İsteklerinden biri de, Peygamber’in göğe yükselmesidir (terqâ fi’s-semâ). Fakat o kadar uyanık(!) adamlardır ki, Peygamber’in, göğe gittim-geldim diye kendilerini kandırmaması için, bir de oradan yazılı bir belge getirmesini şart koşmaktadırlar. Peki, bu kâfirce isteklere karşı Allah’ın, Peygamberine verdirdiği cevap nedir? Cevap, “miraca çıktım, çıkacağım” gibi bir açıklama olmayıp şudur:

“De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?” (17/İsra, 93).

Bu cevap, bütün mirac senaryolarını bir çırpıda alt-üst etmektedir. Çünkü Peygamber’in bir beşer olduğu hatırlatılmakta, bir beşer olarak böyle bir işe asla girişemeyeceği, böyle bir yükselmenin (urûc) asla mümkün olmadığı, beşeriyet yasasında bunun imkânsızlığı anlatılmaktadır. Fakat o günkü müşriklerin buna benzer olağanüstü beklentileri nasıl hiç bitmemişse, bugünkü şirkle karışık kafalar da Peygamber’i bir türlü ‘normal’ bir insan olarak kavramaya istekli görünmemektedir. Olağanüstülükler göstermeyen, “içimizden biri” (Necm suresinde ‘sahıbukum’ diyor yani arkadaşınız/dostunuz Muhammed…) Muhammed, müşrikler için hiçbir zaman teskin edici gelmemektedir…

İsra suresinin 95. ayeti, bu zihniyet için konuyu biraz daha açmakta, anlamayanlar için meseleyi biraz daha anlaşılır hale getirmektedir. Şöyle diyor ayet: “Eğer yeryüzünde yerleşik yaşayan kimseler melekler olsaydı, elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek gönderirdik!” (17/İsra, 95).

Yeryüzünde yaşayanlar insan olduğuna göre, onların bütün meseleleri, gökte değil, yeryüzündedir. Peygamber’in göğe çıkması onların hiçbir işini çözmeyecek, hiçbir şekilde onlara örneklik teşkil etmeyecektir. Peygamber’in göğe çıkmasına gerek yoktu, çünkü ‘gök’ zaten onun katına tenezzül etmişti…

Dört: Mirac hadislerinde geçen şu, her semada bir Peygamber’in ikamet etmekte oluşunu nasıl açıklamalı? Niçin sadece sekiz Peygamber mirac yolculuğunda Peygamber’in karşısına çıkartılmaktadır? Niçin hepsi de, ‘kes-kopyala-yapıştır’ formatında aynı sözlerle misafiri karşılamada, aynı biçimde selamlaşılmaktadır? Bu kadar ince-detaylı karşılama protokol kurallarını acaba kimler yakıştırmıştır?

Zikri geçen peygamberler ölmediler mi? Yoksa, ölen her Peygamber semanın bir katına mı yerleşmektedir? Zikredilen Peygamber isimleri, mirac hikâyesinin İsrailî kaynaklı değilse bile, İsrailî bir süreçten geçtiğini mi göstermektedir?

Bir de, belki burası yeri değildir ama birinci semada, peygamberlerin ilki olarak Âdem’in zikredilmesi de tutarlı değildir. Zira Âdem’in Peygamber olduğuna dair bir karine mevcut değildir.

Beş: Mirac hadislerinin İslam itikadı açısından en tehlikeli kısmı, Peygamber’le Allah’ı buluşturması, bir beşeri, Allah’ın makamına girdirmesi, Allah’a zaman ve mekân isnad etmesidir. Peygamberimizin Sidretü’l-Münteha’da Cenabı Hakk’ın cemalini kemiyetsiz, keyfiyetsiz, hailsiz ve perdesiz bir şekilde müşahede ettiğini ileri sürenler,[13] mistik hezeyanlar savurmada hiçbir bir engel tanımamaktadırlar. Bu mistik hezeyanlar tarihin hakla-batılı karıştıran, içinde taşıdığı her türlü şirk kültürünü İslam mahallesine doğru sürükleyen azgın sel suları misali kültür önünde daha ne utanmaz hezeyanlara dönüşür. Alevi-Bektaşi kültürü mirac esnasında Cebrail’le Peygamber’in karşısına bir arslan çıkartır. Arslan, kükremesiyle Peygamber’i korkutur. Peygamber arslanın ağzına mührünü atarsa da, bir yandan da içinden, “Amcamın oğlu Ali burada olsaydı, bu arslanın hakkından gelirdi” diye geçirir. Yoluna devam eder, Allah’ın huzuruna çıkar. Allah’ın yüzünü görür. Allah’la arasında, sessiz ve sözsüz doksan bin sır söyleşilir. Bu arada Peygamber, Allah’la arasındaki perdenin kaldırılıp kaldırılmayacağını sormak cesaretini gösterir. Perde kaldırıldığında bir de ne görsün, orada duran Ali’dir![14]

Oysa Cenabı Hak, asansör gibi bir vasıta ile yanına çıkılabilecek, son bir perdeden sonra makamına girilip bizzat, baş başa görüşülebilecek birisi değildir. Bu, ancak paganların tanrısı olabilir ama Kur’an’ın Allah’ı kesinlikle değildir. Allah’ın eşi, benzeri, dengi yoktur. (İhlâs suresi). Hiçbir şey / hiç kimse O’nun misli, benzeri değildir. (42/Şura, 11). O, gözleri idrak eder ama gözler O’nu idrak edemezler (6/En’am, 103); duyu organları O’nu kuşatamazlar. Musa Allah’ı görememişti (7/A’raf, 143), Muhammed (a.s) da dâhil, hiçbir beşer O’nu görmemiştir, göremeyecektir.

Buhari’nin Enes-Ebu Zer hadisinde Peygamber’e, “kalemlerin cızırtılarını duyacak kadar yüksek bir yere” çıktığı sözleri isnad edilmektedir. Bu sözler Allah’ın katını, sanki bir karargâh, bir nevi istasyon, bir yönetim yeri gibi tasavvur eden, Allah’ı cisimleştirmeye ve insana benzetmeye yatkın bir aklın ürünüdür. Kur’an İslam’ında böyle bir Allah tasavvuru yoktur.

Altı: Mirac hadislerinin, Allah’a mekân isnadından sonraki en galiz iftirası, elli vakit namazın beş vakte indirilmesine ilişkin seremonidir. Buna göre Allah Teâlâ ilk önce Peygamberine elli vakit namaz emretmiş, Peygamber (a.s) da bu emre karşı hiç ses çıkartmamıştır. Fakat dönüş yolunda Musa (a.s)’ın uyarısı ve akıl vermesi sonucunda ayıkmış (Peygamber’i tenzih ederiz), ama yine kendi iradesi ile değil, Musa’nın yönlendirmesiyle Allah Teâlâ’ya dört defa başvurarak, namazın azaltılmasını istemiş, Allah da her seferinde indirim yapmıştır. Bu uydurma senaryoya göre namaz, risaletin 11 ya da 12. yılında farz kılınmıştır ki buna nasıl inanmalıdır? Buna inanmak için, Peygamber ve mü’minlerin 11-12 senedir namaz kılmadıklarını, ya da farz olmayan bir namazı kıldıklarını mı düşünmeliyiz? Bu durumda, mesela ilk üç sureden biri olan Müddessir’de, kâfirleri cehenneme girdirecek günahlardan birinin de namaz kılmamaları olduğunu nasıl izah etmeliyiz? Kısacası, bütün nebilere emredilen namaz, Muhammed (a.s) risaletinin ilk gününden itibaren biliniyor ve kılınıyordu, hicrete bir buçuk sene kala farz kılınmamıştı.

Allah Teâlâ’nın, elçisine elli vakit namaz emredip de dört defa emrini geri çekmesi mümkün müdür? Tam dört kere görüş değiştiren (hâşâ, tenzih ederiz) Allah tasavvuru, hangi Müslümanın imanına sığabilir? Allah Teâlâ ve iki Peygamberi, neden meseleyi, en kötüsü ikinci defada kökünden hallederek namazı beşe indirmiyor da, dört defa kendisine başvurulmasına göz yumarak, olayın bu kadar utanç verici hale gelmesine razı oluyor?

Musa (a.s), Allah’ın emrine karşı nasıl bu kadar cesur olmaktadır? Hem Musa Peygamber ölmemiş miydi; nasıl olup da altıncı semada bulunup, son Peygamber’le mübahase yapmaktadır? Neden Musa’nın düşündüğünü -hem de kendi ümmeti olduğu halde- Muhammed (sav) düşünememektedir? O Peygamber değil miydi, tasavvuf dininde, Adem henüz su ile toprak arasındayken Peygamber yapılan? Kainatın yüzü-suyu hürmetine yaratıldığı yalanını izafe ettikleri, o Nebi değil miydi?! Bu rivayette Muhammed (sav)’in tamamen edilgen, sadece söyleneni yerine getiren, iradesi neredeyse sıfırlanmış, güdülmeye müsait bir kişi pozisyonuna düşürüldüğü, neden fark edilmemektedir? Kısacası bu rivayetler iğrençtir, akıl, iz’an, idrak ve ahlak dışıdır. Bunları başta Allah’tan, sonra da Peygamberlerden teberri etmek gerekir. Allah’ı, Kur’an’ı, İslam’ı ve Peygamberleri bu yüz kızartıcı ve akideyi bozucu iftiralardan tenzih etmek gerekir.

Sonuç

İslam akidesini bütün bu şirk unsurlarından arındırmamız gerekmektedir. “Rasulullah’ın uyanıkken bizzat şahıs olarak semaya, Allah’ın dilediği yere kadar miraca çıkmış olması haktır” diyenlerin[15] akidesi benim akidem olamaz. Bugün (28 Haziran 2011) birçok muhafazakâr gazete miraç kandili ilavesi vermekte, miraç yazıları yayınlamakta, internette bugün neler yapılacağına dair bilgiç öneriler yapılmakta, yazışma gruplarında aymaz bir dille mirac kandili kutlanmaktadır. Müminler olarak ne yaptığımızı iyi bilmemiz gerekir. Allah’ın Rasulü bize böyle bir Din bırakmadı. Bu Din, siyasetleri gibi din anlayışları da uzlaşmacı, işbirlikçi, cehalete dayanan, düzeysiz kişi ve grupların oyun ve eğlence unsurları olmamalıdır.

Selam hidayete tabi olanlaradır.

 

Mehmed Durmuş

 


[1] -İbni Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Dımaşk-Beyrut-2005, s. 349.

[2] -Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. Ank-1985, II/262.

[3] -Bu evin, Peygamber’in kendi evi değil, Ebu Talib’in kızı Ümmü Hani’nin evi olduğu da söylenmektedir. (Tecrid, II/273).

[4] -Göğsün yarılması (şarh-ı sadr) için, ilgili yazımıza bakılabilir.

[5] -Halbuki Buhari ve Müslim’in değer bazı hadislerinde Ebu Zer’in, Peygamber’in Adem’e 1. semada, Yahya ve İsa’ya 2. semada, Yusuf’a 3. semada, İdris’e 4. semada, Harun’a 5. semada, Musa’ya 6. semada ve İbrahim’e 7. semada rastladığını söylediği kayıtlıdır. (Tecrid, II/275).

[6] -Buharî, Sahih, 8/Salât, Bab: 1, I/91-93.

[7] -Tecrid-i Sarih mütercimi Kamil Miras, Beyhakî’nin Delaili’n-Nübüvve’sinden, Buhari’nin bu hadisinde eksik kaldığına inandığı şu kısmı ilave etmektedir: “Sonra ben Cibril ile beraber Beyt-i Makdis’e vardım. Namaz kıldım. Bütün peygamberler de benimle kıldılar. Sonra âlî makamlara çıkılacak bir Mi’rac, bir merdiven kuruldu. [Kamil Miras bunun bildiğimiz bir merdiven değil, asansör benzeri bir vasıta olduğu görüşünde]. Buna Cibrîl ile bindirildim ve onunla beraber yükseldim.” Tecrid, X/66.

[8] -Hadisin metninde her sema kapısına gelindiğinde, içerideki her Peygamber’in Muhammed’i kastederek “Ona gönderildi mi?” (ve qad ursile ileyhi?) şeklindeki sorusunu Kamil Miras “Ona vahiy ve Mi’rac”, “Ona Mi’rac daveti” veya “Mi’rac için vahiy” şeklinde tercüme etmiştir. (Tecrid, X/67 vd.). Bu da açık bir tahriftir.

[9] -Buharî, Sahih, 63/Menakıbul Ensar, bab:42, IV/248-250; Tecrid-i Sarih Tercümesi, 1551. hadis, X/65-72.

[10] -Hadisin bu kısmı, Necm suresinin ilk ayetlerine gönderme yapmaktadır.

[11] -Buharî, Sahih, 97/Tevhid, Bab: 37, VIII/203-205.

[12] -Muhammed Esed, ayetleri tamamen bu şekilde yorumlamıştır.

[13] -Fethullah Gülen, Prizma-4, İst-2004, s. 209.

[14] -Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik-Bektaşîlik, İst-1994, s. 247.

[15] -Haşiyetu’l-Kestelli Alâ Şerhi’l-Akâid, İst-1973, s. 174.