Altın, elmas, kalay, gümüş gibi doğal kaynakların; kakao, şekerkamışı, muz, pamuk gibi tarım ürünlerinin fışkırdığı bereketli topraklar halkları yoksullaştırmış, başka kıtaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kimi zaman işgal, çoğu zaman da kukla yönetimler aracılığıyla talan edilmiştir. Üstelik saldırganlar niyetlerini hiçbir zaman gizleme ihtiyacı duymamıştır. Meksika’nın fethi sırasında Hernán Cortés’in yardımcılığını yapan Bernal Diaz del Castillo bunu şu sözlerle açıkça ifade eder: “Tanrı’ya ve hükümdarımıza hizmet için geldik biz buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik.” Köle taşıyan gemiler belki artık okyanusu geçmiyor ama köle tüccarları çalışma bakanlığı aracılığıyla işlerini sürdürmeye devam ediyorlar.
Eduardo Galeano’nun Latin Amerika’da Batı sömürgeciliğinin bütün detaylarını ortaya koyduğu, Batının ulaşmış olduğu refah seviyesinin geçmiş karanlık yüzünü gösteren eseri gözler önüne sermektedir.
Eduardo Galeano; Montevideo,Uruguay’da dünyaya gelmiş sol düşünceli bir yazardır. Yazarın kitabı “Sel Yayıncılık” tarafından basılmış, 359 sayfadır.
Kristof Kolomb Dünyanın yaşanan bölümünün batısına doğru uzanan uçsuz bucaksız bölgeleri aşmak üzere yola koyulduğunda, efsanelerle bahse girmişti. Bütün her şeye meydan okuyordu. Ona: Korkunç fırtınalar patlayacak ve gemilerini birer ceviz kabuğu gibi sürükleyip canavarların sofrasına götürecekti. Büyük deniz ejderi avını beklemekteydi. İnsan etine doyma hayali içinde 15. yüzyıl insanları, dünyanın kıyamet alevleri içinde yok olup arınmasına sadece bir yıl kaldığı inancını taşıyorlardı. O zaman ki dünyada, Akdeniz kıyıları ile bu kıyıların ardında belli belirsiz uzanan Afrika’yla Doğu’dan ibaretti. Portekizli denizciler, Batı rüzgârının bazen acayip cesetler ve tuhaf yontmalı odunlar sürükleyip getirdiğini söylüyorlardı yeminler ederek. Ama hiç kimse yeryüzünün yeni bir kıta kazanmak üzere olduğunu aklının ucundan dahi geçirmiyordu.
Sadece adı yok değildi Amerika’nın .Norveçliler onu çok zaman önce keşfetmiş olduklarından habersizdiler. Kolomb’un kendisi de, Batı yolundan ilerleyerek Asya’ya ulaşmış olduğu inancı içinde öldü. İspanyol çizmesi 1492’de ilk kez Bahama kumsallarına bastığında, amiral bu toprakları, masal adası Cipango’nun, yani Japonya’nın bir uzantısı sanmıştı. Sayfalarının kenarları kendi notlarıyla dolu olan bir Marco Polo Seyahatnamesi getirmişti. Marco Polo şöyle diyordu:
” Cipangolularda bol altın vardır ve onların bu altını çıkardıkları maden yatakları tükenmek bilmez… Gene bu adada, en saf doğu incileri bulunur sepetler dolusu. Pembe, yuvarlak ve kocamandır bu inciler ve beyaz incilerden çok daha değerlidir .” Cipango’nun zenginliği Kubilay Han’ın kulağına da gelmişti. Hükümdar adayı fethe girişmiş, ama başaramamıştı.
Marco Polo’nun baş döndürücü sayfaları, yaradılışın bütün nimetleri ile doluydu: Yaklaşık 13 bin Ada vardı Hint denizlerinde, altından ve inciden dağlarla süslüydü bunlar. Ayrıca, başta beyaz ve karabiber olmak üzere bütün baharatlar yığın yığındı.
Avrupa’da kışın etlerin kalitesini ve tadını korumak bakımından tuz ve biberler kadar, karanfil, zencefil sarımsak, muskat ve tarçında geçerliydi ve çok aranıyordu. İşte bu nedenle, İspanya’nın Katolik hükümdarları doğrudan doğruya kaynaklara götüren yolu deneme macerasını finanse etmeye karar verdiler. Doğunun gizemli bölgelerinden gelen baharat, tropik bitki muslin, kesici ve batıcı silah ticaretinin kaymağını yiyen aracılar zincirinden kurtulmak istiyorlardı. Lanetli denizleri aşma fikrini akıllara düşüren nedenlerden biri de, Avrupa’da değişim aracı olarak kullanılan değerli madenlerin çekiciliğiydi. Gerçekten de o çağda tüm Avrupa’nın gümüşe ihtiyacı vardı.
İspanya o sırada yeniden fetih çağını yaşıyordu. 1492 görkemli sonuçlara yol açan o mutlu coğrafya hatasının doğurduğu Yeni Dünya’nın fetih yılı olduğu gibi, Grenada’nın geri alınışının da yılı olmuştur. Akıllıca bir evlilik ile o güne kadar rakip durumda olan krallıklarını bir bayrak altında birleştiren Aragon kralı Fernando ile Kastilya kraliçesi İsabel,1492 başında, İspanyol topraklarındaki son Müslüman kalesi Grenada’yı fethettiler. Böylece, yalnızca 7 yılda yitirilen topraklar tam 8 asır sonra geri alınmış oluyordu. Ancak bu yeniden fetih savaşı, krallık hazinesinin kasalarını da tamtakır etmişti. İslam âlemine karşı Hristiyanlığın kutsal savaşı olarak kabul edilen bu mücadele sonunda 150 bin Yahudi’nin İspanya’dan sürülmesi bir tesadüf değildir. İspanya, kabzaları haç işaretli kılıçlarını havalandırarak bir ulus olduğunu ispatlıyordu. Amerika’nın keşfi macerası, Ortaçağda Kastilya’ya hâkim olan Haçlı Seferleri geleneği hesaba katılmadan açıklanamaz. Nitekim Katolik Kilisesi, okyanusun öte yanında uzanan bilinmedik topraklarına kutsal bir karakter affetmekten çekinmemiş ve Valencialı Papa Alexander, Kraliçe İsabel’i Yeni Dünya’nın da kraliçesi ilan etmiştir. Böylece, Kastilya Krallığı’nın genişlemesiyle birlikte, Tanrı’nın yeryüzündeki krallığı da genişlemekteydi.
Keşiften 3 yıl sonra Dominik yerlilerine karşı açılan savaşı bizzat Kristof Kolomb yönetti. Bir avuç atlı, 200 piyade ve özel olarak yetiştirilmiş birkaç yırtıcı köpek, yerlilerin hakkından gelmeye yetti. Bunlardan 500’ü İspanya’ya yollanmış, Sevilla’da esir olarak satılmış ve korkunç bir sefalet içinde ölmüşlerdir. Bu arada, bazı ilahiyatçıların itirazları üzerine yerlilerin köleleştirilmesi, 16 yüzyıl başında yasaklanacaktır. Aslında bu, bir yasaklamadan çok bir kutsamadır: Gerçekten de her sefer sonunda, fethi yöneten kumandanlar yerlilere uzun bir tebligat okumakla görevliydiler. Bir zabıt kâtibinin huzurunda okunan bu bildiride, yerliler kutsal Katolik dinini benimsemeye çağrıldıktan sonra şu sözlerle tehdit ediliyorlardı:
“Reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizleri oyalamaya kalkıştığınız takdirde, sizi temin ederiz ki; Tanrı’nın da yardımıyla, var gücümüzle üzerinize saldıracağız, amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacağız ve kilisenin ve hükümdarımızın egemenliği altına sokacağız. Sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı köle haline getirip satacağız. Hükümdarımızın emriyle bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız, mallarınızı alacağız ve sizlere elimizden gelen her türlü kötülüğü yapacağız…”
İspanyolların gözünde Amerika şeytanın uçsuz bucaksız imparatorluğuydu. Dinsel kurtuluşa ermesi olanaksız, ya da en azından şüpheliydi. Ayrıca, fetihçi birliklerin yerlilerin sapkınlığına duydukları bağnazca öfke ile Yeni Dünya hazinelerine duydukları tutkulu istek birbirine karışmaktaydı. Meksika’nın fethi sırasında Hernan Cortes’in yardımcılığını yapmış olan Bernal Diyaz del Castillo şu sözlerle açıkça ifade ediyor bunu: “ Tanrıya ve hükümdarımıza hizmet için geldik biz buraya. Fakat aynı zamanda, buradaki zenginlikler için de geldik.”
Kristof Kolomb San Salvador Mercan Adası’na ulaştığında, Antil Denizinin rengarenk saydamlığına, manzaradaki yeşilin bin bir tonuna, havanın tatlılığına ve temizliğine ve birbirinden güzel kuşlara hayran kalmıştı. Bir de , “oldukça uzun boylu, son derece iyi yürekli ve gerçekten çok güzel bir insan ırkı” olarak tanıttığı yerlilerle karşılaşmalarını şöyle anlatıyor:
“ Kırmızı renkli külahlar ve boyunlarına taktıkları cam boncuklar verdim onlara. Değersiz daha başka şeyler de verdim. Hepsini büyük bir şevkle kabul ettiler ve bize sınırsız bir dostluk ve kucak açtılar. Kılıçları incelemişlerdi merakla. O güne dek hiç böyle bir şey görmemişlerdi. Keskin tarafından yakalayıp yaralananlar olmuştu.”
Kristof Kolomb’un seyir defterinden okumaya devam edelim: “Bu arada ben de onları dikkatle incelemekte idim. Üzerlerinde altın olup olmadığını anlamak istiyordum. Nitekim içlerinden bazılarının, burunlarına açtıkları bir deliğe asılı olarak küçük bir altın parçası taşıdıklarını gördüm; işaretlerle konuşarak öğrendim ki, onların adasını dolanıp güneye doğru yol aldığım takdirde, kralının koca küpler dolusu altına sahip olduğu bir ülkeye varacaktım. Çünkü hazineyi oluşturan altındır. Bu dünyada her istediğini yapabilir altına sahip olan. Altın sayesinde ruhları cennete göndermek bile mümkündür.”
Kristof Kolomb üçüncü yolculuğunda dahi Çin Deniz’in de ilerlemeye devam ettiğini sanıyordu. Oysa Venezuella kıyılarda ulaşmaktaydı. Bu kıyıların ardında da Dünya Cenneti uzanıyordu göz alabildiğine. 16 yüzyıl başında Brezilya kıyılarını izleyerek güneye inen Amerigo Vespucci de aynı fikirdedir. O da Lorenzo de Medicis’e yazdığı raporda şöyle diyordu: “ Ağaçlar o kadar güzel o kadar tatlıydı ki kendimizi dünya cennetinde sandık.”
1503’te de Kristof Kolomb Jamaika’dan şunları yazacaktı İspanya’nın Katolik hükümdarına: “Hint ülkesinin keşfettiğimde dünyanın en büyük ve en zengin topraklarını bulduğumu sizlere bildirmiştim. Bitip tükenmek bilmeyen altınlardan, incilerden, değerli taşlardan ve baharattan da uzun uzun söz etmiştim sizlere.”
İspanyollarla Portekizlilerin Amerika destanı, Hristiyan dininin yayılması ile doğal zenginliklerin zorla ele geçirilip yağmalanmasını iç içe geçmiş tek bir şey haline getirmiştir. Avrupa gücü, bütün dünyayı egemenliği altına almak niyetiyle yola çıkmıştı. Ormanlar ve türlü tuzaklarla dolu el değmedik toprakların görüntüsü, denizciler ile soylu kumandanların olduğu kadar, ganimet ardında koşan sersefil askerlerin de tutkusunu kamçılamaktaydı.” Ölülerin güneşi” olarak simgeledikleri şan ve şeref etkisi de rol oynuyordu bunda. Ve Cortes, şan ve şerefe ulaşmanın yolunu şöyle tanımlıyordu: “Talih cesurlara güler.” Bizzat kendisi, Meksika seferini hazırlayabilmek için bütün malını mülkünü ipotek ettirmişti. Kristof Kolomb ve Macellan gibi birkaç istisna bir yana, fetih seferleri devlet tarafından değil ya doğrudan doğruya fetihçiler ya da büyük tacirler ve bankerler tarafından finanse edilmekteydi.
Evet, Meksika ve And yaylalarının derinliklerinde yığılı büyük miktarda altın ve gümüş vardı. 1519’da Hernan Cortes, Aztek hükümdarı Montezuma’nın dillere destan hazinesini ortaya çıkardı. 15 yıl sonra da Francisco Pizzaro, İnka kralı Atahualpa’yı boğdurmadan önce fidye olarak aldığı bir koca oda dolusu altınla iki oda dolusu gümüşü yollayacaktı Sevilla’ya. Kırk yıl kadar önce de İspanyol Sarayı, ilk yolculuğunda Kristof Kolomb’a eşlik eden denizcilerin hizmet tutarlarını Antillerden koparılıp alınmış altınlarla karşılamıştı. İşin sonunda Karayip Adaları, İspanyollara haraç ödemeyi tamamen bıraktı. Çünkü tamamen yok edilmişlerdi. Gerçekten de, yerlilerin bir kısmı vücutları yarı bellerine dek çamur içinde, yıkama havuzlarında altınlı kumları çalkalamak ile uğraşırken, bir kısmı da İspanya’dan getirilen ağır tarım araçları altında tarlalarda iki büklüm, yorgunluktan ölene dek çalışacaklardı. Daha da anlamlısı; Dominik’teki birçok yerli, beyaz efendilerinin kendilerine dayattığı yazgıyı hissedip önce davranarak hem çocuklarını öldürüyor, hem de intihar ediyorlardı yığınlar halinde. Resmi tarihçi Fernandez de Oviedo, Antillilerin bu korkunç kıyımını şöyle anlatıyor:
“ Çoğu, neredeyse sırf eğlence olsun diye, artık çalışmamak için zehirlediler kendi kendilerini; çoğu kendi elleriyle kendilerini astı.”
1492 tarihinin itibaren Yeni Dünya İspanyol Kraliçesi İsabella’nın ayakları altına seriliyordu. Astronomundan yamyamına, mühendisinden taş devrini yaşayan vahşisine kadar her türden insan vardı karşılaştıkları yerliler arasında. Buna karşılık, yerli uygarlıkların hiçbiri demiri ya da sabanı, camı ya da barutu bulabilmiş değildi; tekerlek de kullanılmıyordu. Denizin öte yanından gelip bu topraklara çullanan uygarlıksa, yaratıcı Rönesans patlamasını yaşamaktaydı. Bir keşif den çok bir icada benziyordu
Amerika; tıpkı barut, baskı makinesi, kâğıt ve pusula gibi, yeniçağın çalkantılı doğuşuna katkıda bulunacak olan yeni bir icattı. İki dünya arasındaki gelişim eşitsizliği, yerli uygarlıkların görece kolaylıkla boyun eşini açıklamaya yeterlidir. Hernan Cortes, Veracruz’a ayak bastığı vakit yanında sadece 100 denizci ve 508 asker bulunmaktaydı; emrinde de 16 at, 32 kundaklı yay, 10 tunç top ve çok sınırlı sayıda arkebüz, alaybozan ve tabanca vardı savaşta kullanılmak üzere. Bu kadarı yetti de arttı bile. Oysa Aztek uygarlığının başkenti Tenochtitlan, o çağda Madrid’den 5 kat daha kalabalıktı. Öte yandan Francisco Pizzaro,180 asker ve 37 atla girmişti Cajamarca’ya.
Yerlilerin başlangıçta bozguna uğramasında rol oynayan belli başlı etkenlerden biri de şaşkınlık olmuştur. İmparator Montezuma’nın Sarayı’na ulaşan haber şuydu: “ Denizin üzerinde ağır ağır ilerleyen kocaman bir tepe var.” Çok geçmeden başka bir takım bilgiler gelmeye başladı. Bir yazar şöyle anlatıyor durumu: “Topun nasıl patladığını, nasıl gürüldediğini, gümbürtüsünün nasıl yankılanarak insanı sağır edip bayılttığını kendisine söylediklerinde dehşete kapıldı İmparator. Hele bu gümbürtü ile birlikte topun ağzından kocaman bir yuvarlak taşın fırlayıp da ortalığa ateş saçtığını işitince, gözleri yuvalarından dışarı uğradı…”
‘Yabancılar onların damların hizasında taşıyan geyiklere binmiş geliyordu. Vücutları baştan ayağa sarılıydı. Sadece yüzleri görülmekte ve kireç gibi bembeyaz yüzleri, saçları sapsarı, sadece içlerinden bazıları siyah saçlı ve hemen hepsi uzun sakallı.’
Yerlilerin inançlarında beklenen mehdi inancı vardı. Avrupalıları ilk gördüklerinde bekledikleri mehdinin geri geldiğini sanıyorlardı ama yanılmışlardı. Gelenler Avrupa’nın açgözlü sömürgecileriydi. Bunu anladıklarında ise iş işten çoktan geçmişti.
Montezuma, daha bir süre önce tam sekiz kâhinin döneceğini haber vermiş olduğu tanrı Quetzalcoaltl’ın yeryüzüne indiğini sanmıştı. Avcıları bir kuş getirmişti imparatora. Kuşun başında ayna biçiminde bir taç vardı; bu aynada da, içinde batan güneşin ışıldadığı gökyüzü yansıyordu. Gene bu aynada, savaşçı birliklerin Meksika üzerine yürüdüğünü görmüştü İmparator. Tanrı Quetzalcoaltl, doğudan gelmiş ve yine doğudan gitmişti. Beyaz tenli ve sakallıydı. Ve doğu, aynı zamanda, Mayaların kahraman atalarının beşiğiydi.
Halklarıyla hesaplaşmaya gelen intikama susamış tanrıların sırtında parlak zırhlar vardı ve bu zırhlar, onlara atılan okları da, taşları da etkisiz kılıyordu. Silahları öldürücü ışıklar saçıyor ve havayı ciğerleri boğucu bir dumanla karartıyordu.
İspanyollar yerli işbirlikçilerle birlikte diğer kabilelere karşı ittifak sağlayarak birbirleri ile düşman haline getiriyordu. İspanyollar ve Portekizliler atları kutsal kökenli hayvanlar olarak tanıtıyordu yerlilere. Tıpkı develer gibi atlar da Amerika kökenliydi ama soyları tükenmişti Amerika’da. Fakat yerliler atları ilk defa görüyordu ve şaşkına dönen yerlilerin istilacılara büyük anlamlar atfetmelerine yol açıyordu. Savaş koşumlarıyla donanmış bir kaç at yerlileri çil yavrusu gibi dağıtmakta dehşet ve ölüm saçmaktaydı. Sömürgeleştirme sürecinin ilk evrelerinde, papazlar ve misyonerler atları kutsal kökenli hayvanlar olarak tanıttılar yerlilere. İspanya’nın koruyucusu Aziz Yakup’un beyaz bir at üzerinde ve Tanrı’nın sürekli yardımıyla gerek Magriblilere gerekse Yahudilere karşı bir dizi parlak zafer kazandığını söylüyordu.
Ama Avrupalıların, atlardan da etkili müttefikleri vardı, bakterilerle virüsler. Gerçekten de işgalciler, Tevrat’taki afetleri andıran bir korkunçluk içinde, çiçek ve tetanoz, çeşitli ciğer ve bağırsak hastalıkları ile zührevi hastalıklar, trahom, tifüs, cüzzam, sarıhumma, ve okutan diş çürüğünü getirdiler beraberinde, ilkin çiçek hastalığı ortaya çıktı. Bu, insanı ateşten kavuran ve etleri yarıp dağıtan bilinmedik ve iğrenç salgın, doğaüstü bir ceza değil de neydi? Bir yerli tanık şöyle anlatıyor: ”Gidip Tlaxcala’ya yerleştiler. Hastalık o zaman yayıldı. Şiddetli öksürük ve alev alev yanan çıbanlar.”
Bir başka görgü tanığı da ekliyor: ”Birçoğu bu yapışkan, bulaşıcı ve geçmek nedir bilmeyen kabarcık hastalığından ölüp gitti.” Yerliler sinekler gibi ölüyorlardı. Organizmalarının bu yeni hastalıklara karşı hiçbir direnme gücü yoktu. Ölümden kurtulanlar sakat kalıyor ve hiçbir işe yaramıyordu. Brezilyalı antropolog Darcy Ribeiro, Amerika, Avustralya ve Okyanusya’daki yerli halkın yarıdan fazlasının, beyazlarla daha ilk temas sonucu bulaşıcı hastalıklara yakalanarak öldüğünü ileri sürüyor.
“Aç Domuzlar Gibi Saldırıyorlardı Altına”
Montezuma, Meksika Vadisi’ne doğru ilerlemekte olan Cortes’e yeni elçiler yolladı. Bu elçiler, altın kolyeler ve kuşların tüyleri ile bezenmiş bayraklar sundu İspanyollara. İspanyollar adeta büyülenmişlerdi. Tıpkı maymunlar gibi durup durup okşayarak elleriyle tartıyorlardı altını.
Francisco Pizarro, İnka hükümdarı Atahualpa’yı boğazlayıp kafasını kesmeden önce, tam beş bin kilo ağırlığında saf gümüş ve tam 1.326.000 çil altın tutarında bir fidye aldı ondan. Francisco Pizarro’nun askerleri imparatorluğun başkentine girdiklerinde hemen tapınağı yağmalamaya başladılar. Birbirleriyle itişip kakışarak, hatta zaman zaman dövüşerek hazinelere saldırıyorlardı. Her biri aslan payını kapmak istiyordu. Sırtlarında zırhları, ayaklarında demir mahmuzlu çizmeleriyle heykelleri devirip çiğniyor, mücevherleri avuç avuç kapıyorlardı. Daha küçük boyutlara indirmek için, altın eşyaları çekiçle kırıyorlardı. Çubuk haline getirmek üzere bütün hazineyi potaya attılar. Duvardaki altın kaplamaları, altından dökme bitki ve kuş heykellerini ve bütün değerli eşyaları durmadan potoda erittiler.
1553- 1660 yılları arasında Sevilla’ya tam 185 bin kilogram altın ve 16 milyon kilogram gümüş gelmiştir. Bu 150 yıl boyunca İspanya’ya aktarılan gümüş miktarı tüm Avrupa rezervlerinin 3 katını oluşturmaktadır.
Yeni sömürgelerden bu şekilde koparılıp alınan madenler Avrupa’nın ekonomik gelişimini hızlandırdı hatta denilebilir ki, mümkün kıldı.
Amerika’daki gümüş madenlerinin sahibi İspanya olduğu halde bütün Avrupa’nın ilerlemesine yapılan bir katkıdan söz ediliyor. Nitekim 17. yüzyılda söylenen şuydu:’ Besinleri kapan bir ağız gibidir İspanya.’ Gerçekten de İspanya krallığının çoğu yabancı olan alacakları Amerika’dan akıp gelen hazineleri 3 kilit altında korumak için yapılmış bulunan Sevilla’daki kasalarını sistematik şekilde boşaltmaktaydılar.
Satın alınmış bir seçimle İspanya tahtına oturmuş olan Kutsal Roma- Germen imparatoru V. Karl, kırk yılı bulan saltanat süresinin sadece 16 yılını İspanya’da geçirmişti. Tek kelime dahi İspanyolca bilmeyen bu koca çeneli ve bön bakışlı hükümdar, açgözlü Flamanların oluşturduğu bir saray erkânı ile çevrili yaşamakta ve bunlara altın ve mücevher yüklü katırları İspanya’dan çıkarabilmeleri için gerekli izin belgelerini bol keseden dağıtmak ile kalmayıp, piskoposluk ve başpiskoposluk unvanları da verdirtmekteydi. Nitekim Amerika’daki sömürgelere zenci köle götürüp satma izni ilk alanlarda bunlar olmuştu. Bütün Avrupa’da şeytan avına çıkmıştı. V. Karl koca Amerika’nın o eşsiz hazinelerini din savaşlarında işte böyle tüketti. Habsburg Hanedanı onun ölümüyle de son bulmadı. İspanya’nın bu sülaleye iki yüz yıla yakın bir süre daha katlanması gerekecekti. İspanya’nın sonraki Kralı II. Felipe korkunç engizisyon makinesini tasarlayıp Dünya çapında harekete geçiren ve ordularını sapkınlık yuvalarının üstüne gönderen bir hükümdardı. İspanyol Kralı Felipe zamanında İspanya’da toplumsal yıkım bütün alanlara yayılmaktaydı. Onun zamanında on altı bin dokuma tezgâhı dört yüze düşmüştü. Koyun sayısı yine Kral zamanında yedi milyondan iki milyona düşmüştü. Cervantes, Latin Amerika’da yasaklı bulunan Don Kişot kitabında o çağ toplumunun başarılı bir portresini çizer.16. Yüzyıl ortasına doğru yayınlanan bir kararname ile İspanya’ya kitap ithalatı ve İspanyol gençlerin ülke dışında öğrenim görmesi yasaklanmıştır. Buna karşılık yine aynı çağda dokuz bin manastır vardır İspanya’da ve rahip sayısı neredeyse silahşor soylu sayısı kadar hızla artmaktadır. Dış ticaret yüz altmış bin yabancının elindedir ve ülkeyi ekonomik güçsüzlüğe mahkûm eden aristokrasinin savurganlığıdır. 1630 da 150 kadar dük, marki ve kontun toplam yıllık geliri beş milyon duka altınıydı.
O yıllarda İspanya’da bir soylunun yedi yüz hizmetçisi vardı. Bir başka soylu ise Rus Çarı ile alay etmek için üç yüz uşağına kürk manto giydiriyordu.
17 yüzyıl, serüvencilerin, açlığın ve çeşitli ağır hastalık salgınlarının çağı oldu. İspanyol dilencilerin sayısı sonsuz denecek kadar çoktu. Ama bu bütün Avrupa’dan binlerce dilencinin İspanya’ya akın etmesine engel olmuyordu. 1700’de İspanya’daki soylu ve şövalye sayısı 625 bin idi. Oysa ülke durmadan boşalıyordu. 200 yıl içinde nüfus yarı yarıya azalmıştı. .18 yüzyıl sonunda İspanyol Kilisesi’nin beslediği rahip ve rahibe adaylarının sayısı yine de 200 binden aşağı değildi.
II.Filipe, 1581’de, Latin Amerika yerlilerinin üçte birinin öldürüldüğünü, sağ kalanların da kendilerini, ölenlerin bedelini ödemek zorunda olduklarını hissettiklerini söylüyordu. Kral, yerlilerin alınıp satıldığını evlerinin olmadığını, annelerin madenlerden kurtarmak için çocuklarını öldürdüğünü belirtiyordu. İspanya, Yeni Dünya’daki sömürgelerinde çıkarılan madenlerin beşte birine el koyuyor, bu topraklarda yaşayan halktan ağır vergiler de alıyordu.
Yabancı fatihler ufukta görüldüğünde Amerika’daki yerlilerin toplamı en az yetmiş milyondu. Bir buçuk yüzyıl sonra toplam yerli nüfusu üç buçuk milyona düşmüştü.
İspanya krallığı Amerika yerlilerinin ölesiye çalışması ile ayakta duruyordu. Krallık yerli iş gücünün acımasızca sömürülmesini öyle vaz geçilmez buluyordu ki, 1601’de III.Felipe madenlerde zorla adam çalıştırmayı yasaklıyordu, ama gönderdiği gizli buyruklarda, “bu kararın üretimin düşüşüne yol açtığı durumlarda” zor kullanılabileceğini belirtiyordu. 1616-1619 yılları arasında görevli vali Amerika’daki cıva madenleri çalışma koşullarını anlatan raporunda şunları söylüyordu: “omuriliğe kadar sızan zehir, kolları ve bacakları zayıf düşürüyor ve sürekli bir titremeye yol açıyor, işçiler genellikle dört yıl sonra ölüyorlar”
Yerliler topraklarından sökülüp karıları ve çocuklarıyla dağlara sürüldüler. Dağlara sürülen on kişiden yedisi geri dönmüyordu. Yollar öyle kalabalıktı ki, ülke çapında bir göç var sanılırdı. Yerliler, maden ocaklarında “bin türlü belanın ve ölümün” kendilerini beklediğini biliyorlardı.
Meksika valisi, yerlilerin “ruhundaki kötülükle” savaşmanın tek yolunun onları madenlerde çalıştırmak olduğuna inanıyordu. Yerlilerin bu davranışları hak ettiğine, çünkü günahları ve putperestlikleriyle Tanrı’yı öfkelendirdiklerine inanıyorlardı. Yerliler sevimsiz, aptal birer hayvandılar. Ruhları olduğunu belirtir hiçbir hareket gözlenmezdi.
Başkeşiş De Paw ise Latin Amerika’yı havlamayı bilmeyen köpekler, eti yenmeyen inekler, işe yaramaz develerle birlikte yaşayan soysuz yerlilerin ülkesi olarak düşünüyordu.
Voltaire’in Amerikası da göbeği sırtında domuzlar, kel ve korkak aslanlar, tembel ve aptal yerlilerle doluydu.
Bacon, De Maistre, Montesquiu, Hume ve Bodin de benzerleri gibi Yeni Dünya’nın bu küçük düşmüş insanını tanımıyorlardı. Hegel, Amerika’nın maddi ve manevi güçsüzlüğünden söz ederek Avrupalıların yerlileri bir nefeste yok ettiğini söylüyordu.
- yüzyılda, rahip Gregorio Garcia, yerlilerin de Yahudi soyundan geldikleri fikrini ortaya attı. Onlar da tıpkı Yahudiler gibi “tembeldi, İsa’nın mucizelerine inanmıyorlardı ve İspanyolların onlara yaptıkları iyiliklere minnet etmiyorlardı.”
Yeni Dünya’da katliamlara imza atan Hernan Cortes’e üstün hizmetleri karşılığında yirmi üç bin vasal verilmişti. Yerlilerde toprakla birlikte kraliyet bağışı olarak veya doğrudan yağmayla dağıtılırdı.
İspanyollar Amerika’ya ayak bastıklarında, teokratik İnka İmparatorluğu en parlak dönemini yaşıyordu. İmparatorluk bugünkü Peru. Bolivya ve Ekvador’un tümünü, Kolombiya ve Şili’nin bir kısmını, Arjantin’in kuzeyini ve Brezilya’nın ormanlık bölgesini içine alıyordu.
Uzun süren yıkım dönemine karşın, bu uygarlıkların düzeyini belirten birçok yapıt kalmıştır günümüze. Tapınaklar, Mısır piramitlerinden daha yüksek bir teknik bilgi düşeyini ortaya koyar. Lima Müzesi’nde görebileceğimiz yüzlerce kafatası, İnkalı cerrahlarca açılmış, tedavi amacıyla altın ve gümüş tabakalar yerleştirilip tekrar kapatılmıştır. Mayalar ise astronomi konusunda çok ileriydiler. Zaman ve mekânı şaşırtıcı bir kesinlikle ölçmeyi becermişler ve tarihte sıfırın değerini bulan ilk uygarlık olmuşlardır. Azteklerin sulama kanalları ve yapma adacıkları, altından olmadıkları halde Hernan Cortes’in hayranlığını kazanmıştı.
Amerika’nın fethi bu uygarlıkların temelini çökertti. Okyanus kıyılarında İspanyollar geniş mısır, manyok, fasulye, yerfıstığı ve patates tarlalarını yakıp yıktılar. İnkaların sulamayla verimli hale getirdikleri topraklar kısa sürede çöle döndü. Fetihten 450 yıl sonra, imparatorluğun çeşitli bölgelerini birbirine bağlayan yollar kayalar ve çalılıklarla kaplanmış haldeydi. Kuzey Amerikalı bir mühendisin yaptığı hesaba göre, İnka taraçalarını çağdaş yöntemlerle 1936 yılında yapılsaydı, dönümü yedi bin dolara mal olacaktı. Ne tekerleğin, ne atın, ne de demirim bilinmediği bu imparatorlukta sulama kanalları ve taraçalar inanılmaz bir örgütlenme ve akıllıca bir iş bölümüyle erişilen teknik kusursuzluk sayesinde yapılmıştır.
Tupac Amaru, İnka imparatorlarının soyundan gelme melez bir kabile reisiydi. Geniş çaplı bir devrimci hareketin başını çekti. Tupac Amura’ya binlerce yerli katıldı. Tupac Amura sonunda adamlarından birinin ihanetine uğradı ve zincirlere vurulup İspanyollara teslim edildi. Yerli işbirlikçi, Tupac Amura’nın hücresine gelip, vaatler karşılığında kendisinden isyana katılanların adlarını öğrenmeye çalıştığında aldığı cevap şu oldu:
“Bu olayda yalnız iki suç ortağı var: sen ve ben; sen zorba, bende kurtarıcı olarak ölümü hak ettik.”
Tupac’a, karısı, çocukları ve izleyicileriyle birlikte geniş bir alanda işkence edildi. Önce dili kesildi. Daha sonra kolları ve bacaklarından dört ata bağlandı. Ama atlar vücudunu parçalayamadı. Bunu üzerine boynu vuruldu, parçalanmış organları yerleşim yerlerine gönderildi. Vücudunun geri kalanı yakılarak külleri nehre döküldü. Tupac ile kan bağı olan herkesin öldürülmesine karar verildi.
Ormanların derinliklerinde yaşayan yerliler bile daha şanslı değildir. Yirminci yüzyılın başında Brezilya’da hala 230 kabile yaşıyordu. Bunlardan doksanı ateşli silahlardan ve mikroplar tarafından yok edilerek, yeryüzünden silindi.
ABD, Amazonlar’a, yeni bir Vahşi Batı bulmuş gibi çılgınca saldırmakta. Bu Kuzey Amerika işgali Brezilyalı maceracıların açgözlülüğünü daha da artırdı. Yerliler hiç iz bırakmadan ölüyorlar, toprakları da dolar karşılığı Amerikalılara satılıyor. Yerlilerin ticari değerinin farkında olmadığı altın, değerli mineraller, iyi cins tahta ve kauçuk, yapılan birkaç araştırmanın sonuçlarıyla bağlantılı gibi. Yerlilerin üzerine helikopterlerden ve uçaklardan ateş açıldığı, çiçek hastalığı virüslerinin kendilerine aşılandığını, köylerinin dinamitlendiğini, şekerlerine striknin, tuzlarına arsenik karıştırıldığı bilinmektedir.
Brezilya’ya akın akın serüvenci, define avcısı geliyordu. 1700’de Brezilya’nın nüfusu üç yüz bindi. Yüzyıl sonra, altın furyasının sonunda, nüfus on bin katına ulaşmıştı. 18. Yüzyılda Brezilya’ya göç eden Portekizlilerin sayısı en az üç yüz bindi.
“İspanya’nın, Amerika’daki tüm sömürgelerine gönderdiğinden daha fazla insan.” Afrika’dan getirilen toplam köle sayısının on milyon civarında olduğu kabul ediliyor.
Ancak din adamlarının durumu daha da parlak değildi. Devrin resmi yazışmalarından, bölgede “düzenbaz papazların” kol gezdiğini görülüyor. Bu papazlar, tahtadan yapılmış aziz heykellerinin içine altın doldurup dokunulmazlıklarından yararlanarak altın kaçakçılığı yapmakla suçlanıyorlardı. 1705 yılında halka Hristiyanlığı aşılamakla ilgilenen tek bir papaz olmadığı söyleniyordu.
O dönemim bir görgü tanığı kölelerin yaşantısını şöyle anlatıyor.
“Havuzlarda çalışıyorlar, yemek yiyorlar, hatta çoğu zaman yatıyorlar. Çalışırken ter içinde yüzüyorlar, ayakları da ya soğuk toprağın, taşların üzerinde ya da suyun içinde. Dinlendikleri ya da yemek yedikleri sırada derideki gözenekler kapanıp buz tutuyor. Bu yüzden de kapmadıkları hastalık kalmıyor. Kanama, zatürre, felç, zatülcenp bunlardan yalnız birkaçı.” Hastalık, ölüm saatini yaklaştıran bir tanrı lütfuydu. Başka kurtuluş yolu yoktu. Kaçmaya çalışanların başlarını kesip getirenler altın külçelerle ödüllendiriliyordu.
Brezilya Altınının İngiltere’nin Gelişimine Katkısı
Altın furyasının başlangıcı, Portekiz’le İngiltere arasında imzalanan Methuen Antlaşması’yla aynı zamana rastlar.1703 ‘te imzalanan bu antlaşma ile İngiliz tüccarları Portekiz’de birtakım ayrıcalıklar kazanıyordu. Portekiz şaraplarına İngiliz piyasasında öncelik tanınacak, buna karşı Portekiz, iç pazarını ve sömürgelerini İngiliz mallarına açacaktı.
İngiliz kumaşlarının bedeli şarapla değil, Brezilya altınıyla ödenecek ti. Bu arada Portekiz dokuma tezgâhları da boş duracaktı. Portekiz yeni doğmakta olan endüstrisini öldürmekle kalmayıp, Brezilya’da da imalatın gelişmesini önceden engellemiş buluyordu. Krallık 1715 ‘te şeker rafinerilerinin işletilmesini yasakladı. 1729’ da maden bölgesine yeni yolların yapımının suç olduğunu ilan etti. 1785’te de Brezilya’daki tüm dokuma tezgâhlarının yakılmasını buyurdu.
Altın ve köle kaçakçılığında uzman olan İngiltere ve Hollanda, kaçak siyah et ticaretinden de korkunç bir servet elde etmişti. Portekiz’in Brezilya’dan elde etmesi gereken beşte birlik maden vergisinin yarısından çoğu, kaçakçılık sayesinde bu ülkelerin eline geçiyordu. İngiltere, Brezilya altınını Londra’ya akıtmak için yalnız kanunsuz ticaretten yararlanmıyordu. Yasal yollara da sahipti. Brezilya altınının da Portekiz’de görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. İngiltere bir fethin zorluklarına katlanmadan gereksinimlerinin üçte ikisini Portekiz’den karşılamış oluyordu. İngiliz tefecileri Portekiz ekonomisine sahip olmuştu. Portekiz hemen hiçbir şey üretmiyordu. Altından elde ettiği zenginlik o kadar düzmeceydi ki, madenlerde çalışan Afrikalı kölelerin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını bile İngilizlerce karşılanıyordu.
Avrupa’nın mali merkezi bir süre sonra, Amsterdam’dan Londra’ya taşınıyordu. İngiliz kaynaklarına göre, belirli dönemlerde Londra’ya giren Brezilya altını haftada 25bin kiloya ulaşıyordu. Bu olağanüstü birikim olmasaydı, İngiltere, Napolyon ile baş edemezdi.
Kristof Kolomb ikinci yolculuğundan döndüğünde Kanarya Adaları’ndan şeker kamışı getirdi. Bugün Dominik Cumhuriyeti’nin bulunduğu topraklara ekilen şeker kamışının kısa sürede filizlenişini memnuniyetle izliyordu. Avrupalıların gözünde şeker öylesine değerliydi ki, kraliçelerin çeyizlerinde yer alıyor, eczanelerde gramla satılıyordu. Amerika’nın keşfinden sonra aşağı yukarı 300 yıl boyunca Avrupa ticareti için en önemli tarım ürünü, Amerika’da yetişen şeker kamışı olmuştur. Kuzeydoğu Brezilya’nın sıcak ve nemli kıyıları plantasyonlarla kaplıydı. Daha sonra Karayip Adaları, Barbados, Jamaika, Haiti ve Dominik, Guadeloupe, Küba, Porto Riko, Vera Cruz ve Peru kıyıları da büyük çapta beyaz altın üretimine elverişli alanlar haline geldiler. Şekerin bu kadar değerli olması doğrudan ya da dolaylı olarak Hollanda, Fransa, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin sanayileşmesinde de hızlandırıcı bir etken oldu. Plantasyonlar Avrupa’daki talep sonucunda ortaya çıktı plantasyon sahibinin kazanç hırsıyla beslenen bu girişim, Avrupa’nın yönettiği dünya piyasasına hizmet ediyordu.
Brezilya’nın kuzeydoğusu bir zamanlar ülkenin en zengin yöresi iken şimdi en yoksulu durumundadır. Barbados ve Haiti bugün sefalete mahkûm insanların yaşadığı karınca yuvaları haline geldi. Şeker, ABD’nin Küba üzerindeki hâkimiyetinin anahtarı oldu. Bütün tarımı şekerden ibaret olan Küba’nın toprakları giderek verimsizleşti. Şekerin tarihine daha birçok hükümdarın da tarihini eklemek gerek. Kakao sayesinde Caracas oligarşinin kasaları dolup taştı. Amazon’da kauçuk plantasyonları pek az bir ücret karşılığında kuzeydoğudan getirtilen işçilere mezar oldu. Kuzey Arjantin ve Paraguay’ın kızıl baltakıran ormanlarından şimdi eser kalmadı. Ardında çöller bırakan kahvenin, Brezilya, Kolombiya, Ekvator ve orta Amerika’nın talihsiz ülkelerindeki meyvelerin de tarihi diğerlerinden farklı olmadı. Yarım kilo manyok ununun fiyatıyla gündoğumundan günbatımına kadar şeker plantasyonunda çalışan bir işçinin günlük ücreti aynıdır. İşçi en ufak itirazında tabut ölçülerini almak üzere derhal bir marangoz çalacağını gayet iyi bilir. Birçok yerde toprak sahipleri ya da yöneticiler, derebeyleri gibi her gelinle ilk geceyi geçirme hakkına sahiptirler. Halkın üçte biri kenar mahallelerde barakalarda yaşamaya çalışıyor. Bebeklerin yarısından çoğu bir yaşını doldurmadan ölüyorlar.
Batı Afrika’da kabileler, köle stoklarını savaş tutsaklarıyla artırmak için kendi aralarında savaşıp duruyorlardı. Bu bölgeler Portekiz sömürgeleri idi. Ama Portekiz’in o dönemde ne gemileri, ne de sanayi ürünleri vardı. Dolayısıyla Portekizliler başka ülkelerin esir tüccarları ile Afrikalı kabile reisleri arasında aracılık yapıyorlardı. İngiltere, gereksinimi olduğu sürece, insan alım satımının öncüsü oluyordu. Tabii Hollandalılar bu alanda daha eski bir geleneğe sahipti. Çünkü İngiltere yabancı sömürgelere köle sokma hakkını elde etmeden önce, V.Karl, zenci taşımacılığı tekelini Hollanda’ya vermişti. Fransa’da Kral 14. Louis, zencileri Amerika’ya taşımak üzere 1701’de kurulmuş olan Gine Şirketi’nin karlarının yarısını İspanya kralı ile bölüşüyordu. Fransız sanayileşme hareketi önderi Bakan Colbert, zenci köle ticaretinin “Ulusal Deniz ticaretin gelişmesinde son derece yararlı” olduğunu söylemekte haklıydı.
Adam Simit’in belirttiği gibi, Amerika’nın keşfi, “ merkantilist sistemi, başka türlü ulaşılması olanaksız olan bir düzeye getirmişti”. Sergio Bagu’ya göre, Avrupa’da ticari sermayenin birikiminde en önemli etken, Amerika’ya yapılan köle taşımacılığı olmuştur. Sermaye de “ günümüzün dev sanayi sermayesinin temel taşıdır.”
Yunan ve Roma köleci sisteminin Yeni Dünya’da diriltilmesi inanılmaz sonuçlar doğurdu. Atlas Okyanusu’nu geçen kölelerin ne kökeni ile ne de ABD haricinde kaderiyle ilişkili ülkelerin gemilerini, fabrikalarını, demiryollarını ve bankalarını kat kat artırdı.16. yüzyılın başlangıcıyla 19. yüzyılın sonu arasında milyonlarca Afrikalı Okyanusu geçti. Kesin sayı bilinmiyor ama kölelerin Avrupalı beyaz göçmenlerden çok daha fazla, yaşamayı başaranların ise çok daha az olduğunu biliyoruz. Köleler efendilerine ev yaptılar, ağaçları kesip şeker kamışı ettiler, biçtiler, öğüttüler, pamuk ektiler, kakao yetiştirdiler, kahve ve tütün topladılar, ırmak yataklarında altın aradılar. Bu kıyım kaç Hiroşima’ya eşittir? Şöyle diyordu Jamaika’da çiftçilik yapan bir İngiliz. “ hesaplara göre, 19 yüzyıl başına kadar Brezilya’ya getirilen Afrikalı sayısı 5 ila 6 milyon arasındaydı. O sırada Küba, daha önceki tarihlerde batı yarım kürenin tamamı kadar önemli bir köle pazarıydı.
John Hawkins 1562 ‘de Portekiz Guyanası’ndan üç yüz zenci kaçırdığında Kraliçe Elizabeth kendini tutamayıp, “ bu macera tanrının intikamı ile sonuçlanacak,” haykırmıştı. Hawkins kendisine köleler karşılığında Antilller’den bir gemi dolusu şeker, deri, inci, zencefil getirdiğini açıklayınca da, kraliçe korsanı bağışlayıp kendisi ile ticari bir ortaklık kurmuştu.100 yıl sonra, York Dükü, şirketinin her yıl “ şeker adalarına” taşıdığı üç bin zencinin göğsüne kızgın demirle YD damgasını vurduruyordu. Ortakları arasında II. Charles da bulunduğu Kraliyet Afrika Şirketi, yüzde üç yüz oranında kar payı dağıtıyordu. Oysa 1680- 1688 yılları arasında gemilere yüklediği 70 bin köleden ancak 46 bini okyanusu sağ geçebilmişti. Yolculuk sırasında sayısız Afrikalı salgın hastalıklardan ve beslenme yetersizliğinden ölüyordu. Bir kısmı yemek yemeyerek, kendilerini zincirleriyle asarak ya da köpek balıklarının kaynaştığı okyanusa kendilerini atarak intihar ediyordu. İngiltere ağır ama emin adımlarla Hollanda’nın zenci ticareti üzerindeki egemenliğini kırıyordu. Köle ticaretinde İspanya’nın İngiltere’ye sağladığı haktan en çok yararlanan, Güney Denizi Kumpanyası oldu. İngiltere’de politik ve mali alanlarda en gözde kişiler yer alıyordu bu ticarette. Ticaret alanlarının en karlısı olan köle ticareti Londra borsasını alt üst etti ve vurgunculuk akıl almaz boyutlara ulaştı.
Köle ticareti, tersane merkezi Bristol, İngiltere’nin ikinci büyük kenti, Liverpool’u da dünyanın en büyük limanı haline getirdi. Gemiler silah, kumaş, cin, rom ve renkli cam boncuklarla dolu olarak yola çıkıyor, bunlara karşılık Afrika’dan köle, Amerika’daki sömürgelerden de şeker, pamuk, kahve ve kakao satın alınıyordu. İngiltere denizlerdeki imparatorluğunu kurmaktaydı. 18. yüzyıl sonunda Afrika ve Antiller, Manchester’da 180 bin tekstil işçisine iş imkânı sağlıyordu. Sheffield bıçak yapımında ilerliyor, Birmingham 150 bin tüfek üretiyordu. Afrikalı reisler, İngiltere’nin sanayi ürünlerine karşılık köleleri esir tüccarlarına teslim ediyordu. Böylece, köylerde daha çok insan anlayabilmek için yeni silahlara ve bol bol içkiye sahip oluyorlardı. Buna karşılık, kölelerin yanı sıra fildişi, balmumu ve hurma yağı da veriyorlardı. Kölelerin çoğu ormandan toplanıyordu, denizi hiç görmemişlerdi. Köleler denizin sesini duyduklarında, suların altında bir canavarın onları beklediğini sanıyorlardı. Bir esir tüccarının anlattığına göre kölelerin bir kısmı, Avrupalıların zenci etinden hoşlandığını düşünerek koyunlar gibi mezbahaya taşıdıklarını sanıyorlardı.
Kuyumcular “zenciler ve köpekler için gümüşten tasmalar” yapıyor, şık kadınlar yanlarında işlemeli eteklik giydirilmiş bir maymunla ipek türban ve pantolonlu genç bir köle dolaştırıyordu.
Alonso Zuazo, 1518’de V. Karl’a şunları yazıyordu.” Zencilerin ayaklanmasından korkmak anlamsızdır. Portekiz adalarında, 800 kölesi olan dul kadınlar kaygısızca yaşayabiliyor. Mesele onları yönetmeyi bilmekte. Geldiğimde ormana saklanmış birkaç sinsi zenciyle kaçak köle buldum. Bir kısmını kırbaçlattım, birkaç tanesinin de kulaklarını kestim, mesela halloldu.”
Dört yıl sonra Amerika’daki ilk köle ayaklanması patlak verdi. Amerika kâşifinin oğlu Diego Kolomb’un köleleriydi ayaklananlar. Hepsi rafineri yollarına kurulan araçlarına asıldı.
Köle isyanlarını bastıran bir komutan isyandan 3.900 çift kulakla geliyordu. Ayaklanmalar birbirlerini izliyordu. Kölelerin bir kısmı topluca intihar ediyordu. Köleler intihar ederek Afrika’da yeniden dünyaya geleceklerine inanıyorlardı. Efendiler cesetleri geçirip biçiyor dirilenlerin sakat, topal ya da kafasız olacağı inancını yayıyorlardı. Böylece birçok kölenin intihardan vaz geçmesini sağladılar. Kaçak bir kölenin anlattığına göre, “ 1870’lerde Afrikalılar artık Küba’da intihar etmiyorlardı. Tılsımlı bir kemer sayesinde kanatlanıp uçarak vatanlarına ulaşıyorlardı.
18 yüzyıl başında, suç işleyen köleler İngiliz adalarında şeker değirmenlerinde un ufak edilir, Fransız sömürgelerinde ise yakılır ya da tekerleklere bağlanarak öldürülürdü. Küba’da ustabaşılar, suçlu hamile kadınların deri kamçılar la döverlerdi. Fakat taşıdıkları ” meyve” ye zarar vermemek için, karınları bir deliğe gelecek şekilde toprağa yüzüstü yatırmayı ihmal etmezlerdi. Şeker üretiminin %5 ini vergi olarak alan rahipler günahlarını bağışlardı. İsa’nın günahkârları cezalandırdığı gibi, ustabaşı da zencileri cezalandırırdı.
Misyonerler zencilere vaaz verirken: “ Ey tanrının zavallı kulları köle olarak katlanmak zorunda olduğunuz acılardan korkmayınız. Beden olarak köle olabilirsiniz, ama ruhumuz özgürdür. Ruhlarınız bir gün tanrının sevgili kulları arasında yer alacaktır.”
Hazırlayan: Alaaddin AYDIN