6.Bölüm
Küçük Müslümanlar, başlarına gelen bu tuhaf olayı ve onlardan istenen yardımdan bir anlam çıkaramayınca soluğu yine Dilhan Dedenin yanında almışlardı. Dilhan Dede, bir yandan küçük müslümanların anlattıklarına kulak kabartırken bir yandan da Pinhan Tavşan’ı inceliyordu. En az küçük müslümanlar kadar kendisi de şaşkındı tabi. Kavanozların birinde kendi isminin yazıyor olması düşündürüyordu kendisini.Çocukların anlattıkları bitince Pinhanı karşısına alıp, bir de onun ağzından dinlemek istedi Dilhan dede.
– Hmm. Demek senin adın Pinhan ve Daru Neşide diyarından geliyorsun, öyle mi?
– Evet adım pinhandır benim.
Daru Neşide dıyarından gelirim.
– Diyarınızda yaşanan bu felaketler nasıl başladı peki?
– Bunu kimse anlamadı, bilemedi.
Herşey bir anda oluverdi.
Dilşad nine araştırıyor fakat
Sebebini bulacağına söz verdi.
– Dilşad Nine mi? Diye irkildi Dilhan dede.
– Sen Dilşad nineyi tanıyor musun Dilhan Dede? Diye sordu Baba Salih.
– İsminiz de birbirine çok benziyor. Ayrıca o da senin gibi bilgeymiş. Diye ekledi Fiyaka İbrahim.
– Eee…şey.. yok tanımıyorum çocuklar. Diye geçiştirdi Dilhan dede, ama küçük müslümanlar bu cevap karşısında pek de ikna olmuş gibi görünmüyorlardı.
Dilhan dede şaşkınlığını gizlemeyemiyordu. Dilşad ninenin ismi sürekli zihninde yankılanıyordu. Sanki çok eskilerde kalmış bir anısını hatırlamaya çalışıyor, yahut birşeyler gizliyordu. Sonra tekrar Pinhana dönüp sordu.
– Dilşad nineniz başka neler söyledi?
– Dinleyin beni ey Daru Neşide halkı kederlenmeyi bırakın
Ben bir çaresini buldum artık kurtuluş inşallah yakın
Bizden çok uzak bir diyarda dostlarımız var
Kocaman kalpli kocaman vicdanlı küçük müslümanlar
Onlar bize yardım edecektir üzülmeyin ve dua edin.
– Başka da bir şey söylemedi mi?
– Hayır. Diye karşılık verdi Pinhan.
Dilhan Dede, işaret parmağını alnına götürdü, hani şu düşündüğünü gösteren ifade vardı ya, işten ondan yaptı yine. Anlatılanları düşünürken bir taraftan da kavanozları inceliyordu. Onun da zihnini kurcalayan aynı soruydu. Bunların hepsi ne anlama geliyordu?
Daha sonra masasının üzerinde duran gözlüğünü taktı ve kütüphanesine yöneldi. Kütüphanenin köşesinde duran ahşap sandalyeyi, rafların birinin önüne çekip üzerine çıktı ve rafın en üstünde çoktandır el değmemiş tozlu kitapları karıştırmaya başladı. Kitapların üzerindeki tozları her üfürdüğünde loş odanın penceresinden içeriye düşen güneş ışığına karışıyordu.
Dilah dede, nihayet önemli bulduğu iki tane kitabı koltuğunun altına sıkıştırarak inip masasına yöneldi. Kitapları açarken, sanki yüzyıllardır kapağı aralanmamış gibi gıcırdıyordu. Bir taraftan dikkatli bir şekilde kitabın sayfalarını aralarken, diğer taraftan ise okuduklarından notlar çıkarıyordu defterine.
Dilhan dede kitapları karıştırırken, küçük müslümanlar da merakla bekliyor ve gözlerini Dilhan dede’den ayırmıyorlardı. Dilhan dedenin en çok bu halini seviyorlardı. Bir insanı kitap okurken seyretmek kadar güzel bir şey yoktu. Hele ki bu Dilhan Dede ise.
Bir müddet geçtikten sonra Dilhan dede kağıdı kalemi bırakıp, oturduğu yerden kalktı ve salonun ortasına doğru yürümeye başladı. Dilhan Dede her adım attığında odanın eskimiş parkeleri de gıcırdayarak eşlik ediyordu Dedeye. Hala düşünüyordu. Bir tavşana bakıyor bir küçük müslümanlara bakıyor, işaret parmağı hala alnında öylece bekliyordu salonun ortasında.
– Sanırım buldum çocuklar. Dedi birden parlayan bir ses tonuyla ve hemen masanın üzerinde açık halde duran defterine son bir kaç şey yazdıktan sonra Pinhan’ın yanına yaklaştı.
– Söyle bakalım Pinhan, Daru Neşide’den buraya nasıl geldin?
– Dilşad ninenin tarifiyle çıktım tozuyla ayağımın
Yürüyerek üç gün uzaklıkta olan karciyas dağının
Yamacında tek başına ve kupkuru bir ağacın
Gövdesinde kocaman bir yarığın içinden geçtim
Böylece sizin dunyanıza teşrif ettim
Küçük müslümanlar gelene kadar
Bir kayanın dibinde gizlendim.
– Kuru ağaçtan mı çıktın sen? Diye sordu hayretler içinde kalan Büyük Meryem.
– Bizim kuru ağaç büyülü bir ağaç mıymış? Diye sordu Hanne Kuzu.
– Yok daha neler. Diye ekledi Fiyaka İbrahim.
– Kuru ağaçta gizli bir geçit mi vaaar? Diye sordu Minnoş Neyza.
– Biz niye görmedik peki o geçidi? Diye sordu Baba Salih.
– Bence yalan söylüyor Pinhan. Bunun kulaklarını çekmek lazım. Diye çıkıştı Küçük Meryem.
– Çocuklar sakin olun. Sakin olun ve beni dinleyin. Diye sakinleştirmeye çalıştı Dilhan Dede. Sonra masasının üzerinde sırayla dizilmiş olan kavanozların yanına geçti ve başladı anlatmaya
– Öncelikle kuru ağaçta bir yarık olduğunu ben de görmedim. Ağacın içinde bir geçit olduğunu hiç duymadım. Kuru ağaca gidip bakacağız. Ama daha önce bilmeniz gereken şeyler var. Daru Neşide diyarını daha önce kitaplardan duymuştum. Efsane olduğunu sanıyordum, meğerse gerçekmiş . Daru Neşide demek ”Şiir Ülkesi” demektir. Zaten Pinhan’ın şiir okur gibi kafiyeli konuşması o yüzden. Anlatılanlara göre o ülkede herkes böyle konuşurmuş. O yüzden o ülkede kimse kimseyle kavga etmez, kimse kimseye küsmez, yani mutlu ve barış içinde yaşarlarmış.
– Ben şimdi Fiyaka İbrahim’e durmadan şiir okusam benimle tartışmayı bırakır mı yani?
– Sen bana destan okusan bile farketmez. Diye karşılık verdi Fiyaka İbrahim Büyük Meryemin sorusuna.
– Bırakın tartışmayı da dinleyin beni. Şimdi bu ülkede nasıl olduysa olmuş birbiri ardına felaketler ortaya çıkmış. Ne demişti Pinhan hatırladınız mı?
Nehirlerimizde sular akmaz oldu, arılarımız bal yapmaz oldu, menekşeler açmaz oldu, lavantalar kokmaz oldu, ispinozlar ötmez oldu, ocaklarımızda ateş tütmez oldu, Soluduğumuz hava kirlenir oldu. Yani çocuklar, Daru Neşide’de yaşanan her bir sorun için bizden ayrı ayrı yardım istiyorlar. Bu görevleri bize taksim ederken rastgele yapılmamış. Çok iyi düşünülmüş bir taksim bu. Belli ki bizi çok iyi tanıyorlar.
– Bizi nerden tanıyorlarki dede, biz onları hiç görmedik ki. Diye sordu Hanne Kuzu.
– Biz onlara nasıl yardım edebiliriz ki? Diye ekledi Minnoş Neyza.
Dilhan Dede devam etti konuşmasına.
– Bakın çocuklar bizi nerden tanıyorlar onu inanın ben de bilmiyorum. Bunu ancak Dilşad Nine’den öğrenebiliriz. Nasıl yardım edebileceğimizi anlatmadan önce bilmeniz gereken önemli bir ayrıntı daha var.
Dilhan Dede, mutfaktan getirdiği iki adet boş kavanozu diğer kavanozların yanına koydu. O boş kavanozların birinin üzerine ”İspinoz”, diğerinin üzerine ise ”Lavanta” yazdı. Daha sonra kavanozların üzerinde yazan kelimelerin baş harflerini daire içine aldı ve kavanozların üzerindeki numara sırasına göre yanyana koyup kendi getirdiği kavanozların birini 1 ve 2 nolu kavanozların arasına ve diğerini ise 5 ve 6 nolu kavanozların arasına koydu. Kafanız karıştı farkındayım. Benim bile anlatırken kafam karıştı. O yüzden size bunu resim üzerinde göstersem daha iyi olacak.
– Şimdi dikkatle bakın çocuklar. Ne görüyorsunuz?
Dilhan dede, kavanozların üzerinde yazılan kelimelerin baş harflerini daire içine aldığında ortaya çıkan kelime herkesi hayretler içinde bırakmıştı.
Ortaya çıkan kelime B-İ-S-M-İ-L-L-A-H dı. O yüzden iki adet ispinoz ve iki adet Lavanta yazıyordu.
– Bismillah mı? Bismillah’ın kavanozun üzerinde yazılanlarla ne ilgisi olabilir ki? Diye sordu Baba Salih.
– Öyle sanıyorum ki, diye söze başladı Dilhan dede, bu kavanozun üzerinde yazılan şeyler Daru Neşide diyarının bereketine sebep olan şeyler. Bunların her biri görevini yerine getiremezse o diyarın bereketi de kayboluyor. Besmelenin olmadığı yerde bereket olur mu?
– Bereket ne demek, dede?
Küçük Meryemin sorusuna şöyle cevap verdi dede;
– Yani kısaca daha sağlıklı, daha güzel ve daha çok olması demek.
– Bize verilen bu görevi yerine getiremezsek Daru Neşide diyarına ne olacak peki? Diye sordu Büyük Meryem.
– Bereketi olmayan yerde ne oluyorsa o olacak çocuklar. Açlık, sefalet, kavgalar, çekişmeler, huzursuzluk, hastalık. Kapkara bulutlar saracak Daru Neşide diyarını.
Bir an duraksadı Dilhan dede. Kapkara bulutlar, derken, daha önce gördüğü rüya geldi aklına. Yağmur damlasının onu fırtınadan kurtarıp kuru ağaca götürdüğü ve orda küçük müslümanlar tarafından nasıl da gagalandığı, bir filim şeridi gibi geçti aklından. Gördüğü rüya, yavaş yavaş anlamını buluyor gibiydi sanki. Sonra kaldığı yerden devam etti konuşmasına.
-Belki de bir daha güneş yüzü göremeyecekler. Bismillah’ın olmadığı yerde güzellik de olmaz çocuklar. O yüzden bir işe başlarken daima Bismillah diyoruz. Ey Allahım, yapacağım işe, yediğim aşa başlamadan önce senin adınla başlıyorum. Sen yapacağım işe ve yiyeceğim aşa bereket ve bolluk ver. Senin adının geçmediği yerde bereket de olmaz. İşte çocuklar, Bismillah’ın önemi budur.
– Tamam da dede, biz nasıl yardım edebiliriz? Bizim elimizden ne gelir ki? Diye sordu Fiyaka İbrahim.
– Evet gelelim o konuya. Kavanozların üzerinde yazılanları, ancak onların diyarından temin edebiliriz. Yani kaynağından. Her bir diyardan aldığımız bu özleri daha sonra Daru Neşide’ye götürüp teslim etmemiz gerekiyor.
Dilhan dede, masanın üzerinde duran kavanozların en başında duranı eline alıp Hanne Kuzu’ya döndü.
– İlk görev ise Hanne Kuzu’ya düşüyor. Bal diyarından bal özünü ancak sen alabilirsin Hanne Kuzu.
– Ben nasıl alacağım ki onu? Yalnız başına mı gideceğim?
– Hayır Hanne Kuzu, biz de yanında geleceğiz elbette. Seni yalnız bırakır mıyız hiç. Ama bal özünü senin alman gerek. Bal diyarından bal özünü aldıktan sonra su diyarına gidip suyun özünü almamız gerek. O görev de Baba Salih’in. Böylece sırayla bu diyarlara gidip görevimizi tamamlamamız gerekiyor çocuklar.
– Bu ülkelere nasıl gideceğiz peki? Diye sordu Minnoş Neyza.
– İşte onun cevabını da kuru ağaç verecek bize. Pinhan kuru ağaçtan çıktığını söylemişti. Öyle sanıyorum ki kuru ağaçtaki geçit sayesinde bu ülkelere gidebilirz.
Böylelikle Küçük Müslümanlar, daha fazla zaman kaybetmeden hazırlıklara başlamışlardı. Küçük müslümanlar ve Dilhan dede, kendi görevlerine ait olan kavanozları, içinde emniyette olacağı bir bez çanta dikip beline bağlamışlardı. Her birinin belinde bir bez çanta ve içinde emniyette olan kavanozlarla, yanlarına pinhanı da alıp kuru ağacın yolunu tuttular. Kuru ağaca geldiklerinde, ağaçta ne bir geçit ne de bir oyuk vardı. Her zaman gördükleri, bildikleri kuru ağaçtı. Dilhan dede, eliyle ağacın gövdesini yokluyor, arıyor, bakıyor ama bir şey göremiyordu?
– Pinhan’a soralım belki o bilir. Diye akıl etti Büyük Meryem.
Çimenlerin üzerine yatmış ve elindeki havucu yemekle meşgul olan Pinhan’a ağaçtan nasıl çıktığını sordular.
– Kuru ağaçtan geçmek için
Bi-ismillah, Bi-iznillah
diyerek gitmek istediğiniz
ülkenin adını söylemeniz
kafidir sizin için.
Böylelikle Pinhan’a kuru ağacın yanında onları beklemesini iyice tembihleyip tekrar kuru ağaca yöneldiler.
– Hanne Kuzu, ilk görev senin. Parolayı sen söylemen gerek. Dedi Dilhan dede.
Hanne kuzu biraz korku ve biraz da heyecan içinde ağaca yaklaştı. Derin nefes aldı. Bir nefes daha aldı. Sonra bir nefes daha. Herkes onun ağzından çıkacak olan parolayı büyük bir heyecanla bekliyorlardı.
Hanne Kuzu kendini toparladı ve
– Bi-ismillah, Bi-iznillah Bal üklesine gitmek istiyoruz. Dedi.
Kuru ağac birden şiddetli bir şekilde sallanmaya başladı. Ağacın gövdesinde gittikçe büyüyen bir yarık oluştu. İçinden geçebilecek kadar açıldı. Önden Hanne Kuzu, arkalarından diğerleri sırayla ağacın içine girdikten sonra ağacın gövdesi tekrar aynı şiddetiyle kapanarak eski haline döndü.
Küçük Müslümanlar ve Dilhan dede, nihayetinde kuru ağaçtaki geçidi bulmuşlar ve ağacın içinden Bal ülkesine doğru yol almışlardı.
Onları zorlu bir macera bekliyordu. Ama Allah’ın ismi ve Allah’ın izniyle bu görevlerin üstesinden geleceklerine inanıyorum. Siz de inanın ve dua edin olur mu? Sizlerin dualarına çok ihtiyaçları var çünkü.
Mehmet Akif Coşkun