Kitap Tanıtımı: Şeyho Hoca ile İslami Uyanışın Dünü Bügünü

Hamza Türkmen’in Şeyho Duman’la yaptığı “Şeyho Hoca İle İslami Uyanışın Dünü Bugünü” isimli söyleşi, kitapçı raflarında yerini aldı. (Ekin yay. Aralık 2020). Salgın hastalığın eve tıktığı insanımız için iyi bir okuma metni. Meğer Hoca, az çok tahmin edileceği üzere, mezara götürmemesi gereken hatıralar küpüymüş.

Hamza Türkmen’in Şeyho Duman’la yaptığı “Şeyho Hoca İle İslami Uyanışın Dünü Bugünü” isimli söyleşi, kitapçı raflarında yerini aldı. (Ekin yay. Aralık 2020). Salgın hastalığın eve tıktığı insanımız için iyi bir okuma metni. Meğer Hoca, az çok tahmin edileceği üzere, mezara götürmemesi gereken hatıralar küpüymüş.

Şeyho Duman 1938 yılında Adıyaman’ın Artan köyünde gözlerini hayata açmışsa da, hayat onu Malatya’ya (Fırıncı köyüne) taşımış. Hayat ağlarını Malatya’da örmüş, Şeyho Duman üzerinde. Malatya’dan sonraki durağı ise Ankara. Adıyaman/Artan’dan Ankara’ya uzanan, halen İLKAV’da devam eden, yaklaşık 83 yıllık ‘maaşallah’lık bir ömür.

Maişet mücadelesi, küçük yaşta babasını kaybeden Şeyho Duman’ın omuzlarına, tren istasyonunda kara trenden dökülen kömürleri toplayıp satarak, eve ekmek parası götürmek gibi bir yük bindirmiş. Henüz çocukların psikolojilerinin dakka başı bozulmadığı çağlar… Bir taraftan da Kur’an okumayı öğrenme çabaları. Rabbi onu Malatya müftüsü İsmail Hatip Erzen’e mukarin kılmış; İslamî bilincini ve hayat felsefesini kendisine borçlu olduğunu söylediği İsmail Hatip Erzen. Böylece 1950’li yıllarda Türkiye’de İslami uyanışa çok önemli katkıları olmuş bu Ezher’li Hoca hakkında yakinî bilgiler ediniyoruz.

O yılların Malatya’sı deyince Said Çekmegil ve Said Ertürk isimleri kendiliğinden dile geliyor. Necip Fazıl’ın da uğrak yeridir Malatya. Şeyho Hocanın Necip Fazıl’a dair hatıraları, dinlemeye değer dorusu.

Şeyho Hoca ilmin, hususen Arapçanın mürüvveti, Kur’an’ın bereketi ile dolu dolu bir hayat geçirmiş. Aylaklığa geçit vermemiş bu hayat, ya öğrenme ya da öğretme ile dolmuş. Belki binlere varan insan Hocanın rahle-i tedrisinden geçmiş. En önemlisi, anlaşıldığı kadarıyla Hocanın birtakım savrulmalar yaşamamış olmasıdır; istikrarlı, duruşu iyi, ifrat ve tefriten kaçınmış, itidalli bir çizgi. Bunda İ. Hatip Erzen’in etkisi inkâr edilemeyecek kadar belirin ise de, göründüğü kadarıyla diğer önemli unsur da Kur’an’ı hayatının merkezine oturtmuş olmasıdır. Hoca uzun yıllar cami imamlığı yapmış, ardından kurum değiştirmiş. İmamlığı esnasında yaşadıkları ibret verici; toplumu ve Diyanet’i yakından tanımak için elzem. Allah’ın, hırsızın elini kesme emrini, bir profesöre neshettiren diyanet vaizlerinin cehaletine tanık ve müdahil olmuş Şeyho Hoca. Necip Fazıl’ın Mevdudî’yi Merdudî, Muhammed Hamidullah’ı Baîdullah yapan ithamlarının canlı tanığı, aynı zamanda müdahil. Necip Fazıl’a yaptığı bir eleştiri gayet şık: “Efendim siz Fransa’dan dönerken keşke İslam’a bacadan değil de kapıdan girseydiniz!” (İslam’a tarikattan girmişsiniz, İslam’a doğrudan girseydiniz, ellerinizi efendi hazretlerinin ellerine benzetmezdiniz!). Tabi bunun bedeli var: Necip Fazıl açacak ağzını, yumacak gözünü… Adeta Nuri Pakdil’in eksik bıraktığını tamamlayacak…

Şeyho hoca sık sık, hocası İsmail Hatip Erzen’e atıf yaparak, ilmi/dini hiçbir zaman kazanç kapısı yapmadım diyor. Bu konuda sağlam eğitilmişler. Dinden para kazanmaktan, dünyevileşmekten kaçınmış ama yine de dünya onun peşini bırakmamış. Osmanlı devletinin özel siyasi yazışmalarda bir nevi şifreli bir tarz olarak Siyakat yazısı kullandığını ve Türkiye’de, arşivlerde tozlanan, bu yazıyla yazılmış belgeleri okuyacak -Şeyho hocanın arşivde tanıştığı Amerikalı Müslüman bir gencin haricinde!- kimse bulunmadığını, bakanlığın açtığı sınava girerek sınavı tek kendisinin kazandığını ve neticede Türkiye’de Siyakat yazısının tek uzmanı olarak bundan iyi de para kazandığını ben de ilk defa bu kitap vesilesiyle öğrendim. Şeyho Hoca, arşivde Siyakat yazısını çözümleme çalışmaları yaparken İlber Ortaylı çırağımdı demekte.

Az önce Nuri Pakdil’i anmıştım. Şeyho Hocanın söyleşisinde, güldüren detaylardan biri bu ‘edebiyat Peygamberi’yle ilgili… Neredeyse tıpkısının aynısı benim de başıma geldiği için de çok hoşuma gitti; demek ki yalnız değilmişim dedim… Bir gün diyor, baktım Nuri Pakdil Sıhhiye köprüsünün orada duruyor, öyle bakıyor. Yaklaştım ve selam verdim. Aleykum selam dedi. “Nasılsın Nuri Bey?” dedim. Pakdil döndü ve “Ne diyorsun sen, nasıl bana ‘nasılsın?’ diyorsun?” diye çıkıştı. “Senin bana biraz hakkın geçmemiş olsaydı şimdi ağzıma geleni sayardım!” böyle parlamış Pakdil. Şaşırdım diyor Hoca, “niye üstadım?” dedim. “Şu toplumun bu halini görüp de sen bana nasıl olduğumu nasıl sorarsın!”

Şeyho Hoca bugünkü Müslümanların Füsusul Hikem’i (fısfıs diyor) pek bilmemelerinden dolayı Allah’a şükrediyor. Çünkü Füsus’a vakıf olup, kabul etseler dinden çıkarlardı diyor. Hz. Ömer’in Ebu Hureyre’ye hadis rivayeti nedeniyle müdahalesi, son on yıllarda Türkiye’de bazı kişilerin mesela cin kelimesine yönelik açıklamalarını temelsiz bulması önemli ayrıntılar. Yalnız Alman hükümetinin bir uygulamasından hareketle, faiz konusundaki bir cümlesi dikkat çekmektedir. Yine de faiz konusundaki görüşlerinin belki tamamını yansıtmadığı için o hususta durmadık.

Söyleşi kitabında Şeyho Hocaya sorulan sorularla Hocanın cevapları bazı yerlerde tetabuk edemiyor. Mesela bir soruda Akif’in ‘Asım’ın nesli’, Hayrettin Karaman’ın -bilahare F. Gülen’in intihal yaptığı ileri sürülen- ‘hizmet nesli’, Seyyid Kutub’un ‘yeni Kur’an nesli’ idealleri anımsatılarak, 70’li yıllardan bugüne (“şimdilerde çok iyi noktadayız” yollu) bir değerlendirme yapması isteniyor. Hoca, “Bugün biraz meyve verdi ama bu arada birden arıza oldu. Lastiğimizi patlattılar.” şeklinde görüş belirtiyor. Ardından Hoca, bilhassa Diyanet’in Kur’an okuma-okutma, Kur’an öğretimi çalışmalarına değinerek, Kur’an’ın nazmına olan alakanın zıddına, Kur’an’ı anlamaya yönelik hala çok ciddi çabalar olmadığı şeklinde tenkitlerini sürdürüyor. Geçmiş yıllardaki ‘Kur’an ziyafeti’ programlarını eleştiriyor.

Bir başka sorudaki Mehmet Görmez döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda “yanlışları düzeltme” gayretleri yapıldığı tespiti de pek kabul görmüyor. “Müslümanların bir toplumu yok” diyor Hoca. Soruda Mehmet Görmez zamanında Diyanet’in otonomlaşmaya / özerkleşmeye ve Kur’an’la daha iç içe, resmî ideolojiden daha kopuk ve özgür, daha kabul edilebilir bir form ile karşımıza çıktığı ileri sürülüyor. Geçmişten de Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Nasuhi Bilmen gibi başkanların hakkı anlatmaya çaba sarf ettikleri iddia ediliyor. [Hakkı anlattığı ileri sürülen Hamdi Akseki, halk egemenliğine dayanan demokratik cumhuriyetin temellerinin ilk kez Hz. Muhammed tarafından atıldığını ileri süren Diyanet Reisi (1947)’den başkası değildir.]

Soruda, Şeyho Hocanın ifadesiyle “müstakil Cuma namazı kılmak” bile yadırganan bir üslupla gündeme getiriliyor; Diyanet ülke çapında kıldırdığı için bir anlamda gereksiz görülüyor. Şeyho Hocanın bu sorulara özetle yaklaşımı şu şekilde: “Bugün de kim ne derse desin Diyanet gene aynı zihniyeti taşıyor. Diyanet’in varlığı niçindir? Kuruluşunu incelemişsinizdir. Kuruluşunun sebebi sistemin ayakta durmasıdır. Bugün Diyanet bu düşünceden ne kadar uzaklaşabilmiştir?”

Bir diğer soruda, “sistemi değiştirme niyetleri” bağlamında şöyle soruluyor: “Bunu bazıları sistem içinde partisel mücadeleye katılıp rol alarak gerçekleştirmeye yöneldiler. Takvayı ön plana çıkartan bir kısmı ise, siyasi olarak bu sistem işleyişinin dışında durarak niteliklerini geliştirmeye ve bu uluslaşan toplumu yeniden ümmetleştirmeye çalıştılar.” Yani meşhur fetva-takva ikilemine gönderme yapılıyor. Bir taraftan -zımnen- bu işin fetva yönünün, sistemi değiştirmek için, sistemin içine girmeyi gerekli kıldığı ima edilirken, diğer taraftan, bu yöntemi savunanların takvadan uzak kaldıkları da itiraf edilmiş oluyor. Sorunun asıl vurucu(!) sözleri bundan sonra geliyor: “Tayyip Erdoğan liderliğindeki siyasi erk ile 28 Şubat gaddarlığı ve İslam düşmanlığı büyük ölçüde geriletilmiş devletin halk karşıtı tavırları oldukça geri çekilmiş yani bir normalleşme süreci başlamıştır.” “Merhale fıkhı” penceresinden bakınca olaylar böyle görünüyor demek ki.

Şeyho Hoca, sistem içi mücadeleye yeşil ışık yakılması arzusuyla sorulan, bugün birçok bilinçli Müslümanın sistemde memurluk yaptığı, ülkede yeterli olmasa da bir hukukileşme, bir serbesti alanı oluşturulduğu tarzındaki iddialarla dolu soru karşısında da şunları söylemekte:

“Şunu söyleyebilirim. Benim bildiğim bu dış görünüşü ile serbestiyet ve hürriyet anlayışı içerisinde olduğunu iddia eden partiler sonunda esas itibariyle Müslümanların zihin dünyalarına sisteme [sistemi] bütünüyle yerleştirmiş oluyor. Demokrasi namına dün biz küfürdür, bu şirktir deyip de karşı koyduğumuz partiler bize güzelce önce serbestiyet hususunu yaydılar. Demokrasi anlayışını yaydılar. Ve istediğimiz şekilde başörtünüzü takabilirsiniz dediler, ondan sonra şunu da yapabilirsiniz derken birden bütünüyle gerçekten bizim rahatlayacağımız hususları ortaya koydular. Ancak sonunda ne oldu? Bu sefer biz öylesi bir inanır olduk ki yavaş yavaş Müslümanlar artık bu İslam’dır(!) der hale eldiler. Oysa bugün camilerde hakikaten İslam anlatılsa, Şeriat’ın maddeleri güzelce dile getirilse inanın hayat hakkı tanınmaz. Bunu böyle bilmek lazım.”

Şeyho Hoca kitabına Ercümend Özkan da teşehhüd miktarı misafir edilmiş bulunmaktadır. Şeyho Hoca Ercümend Özkan’la ilişkilerini, beş yıl birlikte çalıştıklarını anlatmaktadır. Ercümend Beyin parti için istişare yaptığı günlerde ondan ayrılmış. Sorularda Ercümend Özkan isminin geçtiği cümlelerde, sanki hep bir şeylerin nefyedilmek istendiği fark edilmektedir. M. Ali Baltaşı ve arkadaşlarının Ercümend Özkan’dan, metot akideden çıkar ve tartışılmaz görüşünü kabul etmedikleri için ayrıldıkları ileri sürülmektedir. Baltaşı ve onun gibi düşünen kimselere ilk kez mealci diyenin Ercümend Özkan olduğu da yine eleştirel üslupla dile getirilmektedir. Öte yandan Ercümend Özkan sanki bütün bu noksanlarına bakmadan, kalkıp kendilerine “taklitçi fıkıhtan devşirilen hilafeti anlatmakla” tavsif edilmektedir. Şu cümle de ona yöneltilen eleştiriden: “Hilafet devleti kuracağız, İslam anayasası budur diye yorumu mutlaklaştıran, öyle ciddi bir tarih-toplum yorumu yapmadan, ıslah ve inşa için merhale fıkhını pek de önemsemeden sanki arkamızda kitleler var, hemen devrime hazırız anlayışında bir söylem vardı.” Bunların analiz edilmesinin yeri bu yazı değildir kuşkusuz. Burada sadece iki küçük tashih yapmakla yetinelim: Ercümend Özkan 1993’te değil, 1995’te vefat etmişti. Hizbuttahrir’i de 7 değil, 9 talakla boşamıştı.

Sonuç itibariyle diyebiliriz ki Kur’an, her kim ona gönülden bağlanırsa, onu güzelleştirmektedir.