İslamcılık Düşüncesinin Problemleri

Malum olduğu üzere, İslamcılık tartışmaları eski hararetini kaybetti, gündemden düştü. İslamcılık düşüncesinin mensupları dahi mesele hakkında ciddi ve derinlikli fikirler üretmekten vazgeçti. Genellikle reel siyasetin belirlediği gündelik meseleler hakkında yazıp konuşmaktalar. Eğer İslamcılık düşüncesi, küresel küfre karşı  “İttihad-ı İslam” için bir kurtuluş hareketi olarak görülüyor ve görülmeye devam edecekse, yeniden ama daha sahih zeminde tartışılmalı, mevcut problemlerinden arındırılmalıdır.

Kendi adıma, “İslamcılık” kavramının Müslümanlık adına kullanılmasının çok da sağlık bir tanımlama olduğunu düşünmüyorum. Lakin yaşanan tarihsel süreçte ve bu süreç içerisinde gelinen eşikte, birçok kavramın kullanılmak zarureti hasıl olduğu gibi, “İslamcılık” kavramı da bu zaruri kullanımdan dolayı literatürde yerini almıştır.

Yazımızın başlığının çok iddialı olduğunun farkında olmakla birlikte, böyle bir özeleştirinin sağlanabilmesi, daha ilmi ve daha derinlikli çalışmalar için ön ayak olmasını temenni etmekteyim. Zira İslamcılığın 19. yüzyılın son çeyreğinde problemlerle başlayan çıkışı, 21. yüzyılda ve hem de çok daha vahim problemleri bünyesine dahil ederek varlığını sürdürmektedir. Bu durum gelinen eşikte, İslamcılık düşüncesinin problemlerini yeniden konuşmayı zaruri kılmaktadır.

Osmanlı Devletinin askeri alanlarda yaşadığı mağlubiyetler ve bu mağlubiyetlerin getirdiği siyasi sıkıntılar sonucunda, Osmanlı siyasi aklı öncelikle askeri alanda modernleşmeyi gerekli görmüş, bu alanda yenileşmeye giderek askeri mağlubiyetlerinin önüne geçmeye çalışmıştı. Fakat kısa süre içerisinde, sadece askeri alandaki modernleşmenin yeterli olamayacağı, zaruri olan tecdid, ıslah ve terakkinin sağlanabilmesi için devletin her yönüyle Batı’ya, Avrupa’ya dönmesi gerektiği kanaati hasıl oldu. Bu kanaat İslamcı aydınların yüzünü tamamıyla Batıya dönmesine sebep oldu.

İslamcılık, modernleşmenin, Avrupalılaşmanın zaruretine kanaat getirdiği zamanda, bütüncül anlamda yeni bir din ve yeni bir İslam yorumu olarak tanımlanmaktadır. Fakat “bütüncül” olarak ifade edilen ana gövde, kendi geleneğinden kopuk olarak, telafisi imkânsız hataları da beraberinde getirmiştir. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi olarak başlayan bu süreç, yapılan hataların günümüze kadar gelmesine de sebep olmuştur.

Eğer bugün için İslamcılık yeniden konuşulacak ve bir kurtuluş düşüncesi olarak ele alınacak ise, bünyesinde barındırdığı problemlerin konuşulmasının, sil baştan tanımlanmasının, ıslah ve inşa edilmesinin zarureti tartışmadan uzaktır.

Yukarıda da bahsedildiği gibi İslamcılık her ne kadar “bütüncül” bir hayat tasavvuru olarak tanımlansa da, bu tanımlama zuhurundan çok sonraları yapılmış, tanımlamayı yapanlar, İslamcılık cereyanının belki de dördüncü kuşak mensuplarıdır. Kaotik dönemin sıkıntıları içinde önemli bir kurtuluş düşüncesi olarak ortaya çıkan İslamcılık, gelinen eşikte ideolojik vasfını yitirdiği gibi, ortaya çıkışından günümüze kadar birçok zaaflarını da bünyesinde taşıdı.

İslamcılık Düşüncesinin problemlerine değinecek olursak:

Dinine güvenini kaybeden İslamcılar

1 – En önemli problemlerinden birisi, kendinden şüphe, yetersizlik ve bunun getirdiği yenilenme mecburiyetidir. Biraz sert ve sivri olsa da, daha doğru bir tabirle değinecek olursak, inandıkları dine güvenememe, bu dinle ilerlemenin –terakkinin– mümkün olmadığı kanaatidir. Bu kanaat, İslamcılık düşüncesinin temelde problemli bir yapı olarak inşa edildiğinin göstergesidir. Müslümanların kendilerine olan güveni kaybetmeleri, özgüven yitimi, aslında dinlerine –İslam’a– olan itimatlarının sarsılmasıyla doğrudan alakalıdır.

Dikkat edilirse, Tanzimat’a kadar olan geri kalmışlık sebeplerindeki tartışmalarının esası, Müslümanların dinlerine karşı olan lakaytlığı, laubaliliği, Allah’a gereği gibi kulluk yapamamaları üzerine yoğunlaşmıştı. Tanzimat’tan sonra ise, geri kalmışlığın sebebi, “dini yanlış anladıkları” üzerine yoğunlaştı. Bu eksen kaymasının sebebi ise, mevcut dini anlayışla geri kalmışlığın önüne geçilemeyeceği, dolayısıyla çağın gereklerine göre dinin –İslam’ın– yeniden yorumlanması gerektiğiydi.

İslamcılığın yaklaşık yüz elli yıllık bir geçmişinin olduğu söylenecek olursa, başlangıcından bu yana bu probleminden kurtulamamış, 19. yüzyılın son çeyreğinden 21. yüzyılın ilk çeyreğine kadar aynı problemi bünyesinde barındırmaktadır. Günümüzde de İslamcıların Batı dünyasına karşı aşağılık, eziklik, özgüven yitimi, dinlerine güvenememe duygusu kendisini göstermektedir. İslamcılık tartışmalarında birçok kurucu kavram günlük yazı ve konuşma dilinden uzaklaşmış, İslam’ın hukuki kaideleri, hadler, faiz konusundaki bakış açıları, cezai müeyyideleri, yumuşatılmaya, dünyevi iktidar lehine çeşitli yorumlarla vicdani bir inanç haline getirilmeye çalışılmaktadır. Akademik geleneğin bu hususta azimli çabaları gözlerden kaçmamaktadır.

İki Batı arasında sıkışan İslamcılar

2 – İslamcılık düşüncesinin esası, Batı karşısındaki yenilmişliğe göğüs gerebilmek için yeni bir yol bulmaktı. İslamcılık ideolojisinin ideologları, kurtuluşu yüzünü tamamen Avrupa’ya dönmekte görmüş, modernleşmenin getirdiği kurum, kuruluş, teşkilat, siyasi, iktisadi, içtimai, hukuki uygulamalar ve davranış kalıpları gibi, ne varsa taklit edilmesi gerektiğine inanmıştı.

İslamcı aydınlar için Avrupa, terakki yolunda tam bir taklit mercii olmuştu. Fakat İslamcıların bu tercihi aynı zamanda onları büyük bir problemin paradoksun içine soktu. Bir taraftan terakki için Avrupa taklitçiliği kaçınılmaz olarak görülürken, diğer taraftan ise Avrupa mücadele edilecek bir hasım, cihat edilmesi gereken bir düşman olarak karşılarına çıkmıştı. Avrupa bir yönüyle coğrafya olarak “Diyar-ı Küfür”, diğer yönüyle “Düvel-i Muazzama, Milel-i Mütemeddine”dir. Taklit etmek zorunda oldukları Avrupa, “Memalik-i İslami”nin bütün topraklarını gasp ediyor, mazlum mustazaf, çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden bütün insanları katlediyordu. Bu yönüyle Avrupa taklitçiliği İslamcıların bünyesinde, hayran olunan bir düşman olarak derin problemlerle günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

Geleceğini Avrupa ile birlikte kurmak isteyen, her yönüyle Batılılaşmak hevesiyle yanıp tutuşan 21. yüzyıl İslamcıları, AB üyesi olmak için bütün kadim değerlerinin üstünü çizdi. Siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai düzenlemelerini AB uyum yasalarına göre yeniden revize eden İslamcılar, ilk İslamcı aydınlarda olduğu gibi, kurtuluşu Avrupa’yı taklit etmekte görmekteler. Tabii bu durum söylemin bir yüzüdür.

Söylemin diğer yüzü ise –ki bu yüz iç piyasa için kullanılmaktadır– İslamcıların Avrupa’yı sürekli sömürgeci, işgalci, emperyalist, geçmişi karanlık vb. sıfatlarla karşı durulması gereken bir düşman olarak ifade edilmesidir. İçe başka dışa başka bu ikiyüzlü söylem, İslamcıları kendi içinde de ruhen parçalamakta, zaman zaman dengesiz ve çelişkili sonuçlara vardırmaktadır. Özellikle muhafazakâr iktidar döneminde yükselen Avrupa hayranlığı ve aynı zamanda Avrupa düşmanlığı, söylem olarak derin bir problem olarak kendini göstermektedir.

İslamcıların devlet tasavvuru: “Devlet giderse din de gider”

3 – İslamcı Düşüncenin diğer bir problemi, devlete bakışıdır. Kurtuluş düşüncesi olarak ortaya çıkış sebeplerinden biri, “Çökmekte olan devleti kurtarmak”tır. Devletin bekası her şeyin üstünde görülünce, devlet merkezli düşünmekte kaçınılmaz olmuştur. Devleti kurtarmak da, siyasi, iktisadi, hukuki ve içtimai olarak değişmeyi, geleneksel olanı yenilemeyi gerektirmektedir. Bu sebepten siyaseten meşruti (daha sonraları cumhuriyet ve demokrasi) idareye geçilmelidir. Fakat bu siyasi değişimin önünde dimdik bir duvar gibi duran dini meşruiyet meselesi vardır.

Bu hususta, “Müslümanların meclisinde gayrimüslimler yer alabilir mi?” meselesi ciddi tartışmalar çıkarmıştır. Devletin kurtulması için gereken her ne varsa ve ne yapılacaksa, mutlaka dinen bir meşruiyet sağlanmalıdır. İslamcıların problemli devlet algısı, dinin birçok kurucu kavramının, dönemin siyasi gereklerine göre yeniden yorumlanmasına yol açtı. Meşrutiyet meşveretle, vatandaşlık uhuvvetle, meclis Ehlü’l-hal ve’l-akd ile meşrulaştırıldı.

İslamcıların en problemli yaklaşımlarından biri, devletin gidince dinin de gideceğine dair düşünceleriydi. Fakat geldikleri eşikte, devleti kurtarmak adına dinlerini feda ettiler. Din artık Avrupalılaşmaya, modernleşmeye başlayan devlet için yeniden yorumlanması gereken ve bu yorumlardan yeni düzene meşruiyet üretilecek argüman konumuna getirildi. Ortaya çıkan sonuçta, din artık siyasal ve sosyal hayatta belirleyici, tayin edici, müdahaleci vasfını yitirmişti.

  1. yüzyılın son çeyreğinden 21. yüzyılın ilk çeyreğine gelinceye kadar, İslamcıların devlet tasavvurundaki problem süreklilik gösteren bir seyir izledi. Cumhuriyet ve demokrasi idaresine yeni nesil İslamcılar tarafından, dini kavramlarla meşruiyet sağlanmaya çalışıldı. Bu kavramların en popüler olanları şura” ve Medine Vesikası” olarak kendisini gösterdi. Medine Vesikasını yeniden yorumlayan İslamcı aydınlar, demokratik temelli çoğulcu toplum yapısına sürekli köprüler kurdular, kurmaktalar.

Kaybolan itibarın peşinde koşmak

4 – İslamcıların modernleşme döneminde uğradıkları itibar kaybı sonucunda, makam, mevkii, güç ve iktidara dair zaafları ortaya çıktı. Özellikle II. Abdülhamid döneminde itibar kaybına uğrayan İslamcılar, yeniden eski konumlarına kavuşmak, iktidarın ayrıcalıklarından nemalanmak için laik seküler zihniyetli İttihatçılarla birlikte oldular. Meşveret, müsavat, hürriyet, uhuvvet gibi taleplerle baskıcı Hamidizm’e başkaldıran İslamcıların tamamı, meşrutiyet idaresinin Meclis-i Mebusanında birer koltuk sahibi oldular. Bir makama gelmeleri, mecliste bir sandalye sahibi olmaları, dinin haram dediğine karşı seslerini çıkarmalarının önüne geçti. Elmalılı’nın deyimiyle, “bir zamanlar hahamlarda, rahiplerde, papazlarda olan Rablik vasfını, parlamenterler olarak onlar devraldılar.”

İktidara, makam ve mevkie, güce ve sermayeye olan zaafları, İslamcıları her daim iktidarla birlikte hareket etmeye sevk etti. Bu bakımdan İslamcılık, çıkışından günümüze bütün tarihi boyunca siyasi iktidarla ve modernist değişimlerle hemen hemen aynı çizgide bulundu. İslamcı düşüncenin bu problemi, günümüzde de aynı sıcaklığını korumaktadır.

İktidarda olan muhafazakârların, geçmişleriyle bugünleri göz önüne alınıp değerlendirildiğinde, nasıl bir değişim dönüşüm ve devletle uyum sağladıkları, yukarıdaki tespitin doğruluğunu gösterecektir. İktidara, güce, mevkii, makama, statüye, sermayeye susamış İslamcıların geldiği yer içler acısıdır. Öyle bir içler acısıdır ki, parlamentonun şer’i şerife mugayir bütün yasamalarını bizzat yönetmekteler, teklif etmekteler, yasalaşmasını sağlamaktalar.

Geçmişin yükünden kurtulmak isteyen İslamcılar

5 – İslamcıları modernleşmenin başlangıcından günümüze önemli problemlerinden biri de, gelenekle olan ilişkileridir. Geleneği ve geleneksel olan ne varsa, “eski, eskimiş, miadını doldurmuş, hurafe, israiliyat” vb. ithamlarla ötekileştirmeleri, geçmişle bağlarını koparmaları, bir bakıma geçmişten utanmaları, İslamcıları köksüz, tabansız ve problemli bir mekâna götürdü. İslamcıların tamamına yakını geçmişini tarihini, geçmişte yaşananları kurtulunması gereken zaman dilimi olarak gördüler. Mazi ile an ve ati, birbirinin tamamlayıcısı devamı olması gerekirken, iki zaman diliminin birbiriyle olan bağları koparıldı. Ahmed Hamdi Akseki’nin bu hususa dair veciz ifadesi, dönemin İslamcı ruhunu yansıtması açısından kayda değerdir:

“Benim neslimin büyük günahı, tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinde kendinden bir şey devam ettiğine inanmamaktı. Gördüğümüz feci terbiyenin tesiri altında tarihi bir mezar ve bütün vekayii birer ceset gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı, onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük. Ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.”

Biraz dikkatli bakılırsa, dinsiz olan Tevfik Fikret ile İslamcı olan Mehmed Akif, tarihe bakış açısından neredeyse aynı çizgide yer aldı. Tevfik Fikret’in “Kitab-ı Köhne”si ile, Mehmed Akif’in birçok şiiri aynı mahiyeti içermekteydi. Mehmed Akif geçmişi, geleneği, kültürü, deve dikenleriyle kaplı çöl, maziyi azap geceleri karanlıklar olarak ifadesi, geçmişe-maziye bakış açısı bakımından Tevfik Fikret’le aynı çizgide yer aldığı söylenebilir. Tabii bunun yanında ânı (andan kastı meşrutiyetin ilanı) ve atiyi dalga dalga gelen serapla tanımlamaktadır.

Modernleşmeye uyumlu dini yorumlar

İslamcılar geleneğin reddi, geçmişin silinmesine dair bu problemli tercihini, kaynaklara ve Asr-ı Saadete ulaşmak teziyle meşrulaştırmaya çalışmıştır. Onlara göre 1300 yıllık İslam tarihinde Asr-ı Saadet hariç İslam her daim yanlış anlaşılarak yaşanmış, Müslümanlar 13 asır boyunca istibdadla idare edilmiştir.

Meşrutiyetin ilan edilmesiyle bu devre bitmiş, Müslümanlar olması gereken siyasi düzene kavuşmuştur. Fakat 13 asırlık tarihin üstünden atlanarak varılan Asr-ı Saadet, kurtuluş membaı olmaktan ziyade yeni düzene meşruiyet sağlamakta elverişli bir varış noktası olmuştur.

Bu varış noktasından hareketle gelinen süreci günümüzde daha iyi anlamaktayız. Çünkü kaynaklara dönüş hareketi daha sahih bir İslam idrakine ulaşmak için değil, modernleşmenin getirdiği mecburiyetlere daha uyumlu yorumlara kapı aralamaktı.

Cumhuriyetin ilanından sonra İslamcıların bir bakıma bu tavrı değişecektir. Cumhuriyet kadrolarının despotik baskıcı idaresi, İslamcıların geçmişle olan ilişkilerine yeni bir düzen getirmelerini gerekli kılmış gibidir. Fakat kaybedilmiş bir geçmişle, kazanılmamış bir gelecek arasında sıkışan İslamcı cenah, cumhuriyeti kuran kadrolara karşı muhalefet amacıyla en fazla devlet başkanı (cumhurbaşkanı), evliya veli olarak “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı, cumhuriyet aydınına karşı da Ahmed Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi vb. sahaya sürebilmiştir. Tabi sahaya sürdükleri şahsiyetler ilk dönemlerde cumhuriyetin kurucu kadrosuna muhalefet amacı güderken, gelinen eşikte surda açılan gediklerin tahkiminde kullanılmaktadır.

İki kimlikle tek hedefe gitmeye çalışmak

6 İslamcılık ilk başlarından itibaren bir ilim hareketinden ziyade, bir aydın hareketi olarak ortaya çıkmış, siyasi askeri iktisadi sahalarda yenilmiş bir devletin aydınları tarafından inşa edilmiştir. İslamcılık düşüncesinin teorisyenlerinin çoğunluğu modern eğitimden geçmiş, Avrupa görmüş, Avrupa’nın gerek bilimsel gerekse mekanik kurgusundan etkilenmiş, özellikle Avrupa’nın siyasi düzenini felaha ermenin olmazsa olmazı olarak görmüştür. Bu da İslamcı aydınları dinlerine karşı mesafeli durmaya iterken, dinlerinden de vazgeçememe gibi bir ikilem içine sokmuş, iki kimlikli yapmıştır. Bu iki kimlikli İslamcı aydınların zihin dünyası, İslamcılık düşüncesinin inşasında problemli bir zemin teşkil etmiştir.

İslamcılık düşüncesinin tarihi seyri içinde, ilmiye mensupları da bu akıma dahil olmuş, ilmiye sınıfı mensupları da modern aydınlar gibi düşünmeye başlamıştır. İlmiyeye mensup Elmalılı Hamdi, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, Şeyhülislam Mustafa Sabri vb. birçok ilmiye mensubu, ilk nesil İslamcılardan daha ileri modern düşünceler sergilemiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte ulusçuluk hakkında kalıplaşmış birçok ifade aydın konumuna gelmiş olan ilmiye sınıfının mirasıdır.

Aydın sınıfına terfi eden birçok ilmiye mensubu, bulundukları zamanın zaruri şartlarına dayanarak, dini yeniden yorumlamış, yeni düzene dini meşruiyet getirmeye çalışmıştır. Fakat zaman içerisinde zaruretlerin getirdiği yorum ve davranışlar normal hale dönüşmüştür. Zaruretlerin mubah kıldığı birçok kötü hal, iyi ve güzel olarak kanıksanmıştır.

Siyasetin güdümüne terk edilen ahlak

7 – İslamcılık Düşüncesinde problemli konulardan birisi de, “siyaset mi belirleyici olacak, yoksa din mi?”dir. Modernleşme ile birlikte parlamenter bir siyasi düzene geçilmesinin kaçınılmaz olduğunu savunan İslamcılar, meşrutiyet (daha sonraları da cumhuriyet ve demokrasi) savunusu yaparken, parlamenter siyasi sistemin doğası gereği gelen ve dinen gayrimeşru olan birçok işleyişi de kabullenmişti. Şer’an gayrimeşru olan siyasi işleyişi meşrulaştırmak için din -İslam- yeniden yorumlandı.

İlk başlarda yer alan Ahmed Cevdet Paşa’yı dışarda tutarsak, bütün İslamcılar Müslümanların parlamentosunda gavurların da olabileceğine dair yorum yaptılar ve şer’i bir kılıf uydurdular. Tabii böyle olunca “hikmet-i hükümet” gereğince önce siyasi ahlak değişti. Ahlak laik siyasetin güdümüne terk edildi. Müslümanlar için önemli bir kıstas olan, “nasılsanız öyle idare olunursunuz” kaidesi de aşağılara itildi. İlk nesil İslamcılardan günümüze kadar bu mesele kat’i naslara dayanılarak çözülemedi. Bu problem günümüz İslamcılık cereyanında halen devem etmektedir.

Sonuç yerine:

Malum olduğu üzere, İslamcılık tartışmaları eski hararetini kaybetti, gündemden düştü. İslamcılık düşüncesinin mensupları dahi mesele hakkında ciddi ve derinlikli fikirler üretmekten vazgeçti. Genellikle reel siyasetin belirlediği gündelik meseleler hakkında yazıp konuşmaktalar. Eğer İslamcılık düşüncesi, küresel küfre karşı  “İttihad-ı İslam” için bir kurtuluş hareketi olarak görülüyor ve görülmeye devam edecekse, yeniden ama daha sahih zeminde tartışılmalı, mevcut problemlerinden arındırılmalıdır.

İslamcılık düşüncesinin yukarıda zikretmeye çalıştığımız problemleri, belki birçok İslamcı tarafından problem olarak görülmekten ziyade, zamanın mecburiyetleri olarak görülebilir. Lakin bu görüşün yanlış olduğunu İslamcılığın tarihi süreci bize göstermiştir. Bunları problem olarak gören İslamcılar ise, bu problemlerin nasıl bertaraf edileceği hususunda kafa yormalıdır. Bu mesele de başka bir yazının konusu olabilir.

Yakup Döğer / İktibas Dergisi Kasım Sayısı