İran İslam Devletinin 40. Yıl Dönümü Nedeniyle Hatıralarımdan Kesitler
Yıl 1980, aylardan Haziran. Tahran’dayız. Üç arkadaş İran İslam Devrimi’ni, devrim sürecini ve devrim sonrası İran’ı gözlemlemek istiyoruz. Yol arkadaşlarımdan birisinin son model Amerikan arabası ile seyahat ediyoruz. İran’ın Bazergan sınır kapısından içeriye girer girmez bindiğimiz araç dikkatleri çekiyor. Gerçi devrim üzerinden henüz 17 ay geçmiş olmasına rağmen, Şah zamanından kalma çeşitli lüks araçlar da dikkati çekmiyor değil. İlk durağımız İran’ın Maku kenti oluyor. Acıktık, bir lokantaya oturduk İranlıların deyimi ile çelo kebap söyledik. Bu arada Ali Nazımzade isimli Şah zamanının milli sporcularından birisi peydah oldu yanımızda. Adeta yapıştı. Zaten bizi gören birçokları ilk tanışmanın ardından “Arak (rakı) var mı?” diye soruyorlardı. Ali de aynı soruyu sordu. Yol arkadaşım Ercümend Bey, Ali’ye rakının, içkinin, kumarın, yalanın, zinanın vs. haram olduğunu hatırlattı. Akabinde Ali’ye devrimden memnun olup olmadığını sordu. Ali; “İmam (Humeyni) yahşidur amma mollalar şuluklukdur (karışık, netameli).” diye cevapladı.
Ali ve benzerleri ile, Tahran’a kadar devam eden kara yolculuğumuzda Tebriz, Zencan, Gazvin gibi yerleşim birimlerinde mola vererek ve karşılaştığımız, uygun gördüğümüz insanlarla devrim öncesi ve devrim sonrası İran’a ilişkin sorular sorarak yolculuğumuza devam ettik. Tahran’a vardığımızda doğrusu tahminimizden daha canlı, görkemli bir Tahran ve kendisinden emin heyecanlı bir ahali ile karşılaştık. Tahran’da yaklaşık bir ay kaldık. Bu bir ay içerisinde tabir-i caiz ise Tahran pazarındaki hamaldan Cumhurbaşkanı Ben-i Sadr’a kadar birçok kimse ile görüşme fırsatını da bulduk. Hatta Ben-i Sadr’ın özel kaleminde (defterinde) kabulü beklerken bir sigara muhabbeti başladı zira Tahran’da ekmek ve benzeri kuyruklar yok iken sigara kuyrukları dikkatimizi çekmişti. Tahran’da sigara bulamıyorduk. Oysa Ercümend Bey de ben de sigara içiyoruz. Neyse o dönem orada hazır bulunan İsfahan milletvekili Selametyan bize bir paket sigara hediye etti. Geçici olarak o dertten kurtulduk. Fakat kısmen Sokrat mizaçlı olan Ercümend Bey sorgulayıcı bir üslup ile sigaranın niçin bulunmadığını sordu. Yine sanıyorum o dönem milli eğitim bakanı olan Ali Recai; “İmam, ben halkın iaşe ve ibatasından sorumluyum. Ben sigara temin etmek zorunda değilim. Sigara içmeyenlere haram, içenler de terk etmeye çalışsınlar dedi.” diye cevapladı.
Yine sıcak bir Haziran günü, Tahran Pazarı’nın önde gelen tüccarlarından Tebriz’li Hacı Haşim Şebüsterizade tavassutu ile Cemeran’a Humeyni’yi ziyarete gidiyoruz. Rehberimizle birlikte dört kişiyiz. Türkiyeli olarak üçümüz de takım elbiseli ve kravatlıyız. Cemerana yaklaştıkça rehberimizde sıkıntılı bir hal gözlemlemeye başladım bu sefer ben sordum: “Ağa bir sıkıntın mı var?” diye. Rehber Hacı Haşim: ”Ağa kravattan hoşlanmayuptu…” dedi. Bunun üzerine rahmetli Ercümend Bey, “Ağanın hoşlanmadığından biz de hoşlanmayız. ” dedi ve üçümüz de kravatları çıkardık.
Takvimler 6 Haziran’ı gösteriyordu, İnkılâp Oteli’nin 13. katındayız vakit sabah, Ercümend Bey sabah namazından sonra uyumuyor ve balkonda kitap okuyordu. Ben ise uykudayım. Seslendi; ”Süleyman kalk aşağıda zuhurat var, inelim nasiplenelim.” dedi. Kalktık aşağıya indik gerçekten otelin bahçesinde masalar çeşitli yiyecek içecek ve ikramlarla donatılmış. Biz üç arkadaş bir yandan karnımızı doyuruyor, kahvaltımızı yapıyoruz diğer yandan Ercümend Bey yol arkadaşımız Halit Serim Bey’e hitaben; “Halit Bey! Bugün yine bunların bir öleni kalanı var galiba.” dedi. Hemen ardından Azeri bir garsona; ”Bu ziyafet ne, bugün kiminiz öldü kiminiz kaldı?” şeklinde bir soru sordu. Garson saf saf; “Ağa! Bugün Mehdi (a.s)’ın doğum günü.” dedi. Tabi Ercümend Bey hemen cevabı yapıştırdı; “ Aslanım! Mehdi neyim gelmeyecek, Mehdi bekleyenler avucunu yalasın biz de karnımızı doyuralım.” deyiverdi. Garson bu ifadeyi şaşkınlık içerisinde karşıladı. Çünkü Şia’da Mehdi İnancı akidevi bir meseledir. Garson Hayatı boyunca böyle bir ifade ile karşılaşmamış olmalı ki dondu kaldı!
Hacı Haşim’in mektubu ile Kum’a, Ayetullah Şeriat Medari ile görüşmeye gittik. Medresenin avlusunda görüşme sıramızı bekliyoruz. Zira o gün Humus Merasim’i varmış. Humus Merasim’i herhangi bir Ayetullah’a bağlı olan ya da merci-i taklit konumundaki Ayetullah’a bağlı olan kimsenin kazancının beşte birini ilgili Ayetullah’a vermesidir. Herhangi bir şahıstan Humus alınmazdan önce o şahsın kazancının helal olup olmadığı tahkik edilir. Eğer kazançta bir şaibe var ise o kişinin Humus’u kabul edilmez. İran Şah’ı Rıza Pehlevi söylendiğine göre Şeriat Medari’nin mukallidi idi. Ne var ki devrim sürecinde Şeriat Medari’nin Şah Rıza’nın Humusu’nu kabul etmediği söylenir. Bu konuda kaynak devrim sürecinde Türkiye’deki Şiilerin imamı konumunda olan ve yine İstanbul’daki Caferi camiinin imamlığını da yapan Hüccetül İslam Hasan Mehdipur’dur. Neyse, avluda bir hayli kalabalık var. Kendi aralarında tamamı Türkçe konuşuyor. Ercümend Bey konuştuklarını dikkate alarak sordu, “ Hepiniz Azeri misiniz ?”. İçlerinden birisi, “Acem’in işi ne burada?” dedi. Çeşitli karşılıklı sorular havada uçuşurken rahmetli Ercümend Bey’in kafası anlatılanlardan hoşnut olmamış olmalı ki “Uşaklar bu devrimi siz mi yaptınız?” diye tereddüt içeren bir soru yöneltti. Yine hazirundan birisi “Özümüz yapmuştur.” dedi. Ardından merhum Özkan ekledi; “Belli aslanım yaptığınız devrimden haberiniz yok. Allah’ım aklıma mukayyet ol.” deyiverdi.
Seyahatimizin sonlarına doğru yine Türkiye’nin Tahran büyük elçiliğini ziyaret ettik. O dönem başkonsolosu olan zatın makamında umre gayesiyle Suudî Arabistan’a ziyarete ilişkin tavsiyelerini almak istedik. Hedefimiz İran’dan Körfez üzerinden karşıya geçmek ve umre ibadetini yapmaktı. Konsolos bey bizi bilgilendirdi. Bizler soluğu Suudî Arabistan’ın Tahran büyük elçiliğinde aldık. Elçilik kapısında saatlerce bekledik. Kavurucu sıcak altında, Suud elçilik görevlileri yüzümüze bile bakmadılar. Bu arada yine bizim gibi vize için bekleyen bir başka şahıs bizimle konuşmaya başladı yarı Türkçe yarı Farsça bir ifade ile Ercümend Bey’e hitaben “Sen Şia’sın?” Özkan; ”Yok” dedi. Sonra “Yoksa Sünnisen?” rahmetli yine yok dedi. Bu kez o şahıs sen ne menem bir şeysin dedi. Ercümend Bey ben Müslümanım ve Müslümanlardanım diye cevap verdi.
Elçilik önündeki bu konuşma aslında dünya Müslümanlarının dinin temel ve şaşmaz kaynağı olan Kur-an’dan ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir. Ne Kur-an’da ne de Resulullah’ın (a.s) sünnetinde şu mezhep ya da şu meşrepten olacaksın diye bir kayıt yok. Ama dünün ve bugünün Müslümanlarını Allah’ın kitabı Resulullah’ın sünnetinden çok efendilerinin, şeyhlerinin, gavslarının ve meşrep büyüklerinin sözleri davranışları bağlıyor. Oysa Kur’an açık bir şekilde; “(İnsanları) Allaha çağıran, iyi ve faydalı iş yapan ve ben de Müslümanlardanım diyen kimselerden daha güzel sözlü kim olabilir.” (Fussilet 41/33) buyururken, bir başka ayet-i kerimede ise “ Allah’a yönelerek ona karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp, fırka fırka olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.” (Rum 31/32) buyrulmaktadır. Muhammed İkbal, zamanındaki şeyhlik-müritlik ilişkilerini anlatırken karşılaştığı manzaraya “Şeyhperestlik” manasına gelen “Pirizm” ismini takmıştı. Doğrusu hak yolda giden öğretici, önder, şeyh ve hak yolda, hakkın rızasına uygun hareket edenleri tenzih ederek şunu ifade etmek isterim ki “ Allah ne buyurdu Allah benden ne istiyor?” sorusunu sormak ve bunun cevabını Kur’an’dan Hz. Peygamber’in (a.s) sahih sünnetinden ve yine bu iki esasa dayalı muhtelif içtihatlardan almak yerine “Şeyh Efendi ne buyurdu ise İslami anlayış ve mezhebimiz odur.” gibi yaklaşımlar asla doğru değildir. İmam Malik hazretlerinin talebesi olan İmam Şafi hazretleri üstadının vefatının ardından, Medine ahalisinden bazıları ile çeşitli İslami konularda sohbetler eder. Yine bir defasında İmam Şafi’nin “Resulullah dedi ki.” ifadesinin ardından muhatabı “İmam Malik dedi ki.” şeklinde konuya girmesiyle birlikte İmam Şafi titrer, rengi sararır ve günümüze ve geleceğe örneklik teşkil edecek bir ifadeyle: “Allah’tan ve Resul’ünden gelenleri başımızın tacı, gözümüzün nuru kabul etmez isek hangi gök bizi gölgelendirir hangi yer bizi üzerinde barındırır?” der ve ardından İmam Malik’in yanlışlarını ihtiva eden Risale’yi neşreder.
Özetle devrimin hemen ardından sayılabilecek bir zaman diliminde İran’a yaptığımız seyahatten kesitler sunmaya çalıştım. Aslında daha sonraki seyahatlerimle ilgili birçok anılarım mevcuttur. Onları bir başka zamanda inşallah ele alırız. Bu arada İran’da da Turan’da da Müslümanların etnik ve İslami anlayışlarına ilişkin birkaç örnek de sunmaya çalıştım. Gerek İran Devrimi’nin 40. Yıl dönümü nedeni ile ve gerekse Merhum Ercümend Özkan’ın vefatının 24. Yıl dönümü nedeni ile ikisini de anmak istedim. Elbette 70 küsur yıllık ömrümde birçok olaylara şahit ve vakıf oldum. Kısmen de olsa bunları paylaşarak günümüzün ve gelecek kuşakların bilgilerine ilgilerine sunmak istedim. Maalesef bizim İslami kesimde hatırat kültürü yeterince mevcut değil. Allah rahmet etsin Ali Ulvi Kurucu hocamızın hatırat yaklaşımı bize örneklik teşkil etmeliydi. Ama onu bile yeterince örnek aldığımız söylenemez. Sürç-i lisan ettiysek affola…
Not: Adı konulmuş bir hastalıkla mücadele ediyorum. Bir ay içerisinde iki ameliyat geçirdim. Şimdi ise ilaç tedavisi başladı. Aslında mü’minler için hastalıklar gurbetten sılaya yolculuk sırasında, yoldaki trafik levhaları gibidir. Hz. Ali’ye sorarlar “Ölümden korkmuyor musun?” müthiş bir cevap verir, “Ecelim ömrümün teminatıdır.” Hastalığım nedeni ile ilgilerini esirgemeyen tüm dostlarıma ve hekimlerime şükranlarımı sunuyor dualarını bekliyorum. Sağ olun var olun…
Her Taraf