Hangi Şeriat?

Müslümanlar eldekini kaybetmemeye, fırtınaların ortasında hayatta kalmaya ve acil ihtiyaçlarını karşılarken zaruretlerle zevâhiri kurtarmaya odaklandıkça, “şeriat yönetimi”, “İslâmî devlet”, “hilâfet” gibi kavramlar olumlu çağrışımlarını tümden kaybediyor.

Bir seyyah, İslâm dünyasının en batı ucundan, Mağrib’den yola çıksa… Her ülkede birkaç ay kalarak, en doğuya kadar gitse… Ayak bastığı her yerde İslâm’ın toplumsal hayattaki tezahürlerini gözlemlese, Müslümanların tartıştıkları ve meşgul oldukları meselelere kulak kabartsa, toplumlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları not etse… Bu uzun seyahatin sonunda da, Müslümanların yaşam biçimleri ve dünyayı algılama yöntemlerine dair izlenimlerini, yorumsuz olarak kayda geçirse… Acaba nasıl bir manzarayla karşı karşıya kalırdık? Böyle bir tabloda, ayrışma ve çatışma noktalarının, ittifak ve uzlaşma noktalarına galebe çalacağı açık. Hatta öyle ki, sırf bu ihtilâf ve çekişmelerin yoğunluğu yüzünden, “İslâm dünyası diye bir yer yok” cümlesi -günümüzde eskisinden daha sıklıkla- telaffuz ediliyor. Hem Müslümanlar hem de Müslümanları dışarıdan izleyenler tarafından.

Müslümanların İslâm’ı anlama ve yaşama şekillerine dair bütün tartışmalarda, söz mutlaka “şeriat”a gelip dayanıyor. İslâm her ne kadar “şeriat”la özdeşleştirilse ve muarızlarının dilinde “şeriat” üzerinden mahkûm edilmeye çalışılsa da, bizatihi Müslümanların algı dünyasında şeriatın tek bir tanımının ve üzerinde uzlaşılmış bir pratiğinin bulunmadığı görülüyor. Yalnızca Sünnî-Şiî ayrımı yüzünden değil, homojen kesimler içinde bile kıyasıya görüş ayrılıkları, fikrî çatışmalar ve oldukça derin yorum farklılıkları mevcut. Öyle ki, eskaza bir yerde şeriat ilân edilecek olsa, ona ilk itiraz da diğer Müslümanlardan geliyor. Yine, hasbelkader “şeriat yönetimi”nin hakim olduğu bazı coğrafyalarda, şeriat, zaman içinde rakip Müslüman grupların kökünün kurutulmasına, çekişen kliklerden birinin baskın çıkmasına ve siyasî hesaplarla toplumların tepeden dizaynına yarayan bir malzemeye dönüşüyor.

Bugün adında “İslâm”ı resmen taşıyan üç devlet var: İran İslâm Cumhuriyeti, Pakistan İslâm Cumhuriyeti ve Moritanya İslâm Cumhuriyeti. Endonezya’nın Açe eyaletinde “şeriat kanunları” resmen yürürlükte. Suudi Arabistan’da resmî bir “anayasa” yok, çünkü -yöneticilerinin iddiasına göre- “ülkenin anayasası Kur’ân ve Sünnet”. Farklı ülkelerde Selefî (ve diğer) silahlı grupların kendi hakimiyet sahalarında ilân ettikleri “İslâmî devlet”ler mevcut. Afganistan’da Taliban, yine aynı hedef çerçevesinde mücadele yürütüyor. Yakın zamana kadar IŞİD, “İslâm devleti ve hilâfet” sloganlarıyla Irak ve Suriye’de hüküm sürüyordu. Tüm bu “İslâmî yönetim” veya “şeriat” pratikleri, birbiriyle rekabet ve uyuşmazlık halinde. Hepsinin buluştuğu ortak payda ise, şeriatın “cezalar sistemi” şeklinde uygulamaya dökülmesi. Devletlerin adındaki “İslâm” ibaresi, politikacıların pragmatist pratiklerinde minik bir ayrıntı mesabesine inerken, dünyadaki hiçbir “İslâmî yönetim”in, dış politikada “şeriat ilkeleri” tarafından yönlendirilmemesi de dikkat çekiyor.

Müslüman dünyada, İslâm her ne kadar toplumların benliklerine nüfuz etmiş olsa da, dinin hayatın ne kadarında ve ne şekilde etkin olacağına dair ciddi bir belirsizlik ve kafa karışıklığı seziliyor. İslâm topraklarına hariçten dayatılan ideolojik, siyasî ve askerî taarruzların yıkıcı tesiriyle şekillenen bu dağınıklık, Müslümanların zihninde “müstakil, tutarlı ve alternatif bir İslâmî proje”nin somutlaşmasını engelliyor. Müslümanlar eldekini kaybetmemeye, fırtınaların ortasında hayatta kalmaya ve acil ihtiyaçlarını karşılarken zaruretlerle zevâhiri kurtarmaya odaklandıkça, “şeriat yönetimi”, “İslâmî devlet”, “hilâfet” gibi kavramlar olumlu çağrışımlarını tümden kaybediyor.

Mevcut örneklerin gülünç ve tutarsız olması, İslâm dünyasının genç nesillerinde günümüzde giderek daha baskın hale gelen bir kanaati de doğuruyor: “İslâmî siyaset ve yönetim modeli, bugünün dünyasında artık imkânsız. Bu ütopyanın peşinden gitmek, vakit kaybı.” Tartışmanın devamında, söz, İslâm’ın modern zamanların ihtiyaçlarına cevap veremeyen arkaik bir inanış olduğuna, topluma herhangi bir şey vaat etmediğine, dinin vicdanlarda kalması gereken bir kanaatten fazlası olmadığına doğru uzayıp gidiyor.

İslâm tarihinin ilk dönemlerinden günümüze Müslümanların seyrüseferini gözümüzde canlandırdığımızda, özellikle zihnî anlamda en zor süreçlerden birini tecrübe etmekte olduğumuzu söyleyebiliriz. Her şey sınırsızca tartışılırken, İslâm’ın toplumlara sunacağı makul ve uygulanabilir alternatifler üzerinde daha fazla kafa yormak, Müslüman âlimlerin, mütefekkirlerin, düşünce adamlarının da temel vazifesi. Gidilecek istikameti göstermeden mevcudu eleştirmek veya sürekli dünyanın ne kadar bozulduğundan dem vurmak, artık kimseyi tatmin etmiyor çünkü.

Yeni Şafak / Taha Kılınç