H. Alan: Tarih Şuuru

Tarih, hemen her milletin yardımına başvurduğu toplumsal hafıza ve bir kimliktir. Geçmişte ne yapıldığını, şu anda ne yapılmakta olunduğunu idrak ettirir, kıyaslatır, memnuniyet ya da memnuniyetsizlik olarak tavır aldırır. Tarihe bunun için ihtiyaç vardır.

1: Tarih, ‘insan-doğa-toplum-bilgi’ kategorilerinde evrenin, içindeki varlıkların yaratılışını, aralarındaki ilişkisini, kozmik düzeni; insanın biyolojikve sosyolojik olarak gelişim ve değişimini; toplumsal organizasyonların dönüşümünü izah eder; geçmişi yorumlar, aşamalar halinde sınıflandırır, bu günü planlamaya çalışır.

Bu bakımdan tarih; sosyoloji, iktisat, siyaset, linguistik gibi ideolojik değer yüklü bir bilim dalıdır. Bu sebepledir ki geçmiş geçmişte kalmaz. Tarihçininideolojik temelde oluşmuş paradigması içinde yeniden planlanır. Bu sayede kültürel ve siyasal düzeyle bu günkü vaziyeti ya meşrulaştırır yahut muhalefet eder.

“Geleceği düşünmek geçmişi düşünmektir” diyenler geçmişin yolu bulunmadan geleceğin yolu bulunmaz, geleceği planlamak geçmişi planlamaktan geçer, demek istediler. Yani geçmişte kalansorunları çözmeden günümüzün sorunları çözülemez, geleceğin planlaması yapılamaz. Çünkü geçmiş, toplumsal hafızada ve çağdaş zihinde hegemonya kurmuştur.

Hz. Ali ile Muaviye arasında yapılan savaşın geriye bıraktığı siyasi ve mezhebi çekişme hala hükümsürüyorsa “ölüler dirilere hükmeder” diyenlerhaksız sayılmazlar. Hilafetin saltanata dönüşümünü sebep ve sonuçlarıyla tahlil edip alınmasıgereken ibreti alarak bu güne gelemeyenler, orada takılı kalacağı için, günümüz reel gerçekliğindenhareketle siyasi, sosyal ve iktisadi adaleti liberalizmde yahut sosyalizmde arayacak, İslami siyasi düzene ve ümmet toplumu birliğine yabancılaşacaklardır.

Şu halde geçmişi zihnimizde yeniden yapılandırmak, günümüzü değerlendirmenin ve geleceği planlamanın ön şartı olarak önümüzde duruyor. Tarih şuurunun önemi burada ortaya çıkıyor.

Şuur derken, neyin doğru ve eğri olduğunu bilmekten, yapılıp edilenlerin niye öteki türlü değil de bu türlü yapılıp edildiğinin bilincinde olmaktan bahsediyoruz. Şuur ya da bilinç, dışardan aktarılan bir şey değildir, insan kendi çaba ve gayretiyle kendisinin edindiği bir şeydir. Dolayısıyla şuurlu biri, dış etkilerden ve telkinlerden etkilenmeyecek düzeyi tutturmuş demektir. İman etmek böyle bir düzeydir. Bu düzeye ulaşan müminlerin ancak dışsal münasebet ve tutumları salih amel vasfı kazanabilir, sahibini Müslümanlaştırabilir.

2: İlerlemeci tarih doktrini, modern tarih kavrayışının ideolojik bir tezi veya icadıdır. Avrupa merkezcidir. Buna göre geçmişin bütün toplumları ve kültürleri Avrupa’yı yaratmak için yaşamış, ömrünü doldurup ölmüştür. Bu doktrin günümüz pratiğini rasyonelleştirerek kendini meşrulaştırdı. Etkinleştirip yaygınlaştırdı. Kendi dışında kalanher şeyi akılcılığın mutlak otoritesiyle ilkelleştirdi. Gericileştirdi ve tarihe gömdü.

Bu sebeple günümüzde yürürlükte olan tarih Avro-Amerikan tarihidir. Başka hiçbir tarih yoktur. Dolayısıyla günümüz realitesi dilsel, bilimsel, kültürel, toplumsal ve siyasal en ileri ve mükemmel düzey kabul edilmiştir. Nasıl böyle kabul edilebildi?

Hatırlanırsa “aydınlanmanın ilerleme kuramı” sadece tarihi şekillendirmedi. Toplumsal aşamaları ve dilin yapısını da şekillendirdi. Bu dil, doğa ve insanı hakimiyetine alan bir dünya görüşünü yansıttı. Bu görüşün kurucusu ve taşıyıcısı oldu.

İlerlemeci tarih doktrininin referansı kendisidir, sorgulattırmaz, bu bakımdan tanrıdır. Bu tanrı, akıl ve bilimle kendi otoritesinin kaynağı oldu. Buna göre tarihsiz kalanlar modern tarih anlatısının otoritesine mahkum oldular. Çünkü toplumsal hafızalarla oynandı. Farklı diller ve kültürler resetlendi. Kerameti kendinden menkul modernite kendince, “bizim” şimdi nerede olduğumuzu söyledi, ne olmamız gerektiğini gösterdi. “Kendisinin”takip edilecek uygarlık düzeyi olduğuna ikna etti.

Bu hususta söylenmeli ki: Modernite, hafızasız ve kimliksiz bıraktığı insanlığa yeni bir kimlik sundu, insanlık bu yeni kimlik içinde kendisini yeniden inşa etmek durumunda kaldı.

Oysa tarih, hemen her milletin yardımına başvurduğu toplumsal hafıza ve bir kimliktir. Geçmişte ne yapıldığını, şu anda ne yapılmakta olunduğunu idrak ettirir, kıyaslatır, memnuniyet ya da memnuniyetsizlik olarak tavır aldırır. Tarihe bunun için ihtiyaç vardır.

Bu bağlamda denmeli ki, günümüzden bakıldığındaMüslümanlar olarak toplumsal ve siyasal geçmişimiz, maddi ve kurumsal olarak ölmüş olabilir. Fakat paradigmatik ve ahlaki prensipler olarak gerçek böyle değildir. Geçmişimiz toplumsal hafızada yaşamaya devam ediyor.

Başka bir deyişle bu günkü anlatıya göre şeriat, şeri düzen, İslam ümmetinin birliği, maddi ve kurumsal olarak ölmüştür. Ölü olan bu dünyada yeniden dirilmez. Şayet böyleyse hafızalarda yaşayan nedir diye sormak icap eder. Yok bunlar, bu günkü reel şartlarda idealdir yani imkansızdır denecek olursa Müslümanlar, kolonyal dönem öncesi 12 yüzyıl boyunca nasıl birlik oldular ve kendilerini nasıl yönettiler diye sorulmalıdır.

Bugünkü kültürel, toplumsal ve siyasal verili düzeni nihai gerçeklik sanmak, olanı, olması gerekenden kopartmak, olguyu da değerden kopartmak olur. Modern düşünüş biçimi tam da budur, ilerlemeci tarih doktrini de bunu söylüyor.

Teknolojiye, sermayeye ve siyasi unsurlara dayalı mülkün ya da gücün insanlar arasında devran edip döndürüldüğünü unutanlar, tünelin ucunda ışık göremezler. Bunlar aslında, bir ışığın var olduğu inancını yitirmişlerdir. Oysa bir ışık/nur vardır. Sabredenlerce er ya da geç görülecektir.

3: Şimdilerde peydahlanan post-modern yahut post-yapısalcı söylemde tarihin bir anlamı kalmadı. İnsanoğlu, özgürlük kavgasını kazandı, liberal kapitalizm ve katılımcı demokrasiyle ulaşacağı son noktaya ulaştı.

Bu görüşü savunanlara göre artık tarih kuramı yapılamaz. Yani tarih kavranamaz, açıklanamaz bir olgudur. Berlin duvarı yıkıldığından bu yana insanlar inandıkları her şeyi geçmişte bırakmıştır.

Bu görüşe muhalif olanlar, şayet geçmiş yoksa ‘elde ne var’ diye soruyor. Cevap, ‘kirli tarih, kirli üretim biçimi, kirli para, kirli vicdan, kirletilmiş gezegen’ oluyor. Bu açıklamaya bakılırsa kaderci bir metafiziğe, determinizmin mutlaklığına varırız.

Oysa şöyle düşünebiliriz: Modernizmin ilerlemeci tarih şablonuna uygun ‘tarihin sonu’ anlatımı kara bir mizahı andırıyor. Doğada, toplumda ve kültür de yaşananlar kapsamlı bir değişimden başka bir şey değildir. Teknolojinin belirleyiciliğinde yeni bir kültürel, sosyal, iktisadi ve siyasi aşamaya geçişin eşiğinde oluşumuz söylenebilir ama bu tarihin sonu demek değildir.

Moderniteye gönderme yaparak modernitenin bitişine, tükenişine işaret eden yeni bir anlayıştan bahsedilebilir. Böyle bakınca aslında, çöken modern kuramın, düşüncenin kendisidir.

Şimdilerde zaman ve uzay kavrayışı değişmiş durumda. Artık sabite yok, değişkenlik var. Merkez yok merkezler var. Sınırlayıcı ahlaki değerler yok anlık gerçeklik var. Buna göre modern sonrası olarak nitelenen aşamada kuramsal, ahlaki, total bir söyleme yer olmadığını söylemek mümkündür.

Şu halde post-modern söylemde bir dönüşüm, yerleşik paradigma bakımından önemli bir değişiklik söz konusu. Burada siyaset ve bilgi alanında neler olacağı hususunda bir fikir vermek gerekirse dört ana başlık açılabilir: ‘Özgürlük söylemi, toplumsal kimlik, insan hakları ve temsili demokrasinin’ sorgulanması.

Şimdilerde ‘dijitalleşme’ denen başka bir aşama veya seviye söz konusu oldu. Burada her şey bir ikilem içinde ortaya konuyor. İkilem, bir olgu, olay ya da nesne ile ilgili farklılaşmaları, ayrıntıları ve özellikleri göz ardı ederek, ‘yandaş mısın karşı mısın’ gibi yüzeysel bir kategori demektir.

Kuşkusuz bu farklılık ya da ikilem, yeni teknolojinin bir sonucu. Buradan dijital bir toplumsallığın şekilleneceği, bilinen kategoriler dışında insanın daha bir başkalaşacağı söylenebilir.

21. yüzyılla birlikte geçilen bu düzeyde olguların, 20. Yüzyıl düzeyinde olduğu gibi ‘olayların görünmeyen yanını bilimle araştırmak, bulunan gerçeklikle ilişkiler kurmaya kalkışmak’ önemini ve ağırlığını yitirmiş gözüküyor. Başka bir deyişle modern sanayi kapitalizmindeki üretim anlayışının değiştiğine, ilişki biçimlerinin dönüştüğüne, post-modern üretim tarzıyla taklit modellerin egemenliği başladığına göre, yeni bir yönetimden, yeni bir ilişki biçimlerinden ve yeni bir kültürel toplumdan bahsedilebilir.

Yeni kültür bir imaj, bir görüntü kültürüdür. İmaj, gerçekliği yeniden tanımlıyor, modelliyor. Mahremiyet kalkıyor, özel yaşam dahil görünmek öne çıkıyor.

Burada medya, gerçekliği yeniden üretiyor. İnsanlar medyadan gelen yığınla imaj bombardımanı altında tutuluyor. Bir işaret kodu olarak gelen bombardıman, insanlardan neyi tüketeceklerini ima ederek bir şeyleri tüketmelerini, sunulan rol modele benzemelerini, oy vermelerini, tavır takınmalarını istiyor. Talepler, beslenme kültüründen giyim kuşama, cinsellikten aile yapısına, ahlaki değerlerden sosyal ilişki biçimlerine kadar geniş bir alanda karşılık buluyor. Bilim ve sanatın değil nesnelerin ve görüntünün üstünlüğü söz konusu oluyor. Buna metafiziğe dönüş diyenler de var.

Yeni olacak olan dahil her şey tarih içinde oluyor. Toplumsal siyasal ve kültürel değişimler ve şekillenmeler yeni ilişkiler doğuruyor. Şu halde tarih şuuru ve hafıza resetlemesi dediğimiz şey başka bir dönüşüm için hizmete koşuluyor.

4: Tarihçiliğin önemi iktidarlara, iktidar sınıfına meşruiyet sağlayan resmi tarih yazımı dolayısıyla da anlaşılabilir. Buna rağmen hakikati aktaran muhalif tarihçilikte yok olmuyor.

Hakikati aktaran tarihçilik, toplumsal hafıza kaybını değil hafıza tazelenmesini sağlayan, muktedirlerin meşruiyet arama ihtiyacını dikkate almayan tarihçiliktir. Resmi söylemin tahrifattan, üretilmiş yalandan ibaret olduğunu, hafıza kaybına sebep olduğunu bu sayede anlayabiliriz.

Toplumsal hafıza dediğimiz şey, toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsuru, referans dayanağıdır. O sebeple tarihsizlik kimliksizlik, hafızasızlık şaşkınlık demektir. İktidarını uzatmak isteyen elit sınıf, bunun için tarihsel gerçeklikleri gizlemek, unutturmak, geçmişe yabancılaştırmak ve tarihi ihtiyaca uygun anlatıya dönüştürmek ister.

Halka öğretilen ve okullarda okutulan tarih, dürüstlerin ve haklı olanların yazdıkları değil kralların, sultanların, ulu önderlerin, komutanların yazdırdıklarıdır. Burada ‘haklı-haksız, doğru-yanlış’ ayırımı yapılmaz. O sebeple ‘kaybedenlerin’ neden kaybettiği değil, desise ve hileyle kazananları anlatılır.

Muktedirlerin ihtiyacına uygun yazılmış tarih, öne çıkarttığı olayları abartarak tabular oluşturur, kişi yüceltir, kişi kültü yaratır. Yok saydığı yahut önemsizleştirdiği olayları karartır, bilinmesi istenmeyenleri unutturup hafıza kaybına yol açar.

Tarihin bir ‘uzmanlık alanı’, tarihçinin bir ‘toplumsal hafıza uzmanı’ olması, onun ‘bilimci’ otorite yapılması sayesinde gerçekleşir. ‘Tarih, tarihçilere bırakılmalıdır’ söylemi bunu sağlar. Bundan sonra seçme, ayıklama, yok sayma gibi ‘temizlik’ operasyonu itina ile yapılabilir. Bu sayede muktedirlerin masumiyetleri kanıtlanır, itaat talepleri karşılanır.

Tarihin belki de en önemli yanı, toplumsal hafıza yahut toplumsal kimlik inşası yaptığı için, dini ve ideolojik bakımdan bir ‘mücadele cephesi olmasıdır.’ Bu alanda galip gelen, diğer mevzileri daha rahat müstahkem hale dönüştürebilir. Bu yüzden İngiliz tarihçisi Martin Bernal’in deyişiyle tarih, ‘akademik statünün gardiyanlarına’ bırakılamaz.

5: Modern çağın hakikat anlayışı rasyonel akıl yapısına, doğa toplum ve insan kaynaklı bilgi kaynağına, deneysel bilgi üretim yöntemine dayalıdır. Tarih anlatısı ve hafıza nakli de bu yönteme uygun şekle sokulur. Dolayısıyla iyinin ve doğrunun ölçüsü bu yöntemin tekelindedir.

Bu yöntemde ‘olgu’ esastır ‘değer’ önemsiz; ‘olan’ gerçekliktir ‘olması gereken’ ütopyadır, idealdir. Başka bir deyişle olgu ile değer birbirinden kopuk, olanın olması gerekenle uyumu gereksizdir.

Buradaki ‘olgu ile değer, olması gerekenle olan’ arasındaki karşıtlık aslında, modern bilgiyle değer aşılanmış dünyayı kültürel olarak dönüştürmek içindir. Dünyaya ve içindekilere nesne muamelesi yapmak, egemenlik altına almak için bu ön şarttır. Bu olduğunda ancak varlık aleminin fıtri veya ahlaki bir talepte bulunması ortadan kaldırılabilir.

Bu sebeple “bilim insanı” doğayı “öteki” yaparak,duygularına kapılmadan, ona bir değer atfetmeden üzerinde çalışabilir. Olması gereken burada feda edilir, değer kıymetten düşer. Bu biçim aynı zamanda toplumsal siyasal alanda yasal olanla ahlaki olanı da ayrıştırıp rasyonelleştirir, faydacılığı esas alıp meşrulaştırır.

İslam’da olan ile olması gereken, olgu ile değer bir ve aynı yöndedir. Aralarında kopuş yoktur. Kozmik bir düzen vardır. Bunu bozmak fıtratı bozmaktır, fesat çıkartmaktır. Yasal olanla ahlaki olan ayırımı da bu sebeple söz konusu olmaz. Kur’ani bildirimde evrenin içindeki her şey insanın kullanımına sunulmuştur. Varlıklar arasındaki ilişkide faydacılık değil fıtri veya ahlaki mesuliyet söz konusudur.

Tüm yaratılış aynı ahlaki ilkeye tabidir. Yaratılış, ölüm, yeniden yaratılış evrendeki düzenli işleyişi gösterir, insanı da ahlaklı ilişki kurmaya yönlendirir. Hak olan budur. Hak olan adil olandır.

Zümer suresi 5’te, içindekilerle birlikte “gökyüzü ve yeryüzünün hak ilkesiyle uyumlu yaratıldığını..”, iki ayet öncesinde “Kur’an hak ilkesi gereği vahyedildiğini” söyledi.

Mülk suresi 1 ve 2. ayetlerde “hükümranlığın Allah’ın elinde olduğu, kimin daha iyi olduğunun sınanması için hayatın ve ölümün yaratıldığı” söylendi. Hud suresi 7’de “yaşamanın bir imtihan olduğu, kimin daha iyi olacağının açığa çıkması için göklerin ve yerin yaratıldığı” bildirilirken Kehf suresi 7’de “aynı amaçla yeryüzündekilerin bir zinet yapıldığı” bildirildi.

Şu halde yaratılış, varlık âlemiyle, âlemde var olan varlıklarla kurulacak münasebetlerin ahlaki ilkeye uygunluğu ve sorumluluğuyla anlamlıdır. Doğal düzen böyle kurulmuştur, böyle devam ettirilmelidir. Hak olan budur, fıtri yani orijinal olan budur, olması gereken de budur. Bu sebeple olan, olması gerekene uyumlu olmalıdır. Adil olan da budur, iyilik de budur.

 

 

Hüseyin Alan / İktibas Mayıs Sayısı