Faruk Köse ile ‘güncel ve siyaset’ üzerine

Yeni Akit Gazetesi yazarı Faruk Köse ile güncel ve siyaset üzerine konuştuk. Sorularımızı cevaplandırdığı için teşekkür ediyoruz. Sitemiz yazarlarından sayın Bünyamin Zeran'ın gerçekleştirdiği bu özel röportajın üçüncü  bölümünü de sizlerin ilgisine sunuyoruz.  

Röportajın içerisinde, bölüm numaraları  başlıklar  halinde belirtilmiştir.


YAZAR HAKKINDA

Faruk Köse 1967 Ordu doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. (1990).Köse’nin yayımlanmış kitapları :

– Cahiliyyenin Değişmeyen Yüzü
– İslam İnkılabında Metod
– Laik Vahşet
– Kesintisiz Cinayeti
– Biz Kardeşiz
– İnanç Devleti

Yayına hazırlanan:
– Korku Çiftliği (13 kitaptan oluşan, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan önemli olayların hikaye formatında anlatıldığı bir çalışma).

 

 

Öncelikle Türkiye’nin 28 Şubat ile başlayan ve AKP’nin iktidarına kadar geçen süreci değerlendirerek başlamak istiyorum. Sizce İslami kesim gerek 28 Şubat sürecini, gerekse AKP’nin iktidara gelmesi sürecini doğru okuyabildi mi?

AKP, 28 Şubat Sürecinin bir “sonucu,” ancak “ürünü” değil. Cuntanın dizayn ettiği yaşam tarzının cenderesi altında bunalan ve biraz olsun rahatlamak isteyen halk, bu rahatlığı sağlayacağına inandığı kim olursa olsun, zaten desteklemeye ve sınırsız avans vermeye hazırdı. Toplum nezdinde önemli bir kredisi olan Erdoğan, AKP’yi kurarak bu toplumsal beklentinin ürettiği avansı alarak, rakipsiz iktidarını kurmuş oldu.

AKP’nin bu başarısında elbette uluslararası destekler de olabilir. Ancak asıl sihirli formül, 28 Şubat sürecinin ortaya çıkardığı ülke gerçeklerinin doğurduğu toplumsal beklentilerdir. Ne demek istediğimi anlatabilmek için, 28 Şubat Süreci’nde yaşananların bazılarını kısaca hatırlatmak istiyorum.

Cuntacılar, “irtica” yaftasıyla doğrudan mütedeyyin halkı karşılarına aldılar. Toplum, “Laiklik” ve “Şeriat” ikileminde bunaltıldı. Asıl sorun, insanların “temel hak ve hürriyetler”inin tanınması ile “tek parti dönemine dönüş” çalışmaları arasındaki çatışmadan kaynaklanıyordu. Halkın kimlik ve kişilik değerlerine, inanç ve kültürüne savaş açıldı. Yeni kimlikle, yeni bir ulus oluşturmak istendi. Bu ulusta Türk milliyetçiliği giydirilmiş ve Kemalist felsefeyle yoğrulmuş bir “resmi din”, toplumun dini İslam’ın rolünü üstlenecekti. Bunun için, halkın kimliğini ve inancını yansıtan her şeye yasak getirildi. Özellikle müslümanlara yapılan zulümler ve baskılar dayanılmaz noktaya çıktı. Neydi bunlar?

— İslami kimliği ibraz etmek yasaktı.

— Kamusal alandan tamamen atılan tesettüre sokakta bile müdahale ediliyordu. Açık alanlarda ve hatta sokaklarda sakallı, şalvarlı, çarşaflı olarak tespit edilenler gözaltına alınıp cezalandırılıyorlardı.

— Laik olmak mecburi, Laiklik’i reddetmek suçtu. Laikliğe aykırı faaliyette bulunanlara ömür boyu ağır hapis cezaları isteniyordu.

— Atatürkçü olmak mecburi, Kemalizm’i reddetmek suçtu.

— Kur’an’ı okumayı öğrenmek sınırlamalara tâbî, muhtevasını benimsemek suçtu.

— Çocuğunu İslami eğitim programlarına göre yetiştirmek yasaktı. Laik, materyalist, pozitivist ders programlarına göre “tek tip” insan yetiştirmeye yönelik “ideolojik güdümlü eğitim” mecburi idi.

— Bireysel ve toplumsal hayata Allah’ın hükümlerini egemen kılmayı istemek suç; Laik, Kemalist, pozitivist, materyalist kanun ve kurallara uymak mecburi idi.

— Müslümanlar İslam’ı “resmi din anlayışı”na göre yaşamak zorundaydı.

— Özel mescidlere ve camilere el konulmuştu. Cami ve mescit yapımında Belediye ve Jandarmadan izin alınması zorunluydu.

— Müslümanların vakıf ve dernek kurmaları sınırlamalara tâbî idi, baskı altındaydı. Tüm Türkiye çapında kurulu bulunan dernek, vakıf ve yurtlar askerî ve mülkî âmirler tarafından murakabe altına alınmıştı.

— İslam’a ve müslümanlara hakaret etmek, aşağılamak, karalamak, diğer kesimleri İslam’a ve müslümanlara karşı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek serbest; İslami kimliği ve müslümanları savunmak, adalet talep etmek ve zulmeden yönetimleri eleştirmek yasaktı.

— Bireyselleşmek asıl, inanç etrafında toplumsal/cemaatsal bütünlük sağlamak yasaktı.

— Memleketin ekseriyeti, öz vatanında, mazlum bir müstemleke halkı gibi, üzgün ve küskün bir yaşantıya mahkûm edilmişti. Esaret esas, istiklâl yasaktı.

— Namaz kılanın memuriyetten atılması için Devlet Memurları Yasası değiştirilmek  isteniyordu.

— 8 yıllık kesintisiz eğitimle, çocukların daha uzun süre “resmi ideolojinin kalıpları” içinde pres edilmesi kararı alındı. Bununla amaç, “tek tip insan” yetiştirmekti. Nitekim Demirel, bunu kendi üslûbuyla şöyle izah edecekti: “Eğitim sistemi iki çeşit vatandaş yetiştirmez. İki çeşit vatandaş yetiştiriyorsanız, bir süre sonra aynı dili konuşan vatandaşlar birbirine düşman olur. O nedenle tek tip insan yetiştirilmeli.”

— Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri ve Genelkurmay brifingleri ile ülkedeki oligarşik diktatörlük iyice pekiştirilmiş, kendi tercihleri olarak ortaya attıkları demokratik, sosyal hukuk devleti ilkelerini bile ayakları altına almaktan çekinmemişlerdi.

— Bir kısım emekli generalin ve bürokratın ağzından, bir yandan “tankları yürüterek balans ayarı yaptık”, “gerekirse silah kullanırız”, “ikinci Kurtuluş Savaşı yaparız”, “kan dökeriz”, “topyekün savaş”, “yeni bir cephe oluşturmak” gibi tehditlerle halk yıldırılmaya, sindirilmeye çalışılırken; bir yandan da “Laik ve Atatürkçü olmayanların insan bile olmadıkları”, “başörtülülerin ninja kaplumbağalar olduğu”, müslümanlara hitaben “mürteci”, “yarasa” vb. daha pek çok saldırganca hakareti, tezyif ve tahkiri esas alan, kin ve düşmanlığı hem tahrik eden, hem de bizzat fiilen yapan tutum, eylem ve söylemler her gün basında yer aldı. Halka karşı silahlı harekatı mümkün kılacak yasal düzenleme istendi.

— Silahlı cunta, gerek duyarlarsa 1930’lu yıllara dönmeyi amaçladıklarını, “mürteci” diye damgaladıklarının köklerini kazımaya and içtiklerini, gerekirse nüfus bakımından da 60 yıl öncesinin rakamlarına inmeyi göze alabileceklerini cüretkâr bir biçimde ifade edebilidi.

— Müslümanın memuriyet ve ticaret yapması engellenmek istendi.

— Ülkedeki bütün insanlar Batı Çalışma Grubu tarafından fişlendi.

— İspiyonculuk, muhbirlik, birbirini karalama eğilimleri tahrik edilip kullanıldı.

— İşkence ve çok yönlü insan hakları ihlalleri zirveye tırmandı.

— Zulme tepki göstermek, baskıya karşı çıkmak, hak ve özgürlük istemek suç sayıldı.

— Öncelikle “fikirler” ve “zikirler” zapt-u rapt altına alındı. Düşünceyi açıklama özgürlüğü tamamen ortadan kaldırdı ve düşünce suç sayıldı. Türkiye sustu, kendisini Türkiye’nin yerine koyanlar konuşmaya başladı. Hem de saldırganca; dini ve milli olan ne varsa, ona karşı… Çünkü Devlet, resmi ideoloji dışında hiçbir eğilime müsaade etmiyordu.

— İnananları eli silahlı teröristle aynı kefeye koyan eski TCK 163. maddesinin yerine konulacak yeni bir yasa üzerinde çalışma başlatıldı. Bu yasayla getirilmek istenenler şunlardı: İbadethaneler dışında başörtüsü ve muhtelif başlık takanlar tecil edilmeksizin ve paraya çevrilmeksizin üç yıla kadar hapis yatacaktı. Her ne surette olursa olsun dini propaganda/tebliğ yapanlara üç yıla kadar, din eğitimi konusunda yol gösterenlere, kitap temin edenlere üç yıla kadar, dinin öğrenilmesi için telkinde bulunanlara beş yıla kadar ceza verilecekti. Gerektiğinde bu cezalar yarı miktarda artırılacaktı. Bununla bir milletin topyekün dini, milli ve manevi hasılası hedef alınmıştı. Eğer bu yasa çıksaydı, hiç kimseye, evladınıza, komşunun çocuğuna, torununuza, ahbabınıza, sözünüzün geçtiği bir gence dinin hükümlerini anlatamayacaktınız. Birkaç çocuğa evinde Kur’an okumayı öğreten kişi, örgütlü şuç kapsamına alınarak, 8 yıla kadar ve paraya çevrilemeyen hapisle cezalandırılacaktı.

— İslam’a ve müslümanlara en ileri derecede hakaretler yapıldı.

— İrticai faaliyetler adı altında, İslami yaşantıya karşı bütün devlet kurumlarının katılımıyla topyekün bir mücadele verilmesi kararlaştırıldı. Devletin bütün kurumlarının bu mücadeledeki koordinasyonunu sağlamak, politikalar geliştirmek ve bu çalışmaları yürütmek üzere Başbakanlık’ta “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu” ve “Başbakanlık İzleme Merkezi” kuruldu. İslami faaliyetlerin önlenmesi için tüm il ve ilçelerde valilerin ve kaymakamların başkanlıklarında kurullar oluşturularak bu örgütlenme tüm ülkeye yayıldı. Bu kurulların çalışmalarını takip ve Başbakanlıktaki kurulla irtibatlarını sağlamak için İçişleri Bakanlığı bünyesinde “Sivil Çalışma Grubu” oluşturuldu.

— İslami faaliyetleri imha etmek için geniş çaplı ve baskıcı bir denetim mekanizması kuruldu. Bu çerçevede vakıflar, dernekler ile özel ya da tüzel kişilerce açılan okul, yurt, kurs, pansiyon, dershane vb. tesislerin denetimi için ilçe merkezli bir denetim mekanizması oluşturuldu. İslami faaliyetlerin parasal kaynaklarının denetim altına alınması için Maliye ve ilgili Devlet Bakanlığı’nca geniş kapsamlı bir denetim fâaliyetine başlandı. Müslümanların ticari faaliyetleri Milli Güvenlik Kurulu’nda masaya yatırıldı. Özel radyo ve televizyonların yaptığı İslami yayınların denetimi için valilikler bünyesinde denetim birimleri oluşturuldu. Hükümet, İslami faaliyetlere ilişkin olarak devletin bütün birimlerince kendisine iletilen ve ulaşan bütün ihbarları anında değerlendirdi ve derhal işlem yaptı. Bu kapsamda pek çok yasada İslami yaşantıyı yok edecek değişiklikler gündeme getirildi.

İşte 28 Şubat sürecine dair minimum ölçekte hatırladıklarımız. Böyle bir baskı ve zulüm ortamını tatmış olan insanlar, sonrasında, o baskıyı hafifleten, zulmü azaltan, kampanayı gevşeten her kim olursa olsun, onun ardına takılacak ve o nereye giderse, hiç düşünmeden peşinden gidecektir.

Toplum, 28 Şubat Süreci’nin ardından, baskıyı kaldıracağına inandığı AKP’yi bunun için destekledi ve 28 Şubat kampanası gevşedikçe, toplum da rehavete kapılarak AKP’nin çizdiği yolda, hiçbir durum muhakemesi yapmadan, “nereye gidiyoruz?” diye sormadan habire gidiyor. Bu, ideallerini takip etmeyi bilemeyen insanların, baskıyı görünce en değerli varlıklarını nasıl terkettiğini, direnme, karşı koyma, ısrar etme gibi erdemli bir tutumdan nasıl uzaklaştığını, hayatının odak noktasına ideallerini değil de, her ne pahasına olursa olsun, tazyikten kurtulmayı esas aldıklarını göstermesi bakımından da önemli bir sosyo-psikolojik vaka.

İşte AKP, böyle bir “sosyo-psikolojik travma”nın sonucunda, bulduğu aralıktan politika arenasına çıkıverdi ve kitlesel desteği bu psikolojik manipülasyonla elde etti. Elde ettiği desteği değerlendirip bugüne kadar kullanmakta da gayet başarılı oldu.

Aslında 28 Şubat Süreci, Türkiye’ye Lozan Andlaşması ile verilen görevin güncellenme harekatıdır. Zira Lozan ile Türkiye’ye verilen rol ve izlemesi istenen politika, çevre ülkelerle ilgilenmemek ve içeride İslamcı bir yapılanmaya izin vermemek şeklindeydi. Oysa 28 Şubat’ın hedefindeki RP Hükümeti, içeride İslamcı uyanışa kısmen de olsa vesile olmuş, dışarıda çevre ülkelerle ve halkı müslüman ülkelerle yakın işbirliğine geçmeye başlamıştı.

Demek ki 28 Şubat Süreci, dünya dengelerinin verdiği rolün gereği olarak yapıldı.

Ancak bugünkü şartlarda artık Türkiye’nin Lozan ile belirlenen politikayı izlemesi de mümkün değildi. Bu yüzden Türkiye’ye yeni bir rol biçildi. Bu rol, eskisinin tam aksi bir roldü. Artık Türkiye çevresiyle, özellikle de İslam coğrafyasıyla yakından ilgilenecek, bu coğrafyaya modellik yapacak, ama bunun için de içeride birazcık İslamizasyona gidilecekti. İşte küresel güçler, Türkiye’ye biçtikleri bu yeni rolü yürütecek bir politik açılım için şartları olgunlaştırmak istediler. Önlerindeki tek seçenek ise, toplumun AKP’ye olan ilgisini kendi çıkarlarına kullanmak kalıyordu. Onlar da öyle yaptılar.

Burada demek istediğim, aslında AKP’nin küresel egemen güçlerin bir projesi olduğu değil. Ama küresel egemen güçlerin, yeni şartlar ve dengeler gereği, AKP’yi de projeleri arasına kattığı. Zira küresel egemen güçlerin sadece AKP üzerinde değil, muhakkak CHP, BDP, MHP ve diğer partiler üzerinde de zamanı geldiğinde devreye almak üzere hazırladığı projeleri vardır. Bu, o partilerin küresel egemen güçlerin projesi olduğunu da göstermez.

İşte bu manipülasyonun doğru okunduğunu düşünmüyorum. AKP’nin bu kadar büyümesinin sadece yönetici kadrosunun “politik isabetliliği”yle sağlandığını zannetmiyorum. Bunun payı vardır elbette, ancak bu, Türkiye ve İslam coğrafyası üzerindeki hedefleri açısından gerekli görüldüğü için küresel egemen güçlerce desteklendiği gerçeğini değiştirmez. Yani bir nevi çıkar ilişkisi ile, ihtiyaç-muhtaç ilişkisi ile işler beraberce yürütülüyor gibi bir kanaat hasıl olmakta.

Ben, bunu bir “ihanet ilişkisi” olarak değil, her iki tarafın, şartlar gereği birbirine destek verdiği bir “çıkar ilişkisi” olarak görüyorum. Kimin kimden daha çok kazandığını tarih gösterecek, ama Türkiye’nin “28 Şubat kampanası”ndan kurtulması, ABD’nin de İslam Coğrafyası’na rahat bir şekilde egemen olması hedefi vardı. Bu iki hedef, sanki AKP üzerinde ittifak yapmış gibi görünüyor. Belki yanılıyorum, ama bende uyanan izlenim bu.

Nitekim AKP’nin kuruluş sürecine bakarsak, ortada bir koalisyon olduğuna dair ciddi bulgular görürüz. Örneğin:

Erdoğan AKP’yi kurmadan önce 18 Temmuz 2001’de İsrail Büyükelçisi ile görüştü. Bu görüşmeden sonra Erdoğan’ın “yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği” yolunda garanti verdiği basında yer aldığı halde bu, tekzip edilmedi. Londra Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Türkiye Uzmanı Dr. Andrew Mango, Abdullah Gül’ün sık sık ABD ve İngiltere’ye giderek görüşmeler yaptığını açıklıyordu! Meşhur CIA şefi Graham Fuller de o sıralarda, “Türkiye’de artık Kemalizm’in modasının geçtiğini ve ‘Ilımlı İslâm’a öncülük etmesi gerektiğini” ileri sürüyordu! Fuller, “Fazilet Partisi’ndeki gençlerin baskın çıkacağı ve Yenilikçi Hareketin Ilımlı İslâma liderlik yapacağını” da söylüyordu!

AKP’nin 3 Kasım’da ilk seçimi kazanıp güven oyu almasının hemen ardından, Irak savaşının mimarı Paul Wolfowitz Ankara’yı ziyaret edip, o sırada milletvekili dahi olmayan Erdoğan’la ABD’nin Ankara Büyükelçisi Pearson’un evinde görüştü. Bu görüşmenin ardından ABD’ye uçan Erdoğan, hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde, Beyaz Saray’da yalnızca devlet başkanlarına uygulanan “A sınıfı” protokolle ağırlandı. Bunu, İzmir doğumlu, Yahudi kökenli Türk vatandaşı Soli Özel şöyle yorumluyordu:

“ABD’nin Erdoğan’a üst düzey protokol uygulaması, Amerika’nın siyasi partner olarak AKP’ye güvendiğini ve hükümetin reformculuğunun ABD açısından önemli olduğunu gösteriyor. Bu reformculuk siyasi İslam’ın laik ve demokratik bir çerçeve içinde terbiye edilip olgunlaşması anlamını taşımaktır.”

1 Mart 2003’teki Irak tezkeresinin reddi sebebiyle ABD desteğini çekmek isterken, o dönemde Erdoğan’ın yakınında bulunan Cüneyt Zapsu ABD’ye gitti ve American Enterprise Institute’de yaptığı konuşmasında şunları söyledi:

“Bu adam, dürüst bir adam. Kendi inançlarına sahip ve inançlarında samimi. Lütfen şunu yapmaya çalışın: Sömürmek kötü bir kelime, ama kullanmak!… Bu adamdan yararlanın. Çünkü bu kişinin çok itibarı var; hem kendi inançları itibari nedeniyle müslüman dünyasında, hem de batı tipi demokrasiye inanıyor. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine, onu kullanın!”

Dikkat edin, 10 yıldır iktidarda olan AKP Hükümetleri, yollar yaptı, konutlar yaptı, okullar yaptı, hastaneler yaptı, ekonomide, sağlık hizmetlerinde küçümsenemez ilerlemeler kaydetti. Ama, din için, müslüman halkın inanç özgürlüğü için ne yapıldı peki? Müslüman halk, inanç, ibadet ve İslami hayat yönünden hâlâ mağdur, mahrum. Kamusal alan saçmalığı hâlâ mevzuatın esasları arasında. Fiili göz yumma ile bazı haklar kısmen tanınmışsa da, aslında yarın başka bir idareci geldiğinde, mevzuat gereği olan yasaklar bütün katılığıyla aynen geri gelebilecektir.

İktidara geldiği günden bu yana AKP, sırtını ABD ve AB’ye yaslayıp içteki icraatlarını yapmaya ve özellikle de derin yapılar karşısında ayakta kalmaya çalıştı. Bu, şartlar öyle gerektiği için belki akıllıca bir politika olabilir, ama burada şuna bakmak lazım: Bu ilişkide kim ne aldı, kim ne verdi? Kim, hangi hususlarda ne kazandı? Blânçodaki kâr-zarar hanesinde nasıl bir sonuç var? Bu blânçonun çıkarılıp toplumla paylaşılması lazım.

Bu arada AKP’nin, ABD’nin geliştirdiği “Ilımlı İslam” siyasetini takbik projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne verdiği desteği hatırlamadan geçemeyiz. “Ilımlı İslam” projesi üzerinde, 1990’lı yıllarda Amerikan dışişleri ve istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller çalışıyordu. Fuller’in plânına göre, Amerikan karşıtı İslamcı akımları önlemek için Laik sistemleri desteklemek yerine, İslamcı partileri küresel sistem içine çekerek özlerini dönüştürmek daha kesin sonuca götürecekti. Fuller, müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıklarıyla ilgilenmeyi bırakıp, Amerikan karşıtı olup olmamakla ilgilenmek gerektiğini savunuyordu. Yani eğer Amerikan karşıtı değilse ve ABD çıkarlarına çomak sokmuyorsa, radikal İslamcı da olsa, buna karşı bir harekette bulunmamak gerektiğini savunuyordu. Bunun için de “Ilımlı İslam” modellemesi üzerinde duruldu. Burada dikkat çekici olan, Fuller’in 2000 yılında yaptığı yorum. Şöyle diyor:

“Fazilet Partisi’nden kopan bir grup Ilımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak. Yeni oluşum kar topu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye’de yakın gelecekte Ilımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında, İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclis’e sokulacak.”

Şimdi, 28 Şubat sonrası AKP olayına bir de bu açıdan bakmak gerekmez mi? Bu arada, “ılımlı sol parti”, CHP’nin başına Sarıgül’ü getirerek mi sağlanacak acaba?

Cüneyd Zapsu, Erdoğan daha başbakan olmadan Washinton’un etkin kişileriyle ilişki kuruyor. İlişki kurdukları arasında bulunan Orit Gadiesh, Forbes tarafından ‘Dünyanın en güçlü 91. kadını’ seçilmış bir Yahudi. İsrailli bir generalin kızı ve ayrıca hem İsrail’in eski başbakanlarından Simon Peres’in baldızı, hem de onun en yakın danışmanlarından biri.

Daha 3 Kasım 2002 seçimlerinin tarihi belli bile değilken, bu tarihten tam 282 gün önce, Erdoğan ve ekibi ABD’de bir dizi görüşme yapıyor. Önce stratejik araştırmalar merkezi CSIS’te bir konuşma, sonra Washington bürokrasisiyle tanışma. Bundan sonra, eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, Henri Barkey gibi uzmanlarla başbaşa yemek. CIA’nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation ve Lehman Brothers Aracılık Kurumu yetkilileri ile görüşme. Amerikan Yahudi Kongresi yetkilileri ile tanışma. Seçimden sonra ise, hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde, Beyaz Saray’da, devlet başkanlarına uygulanan A sınıfı ağırlama.

Şimdi bütün gelişmeleri birlikte ele alalım.

Bir: Türkiye, özellikle müslüman kitleyi bunaltan, canından bezdiren bir darbeyi yaşamış ve darbenin dayattığı şartlar ülkeyi yaşanamaz hale getirmiş. Halk, bu durumdan kendini kurtaracak bir kurtarıcı arıyor. Gözler ise, karizmatik dindar lider Erdoğan üzerinde.

İki: ABD, İslam coğrafyasındaki tahakkümünü katı güç kullanarak daha fazla sürdüremeyeceğini anlamış. İslamcı akımlar her geçen gün güçlenerek ABD çıkarlarını tehdit ediyor. ABD için ise önemli olan, müslümanların İslam’a göre yaşayıp yaşamadığı değil, kendi çıkarlarının sağlanıp sağlanmadığı. Bu yüzden, eğer çıkarları yürüyecekse, müslümanların İslamcı olmaları ya da devletlerin Laiklik’ten uzaklaşması ABD’yi çok da enterese etmiyor. Bilakis, gelinen noktada kontrol edilebilir sınırlar içinde kalması kaydıyla İslamcılığın önünü açmayı bile daha doğru bir politika olarak buluyor.

Bu iki hal, Türkiye’de baskı altında kalan halkın temsilcisi konumunu elde etmiş olan AKP ile ABD’yi işbirliğine itiyor. AKP, cuntanın baskısından kurtulmak, ABD ise çıkarlarını sürdürebilmek peşinde. Bu durumda AKP, cuntaya ve derin yapılara karşı arkasında ABD ve AB desteğine muhtaç. ABD ise, bölgedeki varlığını şirin göstermek için İslamcı kadroların güçlenen partisi AKP’ye…

İşte bu durum, AKP’nin, ABD tarafından desteklenerek önünün açılması sonucunu getiriyor. Burada elbette AKP kadrosunu ABD’nin çıkarlarına hizmet etmekle suçluyor değilim, ama şartlar gereği böyle bir hizmetin var olduğu da inkâr edilemez. Çünkü AKP, bugüne kadar ne yaptıysa ABD ve AB desteğiyle yapabildi, yoksa Türkiye’nin iç dinamikleri şimdiye kadar AKP’yi boğardı. Yani AKP, mecburen de olsa, bazı kazanımlar karşısında, ABD politikalarına destek vermek zorunda.

Şimdi Türkiye’de yaşayan müslümanların bu ilişkiyi iyi okuyamadığını düşünüyorum. Eğer iyi okunabilseydi, müslümanlar, kendi üzerlerine düşen vazifeleri AKP’den beklemez, “İslamcıların yönettiği bir parti, İslam’a hayat sahası açsın” beklentisi içine girmezlerdi. AKP’nin misyonunun, sadece ve sadece derin yapıların ve cunta hareketlerinin tasallutundan Türkiye’yi kurtarmak olduğunu, ama bunu yaparken de destek aldığı ABD ve AB’nin çıkarlarına istese de, istemese de hizmet etmek, aldıklarının karşılığını ödemek zorunda olduğunu anlarlardı. Eğer bunu anlasalardı, aralarında vahdeti sağlayabilir, kendi önderliklerini oluşturabilir, organizasyonlarını kurabilirlerdi.

AKP’nin iktidarıyla birlikte yürütülen Liberal Demokrasi siyaseti müslüman kesim içinde modernite ve post moderniteye teslimi artırdı mı? AKP iktidarının İslami kesime olumlu ve olumsuz ne gibi katkıları oldu?

AKP iktidarının, ilk soruyu cevaplandırırken ifade ettiğim gibi, misyonunu anlamayan müslümanların, “bizden birileri iktidar oldu, şimdi onlar bizim adımıza İslam’ı hayata hakim kılarlar” boş beklentisi içine girdiklerinden, kendi vazifelerini terkettiklerini görüyoruz.

AKP, çeşitli angajmanları olan bir parti olarak, bu dengelerin yol açtığı kadarıyla politika üretiyor ve icraatta bulunuyor. Haliyle bunlar, ciddi biçimde İslami referanslarla çelişiyor, çatışıyor; hatta yer yer İslami algıyı ve anlayışı, İslami düşünüşü ve yaşayışı menfi yönde etkiliyor, bozuyor.

Ama dikkatinizi çekerim, bunun sorumluları arasında olsa da, ana müsebbibi AKP değil. Gerçi AKP bu hususta halkın beklentilerine cevap vermemekle sorumlu ve AKP kadroları bundan Allah indinde mes’ul. Ama yaşanan dejenerasyonun asıl faili müslümanların, AKP’ye, AKP kendini öyle ifade etmediği halde, boş beklentilerle yükledikleri hatalı misyon. Müslümanlar kendi vazifelerini AKP hükümetlerine havale edince, AKP iktidarı da aslında içerideki derin yapılara karşı dışarıdaki güçlerle çıkar ilişkisi ile hareket etmek durumunda kalınca, halkın beklentilerine göre hemen hiçbir politika üretmemiş oldu. Sonunda, işte böyle büyük bir modernite ve dejenerasyon yaşanıyor. Şimdi bu dejenerasyonun çok önemli gördüğüm bazı niteliklerinden örnekler vermek istiyorum.

Mesela yeni tipler türedi. Bu tipler içinde hem müslüman, hem de Atatürkçü; hem müslüman, hem de solcu, hem müslüman, hem de demokrat; hem müslüman, hem de kapitalist; hem müslüman, hem de Şeriat karşıtı; hem müslüman, hem de modernist; hem müslüman, hem de reformist vb. tiplerin sayısı artık bol miktarda var.

Bu niye oldu? Çünkü insanlar ideallerini kaybetti. İdealler yozlaştı. “Müslümanlar”ın “ideal”lerinde, “gaye ve hedef”lerinde “bozulma”, “soysuzlaşma” ve “dejenerasyon” oluştu. Zaten ideallerden önce “inançlar” ve “yaşamlar” yozlaşmıştı. İnancı ve yaşantısı yozlaşan insanın ideallerinin de yozlaşacağı aşikârdı.

Müslümanların rehavete kapıldığı, bütün sorumluluğu AKP Hükümetine havale ettiği bu zeminde, birileri meydanı boş buldu ve faaliyete başladı. Müslümanların “kafa”larını, “gönül”lerini ve “fiil”lerini öyle ince ince ördüler ve işlendiler ki, sonunda pek çok müslüman, inancını ve kültürünü, kendi “inancına ve kültürüne ait olmayan kavramlar”la tanımlamaya ve anlamaya başladı. Ya da kimi alanlarda artık kavramlar İslami, ama içerikleri ya da içeriğine asıl anlamı veren mahiyeti yabancı hale geldi. Sonuçta, “kendini İslam’a izafe eden, ama İslam’dan uzak bir kitle…” oluştu.

Mesela erkeklerimiz kocaman işadamları oluverdiler. Ama “iş”lerini “din”lerine uyduracak yerde, “din”lerini “iş”lerine uydurdular. Artık anlayışın özü “iş başka, din başka” halini aldı. Sanki “din” hanesindeki İslam “iş”i de belirlemiyormuş gibi. Kadınlarımız ise artık “tesettürün “İslamcası”na yabancı, “giyinik çıplaklar” olarak “modaya uygun”, “kalıbı dar”, “rengârenk” ve “Avrupa stili tasarımlar”la dikilmiş pahalı “marka” kıyafetlerle arz-ı endam ediyorlar.

Müslümanlar artık “hal”den memnun, “rejim”den razı, “sistem”le entegre, “İslami hayat”a dair bir “endişe”leri, “arzu”ları, “beklenti”leri, “arayış”ları, “çaba”ları ve “mücadele”leri de yok. Nasıl bir “eziklik” içindelerse, “müslüman kesim”e karşı burun kıvırıp yüksekten bakarlarken, “karşı cenah”a yaranmak, hoş görünmek için girmedikleri boya kalmadı.

İman açısından girilen tahlikeli yolda “Tevhid” ile “şirk” arasında bile uyum sağlanmaya çalışılıyor. İmanın esası olan “Kelime-i Tevhid”in ikinci yarısına, “Muhammedurrasulullah”a gerek olmadığı itikada işleniyor. Birinci yarısı “Lailaheillallah” ise, “Tevhid”den uzaklaştırılmış bir “tanımlama yozlaşması”na doğru itekleniyor.

Artık “Kabbalacı zihniyet”e râm olanlar, “yozlaştırılan İslam anlayışı”nın içine nüfûz ederek “Müslüman Evangelistler” türetmeyi başardılar. “İslam’a taban tabana zıt” birtakım alışkanlıklar, bir kısım inanç ve yaşantı biçimleri müslümanlar arasında revaç bulmaya başladı. Hıristiyanlık’a ve Yahudilik’e/Siyonizm’e dair motifler, inançlar ve yaşama tarzı, içerikleri biraz “İslam’a benzetilerek” müslümanlara yaşam tarzı olarak benimsetildi. Ya da İslami motifler, içerikleri “İslam’dan başka bir biçime dönüştürülerek” hayatın çeşitlilikleri arasında yerini aldı. Bütün bunlar, artık müslümanlar tarafından bile maalesef kanıksandı, varlığı benimsendi, sakınca görülmeyenler arasında kabul edildi. Hatta “Şeriatçı Laiklik” gibi garip tipler türedi.

İslam’ı hayattan uzaklaştıran “Laiklik” bile artık “katı yorumu” ve “yumuşak yorumu” adıyla iki anlamda kullanılıyor ve maalesef, artık müslümanlar, sanki çok şey değişecekmiş gibi, “katı Laiklik yorumu” yerine “yumuşak Laiklik yorumu”na fit olmuş durumdalar. Yani biraz biçim ve kılık değiştirerek müslümanlara “Laiklik”i de nihayet kabul ettirmiş oldular. “İslam Devleti”nden, “İslam hukuku”ndan, “Şeriat”tan söz eden ne kadar kişi ve cemaat kaldı; kalanlar da bunun içini nasıl dolduruyorlar acaba?

Peki, neydi “müslümanın ideali” hatırlıyor muyuz? Birkaç örnek verelim:

Müslümanın ideali, “İ’lay-ı Kelimetullah”tı. Allah’ın dini İslam’ı bütün dünyada, bütün inançlara ve anlayışlara hakim kılmaktı. “Beşeri nizamlar”ı devirip “İslam devleti”ne ulaşmak; hayatını Kur’an’a göre, “İslam Şeriatı”na uygun olarak ve “müslümanca” yaşamaktı. “Şehadet”ti. Allah yolunda, “fitne yeryüzünden kalkıp İslam egemen olana kadar” yapılacak “cihad”a iştirak edip “şehadet mertebesi”ne ulaşmaktı.

Ama artık bu ve benzer idealler marjinal kaldı. “Dindarlık” evrimleşti; “iman” da, “ahlâk” da, “amel” de yozlaştı. Bütün bunlar bel’amlar eliyle yapıldı.

Bel’amlar Kur’an’ı bozamadılar, ama “Kur’an’ı anlama tarzı”nı bozdular. İslam’ı yozlaştıramadılar, ama “İslam anlayışı”nı yozlaştırdılar. “Hakk”ın yerine “batıl”ı, “iman”ın yerine “küfr”ü, “tevhid”in yerine “şirk”i, “İslam”ın yerine “beşer mahsulü tuğyan ideolojileri”ni, “Hakka teslimiyet ve itaat”in yerine “isyan”ı… hakim kıldılar. “Allah’ın hükümleri” ayaklar altına alındı. “Allah düşmanları”, şeytanın dost ve yardımcıları, kendi heva ve heveslerinden uydurdukları ideolojileri hayata hakim kıldılar. Bunu “din adına” ve “suret-i hak”tan gözükerek yaptılar.

Böylece İslam’ın hayatla bağları koparıldı. “Bireyin vicdanına hapsolmuş; siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi, kültürel vb. sahalarda hükmü geçmeyen; birtakım tapınma hareketleri, kısıtlanmış bir ahlâk anlayışı ve kafalarda kalan soyut ve bulanık bir inanıştan ibaret İslam” algısı oluşturuldu. Müslümanlar ise, “hem devlete sorumlu vatandaşlık bilinci, hem Allah’a bağlı kulluk görevi” ile yükümlüydü. Bu ikisinin te’lifi ise “Laik Türk Müslümanlığı” adıyla formüle edildi.

Nihayet üretilen “ılıman İslam” terimi ile, “Hanif özellikler” taşıyan, ama küfrün, bâtılın, şirkin, tuğyanın yaşamasından rahatsız olmayan; hatta onlarla barış içinde ve bir arada yaşayan; “düzen”e karışmayan, “cihad şuuru” olmayan, dünyanın “egemen güçler”ine karşı çıkmayan; ama namaz kılan, oruç tutan bir müslüman tipi oluşturuldu.

Bel’amların görevi “İslam’ı yeniden tanımlamak”tı!… Bunlar İslam adına konuşup yazacaklar, İslam’dan söz edecekler; ama sözlerinin arasında İslam’ın inanç, ibadet, ukûbat, muamelât, Şeriat vb. hükümlerine ve getirdiği düzenlemelere yeni anlamlar yükleyip bunları ısrarla ve vurgulayarak sunacaklardı. Böylece, önce İslam’ın ukûbat ve muamelâtını, ardından ibadet hükümlerini ve son olarak da iman/inanç esaslarını yeni bir biçime, yeni bir kalıba sokacaklar; yavaş yavaş İslam toplumunu dönüştüreceklerdi. Artık “kendilerini müslüman sanan, ama aslında İslam ile alâkası olmayan, gerçek İslam’a şiddetle karşı çıkan bir sürü” teşkil edilebilirdi.

Bütün bunlar bir süreçle ve sistematik olarak yapıldı. Önce İslam’ın devlet hayatına ilişkin hükümleri hedef alındı ve bunlar “Yeni İslam”dan çıkarıldı. Sonra İslam’ın toplumsal ölçekteki hükümleri hedef alındı. Bu arada, inanç hükümleri adım adım dejenere edildi. Elde sadece bireysel ibadetler kalmıştı ki, Bel’amlar İslam’a ve müslümanlara son darbeyi de vurmak istediklerinden, “ibadetler”le ilgili kavramlara da el attılar. Şimdi işi ilerlettiler “Allah’a inanmadan da müslüman olunabileceği”, ya da “müslüman olmadan da Cennet’e girilebileceği” gibi söylemler, “diyalog” adı altında enjekte edilen Hilal, Haç ve Siyon Yıldızı’nı cem eden figürler, hak ile batılı karıştıran yayınlarla bozulma sürüyor.

Artık, “İslam’a aykırı olan rejime muhalif olmadan da müslüman olunabilir” gibi bir anlayış hakim oldu. Öyle görünüyor ki, sanki “sahih iman” ve “salih amel”e dair “Allah’ın hudutları” terkedilmiş, yerine tağutların çizdiği hudutlara razı olunmuş.

Rejim ve sistem Allah’ın yasalarına, Kur’an’a aykırı ise, aslolan muhalefet etmek ve rejimi dönüştürmeye çalışmak değil midir? Rejimin ve sistemin başındaki görevlilerin kimi inanç, yaşayış ve sözlerinin “müslümanlar gibi” olması, hatta onların “müslümanlar arasından” çıkması muhalefete son vermeyi gerektirir mi; rejimi meşru hale getirir mi?

 “Rejimi reddetmek ve benimsememek başka, ona karşı muhalefet edip değiştirmeye çalışmak başka” gibi bir ayrıma gidilebiliyor. “Tağutu red”, “küfrü inkâr”, “Allah’ın dinini bütün yeryüzünde hakim kılıncaya kadar mücadele” müslümanın şiarı değil mi? O halde dayatılan hâl niçin “kabul edilmiş gibi” duruyor? Mesela müslümanın, “Laik-Kemalist rejim”i dil ile inkâr ettiği halde değiştirmek için çalışmaması, önüne atılan “inkâr edebilirsin ama varlığına karşı müdahalede bulunma” avuntusuyla yetinmesi “müslümanca” mı, “İslam davası”na uygun mu?

İman, Allah’ın yasaları varken, o yasalara mukabil ve onların yerine geçecek yasalar yapan tağutları reddetmeyi, muhalefet etmeyi, onların hükümlerini ayaklar altına alıp “Allah’ın yasalarını hayata hakim kılma”yı gerektirmez mi? Tağutu red; aynı zamanda “tağuttan uzaklaşma”yı ve “beraber olmama”yı, “tağutun kurduğu rejimi toptan reddedip değiştirmek için çalışma”yı, “tağuti sistemin çarklarını çevirmeme”yi ve hatta “durdurma”yı, “tağutla işbirliği içinde olmama”yı ve “ortak çalışmalara son verme”yi, “tağuta yardımcı olmama”yı, “tağuta itaat etmeme”yi, “tağutla dostluk kurmama”yı, tağuti sistem içinde ve o sistemin işleyiş kuralları dahilinde “müslümanların aleyhine olacak herhangi bir eylem ve işlemde bulunmama”yı, gerektirmez mi? Tağuta karşı mücadele etmesi gerekirken, tağuti rejimin işleyişini sürdürmesine bir şekilde katkıda bulunan kişinin İslam diye bir davasının olması mümkün mü?

Elbette bütün bunlar sadece AKP Hükümetleri zamanında olmadı, ama bu zamanda daha da hızlanıp kemikleşti. Bunun nedenini, bundan çıkış yollarını her müslümanın kendi kendine sorup çözüme odaklanması gerekir diye düşünüyorum. Ancak bunun AKP ile ilgisini araştırırken, Erdoğan’daki değişimi görmeden de geçilemeyeceğini bilmek lazım. Zira şu sözler Erdoğan’a ait:

“Ben Müslüman’ım. Buna uygun yaşıyorum. Vatandaşın böyle bir derdi yok. Avrupa veya Anglo – Sakson geleneğinde Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Yahudi’yi, Ateisti, bir arada tutan ve onları koruyan laikliktir. Bizde öyle mi? Değil. Laiklik inancını bütün bu grupları koruyan ve onların inanç özgürlüklerine saygı duyan bir duruma getirmek lazım.”

“Eğer değişmekten kasıt eşimin, kızımın başörtüsü; benim alkol almamam ise ben hala eskisi gibiyim, değişmem de. Geçmişteki değerleri inkar etmemi beklemeyin. Bunlarla uğraşmayalım, geleceğe bakalım.”

“Ben dedim ki, bir defa dini esaslı bir devletten yana değilim ve hiç de olmadım.”

“Müslümanlığımın gereğini yaşadığım bir topluluk benim için ideal bir devlettir. Bana bunu şu anda Amerika’da, Avrupa’da, gördüğüm kadarıyla Amerika’da veriyor, Avrupa’da veriyor, Türkiye’de de bunun verildiğine, verilmesine inanıyorum.”

“Kişisel anlamda referansımın İslam olduğunu daha önce de söyledim. Ama politik anlamda referansımız Anayasa’mızdır ve demokratik ilkelerdir.”

“Ben demokratik düzenden yana, liberal açığım. Muhafazakar bir liberal anlayıştan yanayım. Şu andaki merkeze oturacak yapıda olan muhafazakar bir demokrat diyebilirsiniz.”

“Israrla yine söylüyorum, yani benim hukuksal ve siyasal bir referansım şu andaki açıklanmış olan bu programdır.”

“10 sene önce ben AB’ye karşıydım. Bugün gerek Avrupa Birliği’ne mensup ülkelerin, gerekse bizdeki temel hak ve özgürlüklerdeki sıkıntıların giderilmesi noktasında Avrupa Birliği’ne girmekten yanayım.”

AKP Hükümetlerinin İslami kesimde meydana getirdiği en olumsuz etkilerden biri de, müslümanların uyutulması, sistemin uysal koyunları haline getirilmesidir. İşte bunun AKP’nin bilinçli olarak uyguladığı bir politika olduğuna kaniyim. Zira şu söz Erdoğan’a ait:

“Son 10 yılda aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi olduk, gaz aldık.”

Erdoğan doğru söylüyor. Baksanıza, “İslam Devleti”nden, “Şeriat”tan, “İslam Cemaati”nden, “Biat”tan, “tağut”tan, “cihad”dan laf açan, bunlar gibi İslami kavramları ağzına alan, “İ’lay-ı Kelimetullah” davasından söz eden veya bu dava için çalışan, “İslam’ın hakimiyeti” idealini sürdüren, İslam’ı Kur’an ve Sünnet’te olduğu gibi, “hakkı batılla karıştırmadan” kabul edip hayatına ve hayata hakim kılma mücadelesini ilke edinen kaç kişi kaldı? Artık en ciddi Şeriatçılarımız bile “demokrat” kesildi. Tam da İslam düşmanı emperyalist Batı jargonuna uygun bir ağızla “Cihad”a “terör” denmeye başlandı. “İslam Devleti”nden söz edersen, bir de insanlığın başına musallat edilen en büyük “tahakküm vasıtası” olan “demokrasi”ye karşı çıkarsan, artık “ben müslümanım” diyenler bile sana cephe alıyor; “sen hâlâ orada mısın?” sözleriyle alaya alınıyorsun. Sanki İslam Kıyamete kadar geçerli bir ilahi nizam değilmiş gibi!…

İşte bunun sebebini anlıyoruz şimdi. Demek ki gazımızı almışlar, uyumuşuz.

Bunu nasıl yapmışlar dersiniz?

İlk sorunun cevabında da söyledim. “Askeri vesayet”in darbe üstüne darbe vurduğu müslüman kitle, bu vesayete karşı desteklediği “siyasi oluşum”a “sınırsız avans” vermiş. O siyasi oluşum da bu avansı sonuna kadar kullanırken, zaman zaman “geri bildirimler”de bulunarak kitlelerde, “onlar adına her işin halledildiği intibaı” uyandırmış. Nitekim Erdoğan bakın ne diyor:

“Bizim verdiğimiz mesajlar var. Toplum bu mesajlara bakıyor. Sizin mesajınız yoksa ne oluyor? O zaman halk sokağa dökülüyor.”

Böylece toplumdan aldığı avansı iktidara dönüştüren siyasi oluşum, “İslamcılık”ı ve dolayısıyla “İslami hareket”i sisteme entegre etmiş oluyor. Bu esnada olası hazımsızlıklara karşı “gaz almayı” da ihmal etmiyor. Hatta, hazımsızlık uluslararası platforma yönelecek ise eğer, mesela ABD Başkanı’nın “ricası” üzerine de “müslümanları yatıştırma mesajları” verilerek “gaz alma fonksiyonu” icra ediliyor.

Peki, “müslümanların haklı tepkileri”nin hışmına uğramasın diye İslam düşmanlarına “paratoner” olmak da neyin nesi oluyor?

Yanılıyor olmayı tercih ederim. Çünkü hiç de hoş bir manzara arzetmiyor durum. Ama gelişmelere bakıyoruz da, kimin gazı alınırken kimin için paratoner olunmuş, sanki bu işlerde ve işlevlerde bir karışıklık var gibi, her şey tersine dönmüş gibi.

İsrail’in “siyonist terör”üne karşı galeyana gelindiğinde, “One minute” ile bütün gaz alındı, gerekli “törpüleme” yapıldı, toplum sakinleştirildi. “Özelleştirmeler”le millete ait varlıklar ulusal ve uluslararası patronlara satıldığında buna karşı tepki oluşmamasında, “ekonomik durumdaki sıcak paraya dayalı ani rahatlamalar” gaz alma işlevi gördü. Kimse neyin, kime, niçin satıldığını konuşmadı. “Başörtüsü zulmü”ne esaslı ve kalıcı bir çözüm getiril(e)memesi üzerine biriken “gaz”, üniversitelerde yasağı uygulamayacak rektörler atanmak suretiyle, “pansuman çözüm”e kavuşturularak alındı. “İnanan insanın kısıtlanan, çiğnenen temel hak ve hürriyetleri”nin hemen hiçbirinin iade edilmemesi, “hukuksuzluklar”ın giderilmemesi karşısında oluşan gerilim, “4+4+4 eğitim yasası” ile İmam-Hatip okullarının orta kısımları açılarak, “iş dünyası için gerekli ara eleman yetiştirilmesini de önleyen katsayı rezaleti”ne son verilerek yatıştırıldı. Ancak toplumun gazı bu yasayla alınırken, aynı yasa gereği tüm ortaokul ve liselerde okutulması gereken “Kur’an-ı Kerim” ve “Peygamberimizin Hayatı” derslerinin yasanın hilafına sadece 5. ve 9. Sınıflarda uygulamasının, karşı çıkanların gazını almaya yönelik olduğu da gözlerden kaçmadı.

Sözün özü, AKP Hükümetleri döneminde müslümanlar ile İslam arasındaki mesafeler ne kadar yakınlaştıysa, müslümanlar o kadar İslam’dan uzaklaştılar. Çelişki gibi, ama maalesef hakikat bu.

 

AKP iktidarıyla birlikte İslami kesimlerin bazılarının sistemi sahiplendikleri, bazılarınınsa Kemalist oligarşiyi geriletmek ve özgürlükleri çoğaltmak adına AKP’ye destek verdiklerine tanık olmaktayız. Sizce İslami kesim böyle yapmakla süreci doğru mu okumaktadırlar, yoksa unuttukları bir şeyler var mıdır?

Ben, bir sistemin kuralları ile, bir sistemin çizdiği kulvarda yürünerek, aynı sistemin değiştirileceğine veya geriletileceğine inanmıyorum. Oyunun kurallarını yeni baştan yazmadan, kendi sistemini kurgulamadan ve kurmadan alınan özgürlükler de, katedilen mesafeler de, yapılan hamleler de sistemin iplerini elinde tutanların yapacağı tek bir hareketle kaybedilebilir; eskiye dönüş ani ve sert biçimde gerçekleşebilir.

AKP Hükümetleri döneminde elbette kimi özgürlükler elde edildi. Ama bunlar hem yeterli nicel ve nitel değerleri taşımıyor, hem de bundan daha vahim olarak, müslümanları sisteme entegre edip rejimin bekçileri haline getiriyor. Bu dediğim elbette mesnetsiz bir iddiadan ibaret değil. Şöyle ki:

Düne kadar karşı çıktıklarımızı bugün savunuyor olduk. Düne kadar sırtımıza binenlerin bugün sırtını sıvazlıyor olduk. Düne kadar bize zulmeden sistemleri bugün başımıza tâc ediyor olduk. Dün bâtıl dediklerimizi bugün hoş görüyor olduk. Bunlar, bir yanlışlık yaptığımızın, bizde birşeylerin bozulduğunun, aslımızı inkâr ve davamızı iptal edecek hale geldiğimizin, hak ölçülerimizin bâtıla doğru evrimleştiğinin göstergeleri.

Bir örnek olarak, Bülent Arınç’ın Fransa’da söylediği söze dikkat çekmek istiyorum. Arınç, katıldığı konferansta Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı değişimi anlatıyor; ülkemizde, Laiklik’in bugüne kadar nasıl uygulandığına dair şu hatırlatmayı yapıyor:

“Laiklikle ilgili bir endişemiz yok, bütün mesele laikliğin uygulanış şeklinde. Şu ana kadar baskıcı bir anlayış hakimdi. Laikliğin 1937’den şu geçtiğimiz yıllara kadar uygulanış biçiminden halkımız büyük rahatsızlık duydu. Baskıcı bizantinist bir devlet anlayışıydı. İnsanların kılık kıyafetlerine, inançlarına, ibadetlerine, hatta izlediği TV programlarına kadar işi götüren laikçi bir anlayıştı.”

Buraya kadar bir şey yok. Arınç, Laiklik’in ne mal olduğunu, başımıza ne musibetler getirdiğini biliyor. Yani Laiklik konusunda bilinçli. Ancak, doğru uygulanması halinde Laiklik’e razı olduğunu da belirtmiş oluyor. Gerçi burada da konu İslam olunca Laiklik nasıl uygulanacak, ya da Laiklik uygulanırsa İslam’dan ne kalacak, o kısmı es geçiyor, ama en azından Laiklik’e dair doğru nitelemeler yapıyor.

Lâkin, bir insan, hatalı ve zalim olduğuna dair hakkında bilgi ve bilinç sahibi olduğu bir sistemi, rejimi, ideolojiyi savunma pozisyonuna geçer, onu “tadından yenmeyen” bir halde ambalajlamaya kalkışırsa, buna ne demeliyiz? Zira Arınç, sözlerinin devamında şunları söylüyor:

“Şimdi 2-3 seneden beri, iktidara geldiğimizden sonra kademe kademe uygulanan özgürlük anlayışıyla gerçek laikliğin tadını almaya başladık.”

İşte gördünüz. “Laiklik”in gerçek tadını almaya başlamışız! Böylece, Laik rejime sahiplenmenin âlâsını da görmüş oluyoruz. Arınç devam ediyor:

“Laikliğe yüklediğiniz anlam din ve vicdan özgürlüğü ise, bütün inançlara saygılı olmaksa, farklı inanç gruplarının kendisini özgürce ifade edebilmesiyse, hatta ‘ben inançsızım’ demekse, bunların hepsine saygı göstermektir.”

Şimdi bu sözlerin neresine bakalım da ne diyelim? Bülent Arınç, “gerçek Laikliğin tadını almaya başladık” derken, acaba bir müslümanın Laik olmasının, ya da Laiklik’i kendine hayat biçimi, devlet düzeni, sosyal sistem, siyasal ilke, hukuki altyapı olarak seçmesinin İslam’a göre mümkün olmadığını hesaba katmış mıdır? Ya da, gerçek Laikliğin tadından hoşnut mu olmuş da bunu söylüyor?

Sanki Arınç, Laiklik’e dair şu hakikatleri bilmiyor:

Din ve vicdan özgürlüğüne sahipsin. Ancak eğer “din”in imani-ameli, sosyal-kültürel, siyasi-idari, hukuki-adli, iktisadi-mali ve benzeri bütün alanlarda fert, aile, toplum ve devlet hayatını düzenleyen ilkeleri/hükümleri ihtiva ediyorsa, o zaman o dini budamak, etrafa dokunmayacak şekilde vicdanında ve sadece bireysel aktivitelerinde kullanacak hale getirmek zorundasın. Bütün inançlara saygı duymalısın; kişi müşrik de olsa, putperest de olsa, ateist de olsa, Haktan sapmış dinlere de mensup olsa, onun Tevhid’e aykırı ve hatta düşman olan o inancına saygı duymalı, kendini ifade etmesine hoş bakmalısın. Ama sen, kendi dinini Kur’an ve Sünnet ölçülerine uygun olarak hayatına ve hayata hakim kılmak için çalışamazsın, bu suç olur. Yani İslam’ı Allah’ın hükmüne ve Rasul’ün Sünnetine göre yaşayamazsın.

Evet, “gerçek Laiklik’in tadı” bu ve eminim bunu Arınç da biliyor. Ama sisteme yamanınca bunun getireceği şey, Laiklik’i bile savunma pozisyonuna geçmek oluyor.

Dikkat çekici bir başka husus da şu:

Ak Parti, 4. Olağan Kongresi’nde “yeni dönemin yol haritası”nı açıkladı. Ancak bu yeni yol haritasında bazı vazgeçilmezleri maalesef bulamıyoruz. Bu ülkenin “asli unsur”u olan “müslüman toplum”un hesaba katıldığına, “müslümanların hak ve hukukları”nın korunacağına ve gasbedilenlerin iade edileceğine, müslümanların “ülkenin geleceğinin biçimlendirilmesi” çalışmalarında dikkate alındığına, bu topraklarda bir “İslam gerçeği” bulunduğuna dair çok önemli hususlar Ak Parti’nin yeni yol haritasında yer bulamamış.

Yine aynı yeni yol haritasında şu hususlara cevap verilmiyor: Yasal ve idari “eğitim-öğretim engelleri” kaldırılacak mı? “Dini eğitim” ne olacak? “Medreseler” açılacak mı? “Talan edilen vakıf varlıkları” iade edilecek mi? “Başörtüsü sorunu” çözülecek mi? “İnanç ve ibadet özgürlüğü” sağlanacak mı? “Kamuda dini kıyafet ve ibadet” sorunları giderilecek mi? Müslümanlar kendi aralarında “inanç birlikleri” kurabilecekler mi? “İslami Cemaatleşme”nin önündeki yasal ve idari engeller kaldırılacak mı? “Ekonomide adalet” ve “üretimde verimlilik” sağlanacak mı? İslam’a hayat hakkı tanımayan “Laiklik” ne yapılacak? “Kemalist ideoloji” hâlâ tahakkümünü sürdürecek mi? “Devrim yasaları” anayasadan çıkarılacak mı? “Adalet”i sağlayacak olan “yasaların dayanacağı esaslar” neler olacak?

Bunların hiçbiri belli değil ve AKP tarafından bir çözüm önerisi de yok, çözmek için plân dahiline de alınmamış. Ama bütün bunlara rağmen AKP’nin sistemde/rejimde İslami yönden iyileştirmeler yapacağına inanmak, mevzuları doğru okuyamamak demek  değil mi?

Başka bir örnek daha vereyim. Yeni anayasa çalışmalarının niteliğine dair yapılan bütün açıklamalar ve şu ana kadar yürütülüp tamamlanan bütün çalışmalar, anayasanın, rejimin halihazırda var olan niteliğini değiştirmeyecek nitelikte.

Ancak, eğer yeni anayasa “Laik-Kemalist rejim”i değiştirmeyecekse… Eğer anayasa değişikliklerinin niteliği/içeriği “rejimin mekanizması” içinde, “rejimin çizdiği hudutlar” dahilinde, “rejimin mana ve mefhumu”na uygun olarak yapılacaksa… Eğer yeni “anayasanın dayandığı esas ilkeler, ruh, ana kaynak” ve “anayasal düzene can veren hükümler” bugünkü haliyle kalacak, ya da lafzen değişse bile aynı mahiyeti taşıyacaksa… Bu durumlarda anayasanın yenilenmiş olmasıyla olmaması arasında ne fark olacak? Anayasa maddelerinin farklı bir cümle biçimiyle ifade edilmesi, “toplumun birikmiş gazı”nı almanın ötesinde nasıl bir işlev taşıyacak? Rejimi değiştirmeyen bir anayasanın ne önemi kalacak?

Diğer partiler gibi AKP de “anayasa değişikliği”ne ilişkin olarak “esas”la ilgilenmiyor. Yapılan, sadece “göz boyama”dan ibaret. Laik-Kemalist Rejim değişmiyor; sadece makyaj tazeleniyor. Zira yeni anayasayla Devlet, halihazırda olduğu gibi “Demokratik-Laik” karakterini koruyacak şekilde tasarlanıyor. Bu en önemli nokta.

Devletin temel amaç ve görevlerine ilişkin tekliflere baktığımızda da rejimin esas niteliklerinin korunduğunu görüyoruz. Laik Rejimi korumak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel amaç ve görevlerinin başında yer alıyor. Öyle ki, “Cumhuriyet”in temel amaç ve görevleri arasında sayılan “milletin bağımsızlığı ve bütünlüğü”, “ülkenin bölünmezliği”, “Cumhuriyet ve demokrasi”, “kişilerin ve toplumun refah, huzur, güvenlik ve mutluluğu”, “kişinin temel hak ve hürriyetleri”, “sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri”, “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi”, “insan onuru”, “siyasi ve kültürel farklılıklarına dayalı çoğulcu yapı”, “özgürlük”, “hukuk devleti güvencesi” gibi esaslar, ancak ve ancak rejimin asıl niteliği olarak belirlenen “Laiklik”e uygun olarak, “Laiklik”e uygun düştüğü kadarıyla değer bulacak. Hak da, hukuk da, adalet de “Laiklik”in mahiyetine uygun olduğu müddetçe ve o mahiyete göre değer kazanacak.

Anlıyoruz ki, “rejimi değiştirmeyen anayasa”, yıpranmış sistemi ve rejimi yeni bir makyaj ve ambalajla pazarlamanın, ömrünü uzatmanın ötesinde bir işlev taşıyacak gibi görünmüyor. Üstelik de rejimin “yeni bir yüz”le “eski karakter”ini ve “nitelik”ini aynen muhafaza etmesini sağlayacak yeni anayasa, “Laik rejim”den en fazla zarar görmüş, en fazla çile çekmiş, en fazla olumsuz etkilenmiş, en fazla baskı ve zulüm görmüş müslümanların desteğiyle gerçekleştirilecek!

Hem de İslam’a dair ne varsa hâlâ ayaklar altındayken… Hem de yapılan dejenerasyon faaliyetleriyle “İslam anlayışı” ve “Kur’an algısı” bozulmuş, “ilke ve hükümleri”nde olmasa bile “algılama ve yaşama biçimi” itibariyle İslam’da, Laik rejimin marifetiyle “reformasyon”a gidilmiş olduğu halde!…

Hülasa, AKP iktidarıyla birlikte İslami kesimden pek çok kişi ve grup Laik-Demokratik-Kemalist sistemi sahiplenmiş durumda. AKP’nin ise, öyle sanıldığı gibi Kemalist oligarşiyi geriletmek ve özgürlükleri çoğaltmak gibi esaslı bir programı yok. Elbette bazı kazanımlar var, ama esasta sistem/rejim değişikliği olmadı ve olacağa da benzemiyor. Bu niyetle AKP’ye destek verenlerin fena halde yanılgı içinde olduklarını söylemek mümkün.

AKP en başında da belirttiği gibi Milli Görüş gömleğini çıkartıp yüzünü Doğu’ya değil Batı’ya çevirdiğini, hatta dış siyasetinin ABD ile aynı paralel çizgide olduğunu söylemişti. Buna rağmen bazı İslami kesimler R. T. Erdoğan’ın takiyye yaptığını söylüyordu. Sizce AKP siyasetinde takiyye mi yapıyordu, yoksa en başından beri seküler bir hayatı mı inşa çabası içindeydi?

Ben, Erdoğan’ın inanç açısından seküler bir hayatı inşa etmek üzere yola çıktığını düşünmüyorum. Belki politika yaparak hayatı dine göre düzenlemeyi de amaç edinmemiş olabilir, ama kesinlikle, seküler bir hayat kurgulamak üzere yola çıktığını sanmıyorum.

Ama diyeceksiniz ki, “gelinen noktada AKP seküler hayatı güçlendirdi ve müslüman kitlelere de normal gösterdi. Hatta Mısır’a, Libya’ya, Tunus’a gidip onlara da Laiklik’i önerdi. Bu da ne demek oluyor böyle?”

Bence bu, yolda ilerlerken, şartların getirdiği angajmanların Erdoğan’ı ameli değişime ikna etmiş olmasından kaynaklanıyor. Yani, yapmak istediği sosyal, iktisadi ve hukuki iyileştirmeleri, ancak seküler hayata dokunmamak kaydıyla yapabileceğine, böyle yaparsa destek göreceğine, aksi durumda AKP’nin bitirileceğine ikna olmuş gibi bir izlenim uyanıyor bende. Hatta öyle ki, bugün itibariyle bu ikna olmuşluk, sanki önemli oranda “benimsemişlik”e doğru da kaymış gibi görünüyor.

Sanırım bunun sebebi, Başbakan’ın, öncelikle dostlarını ve düşmanlarını doğru ayırd edememesinden kaynaklanıyor. Bildiğiniz gibi Başbakan, bugünkü yerine gelene kadar büyük badireler atlattı. Hapis, suikast ve darbe plânları… Ancak bunlar yine de “ufak” işler. Zira Başbakan’ın atlatması gereken asıl badire, “dostları”nı ve “düşmanları”nı ayırma, kimin dost, kimin düşman olduğunu bilme-belirleme badiresidir.

Hz. Ömer camide hutbe okumaktadır. Cemaate, “ey cemaat, hata yaparsam ne yaparsınız?” diye sorar. Cemaatin içinden biri kalkar, “ey Emire’l-Mü’minin, hata yaparsan seni uyarırız, eğer hataya devam edersen seni şu kılıcımızla doğrulturuz” der. Bunu duyan Hz. Ömer şükreder. Çünkü halkın içinde, onu hatalarıyla baş başa bırakmayacak, hatalarını düzeltecek dostlar vardır.

Ancak Erdoğan’ın yanında, yanlış yapması halinde karşısına dikilip bunu açıkça beyan eden bir tek kişi var mı, merak ediyorum doğrusu. Eybette Başbakan’ın, konumu itibariyle pek çok dosta ve düşmana sahip olduğu malûm. Meçhul olan, kimin gerçekten dost, kimin düşman olduğu. Burada Başbakan’a hatırlatmak isterim ki:

Başbakan’ın asıl düşmanları; mahiyetine bakmadan, daha iyisini düşünüp önermeden söylediği her sözü doğrulayan, yaptığı her işi alkışlayan, sorduğu her suale “siz bilirsiniz” diyan, attığı her adımda keramet arayanlardır. Bunları yaparlarken, niye böyle yaptıklarını da söylemezler; çünkü onların tek dertleri Başbakan’ın “yakınında” durmaktır. Çünkü toplamak istedikleri “parsalar” vardır. “Başbakan’a yakın durma”yı kullanarak kendilerine olabildiğince çıkar sağlama peşindedirler. Ona sanki “hatasızmış gibi” davranırlar. Onun da insan olduğunu, hata yapabileceğini, yanlışa düşebileceğini bildikleri halde… “Yapıcı eleştiri”de bulunarak hataların düzeltilmesine katkı sağlamazlar. Çünkü çıkarları vardır; el ovuşturup gerdan kırmayı tercih ederler. Bunlar iyi gününde Başbakan’ın yanında olurlar, ama bir kez düşmeyegörsün, derhal terkedip yüzüstü bırakacaklar; dönüp geriye bile bakmayacaklardır. Dün alkışlayıp göklere çıkardıklarını unutup, yerin dibine batıracaklardır. Aralarında bir alâka olmadığının isbatı adına mazeretler uyduracaklardır. Bunlar, görünürde taraftar gibi de olsalar, aslında düşmandırlar. Çünkü hataları onarmamakla çöküşü hazırlamakta, çıkarları öyle gerektiği için alkış tutmaktadırlar. Ak günler kara günlere dönüştüğünde bir tekini bile yanında göremeyecektir. “Nereye?” diye sorduğunda ise, “biz zaten burada değildik ki” diyeceklerdir. Çıkarları neredeyse, çekip oraya gideceklerdir.

Ancak Başbakan’ın dostları; yaptığı her işte keramet aramayan, onun da hata yapabileceğini bilen, doğruyu göstermek için uyarıyı dostça bir vazife addedenlerdir. Bunlar hataları yok saymazlar, “bir şey olmaz” düşüncesine kapılmayıp, yarın ayağına dolaşmaması için bugünden izale etmeye çalışırlar. Bunu yaparken de hataların gölgesinde kalıp yaptığı doğrulara da yokmuş muamalesi yapmazlar. Körükörüne destek veren değil; gerektiğinde eleştiren, gerektiğinde itiraz eden, gerektiğinde karşı çıkanlardır. Acı söylerler, ama dostturlar. Acı gelen sözleri “daha iyi”nin yapılması, hatalardan ders alınması, eksikliklerin tamamlanması, yanlışların düzeltilmesi, vahim durumlara düşülmemesi… içindir. Bugün eleştirseler de, yarın düştüğünde terketmezler, yüzüstü bırakmazlar, dost elini uzatıp ayağa kaldırırlar. Çünkü gerçekten dostturlar. Dost olmanın karşıt olmaya mani olmadığını, karşıt olmanın dost olmayı bozmadığını, hatalara ve yanlışlara karşıtlığın düşmanlık demek de olmadığını bilirler. Dost, dostu uyardığı için, dostun sözü ve uyarısı acı olduğu için karşıt gibi algılanmışlardır. Onların dost oldukları kara gün geldiğinde anlaşılır. Dertleri çıkar sağlamak olmadığından, bir yere gitmezler. Birgün dost görünen düşmanlar terkedip de sadece onlar kaldığında görünüverirler göze. “A-aa! Siz burda mıydınız?” diye şaşkınlıkla sorulduğunda, kırgın da olsalar kızgınlık göstermezler; onlar zaten hep oradadırlar, bir yere gitmemişlerdir. Gemi batarken de, yüzerken de dostunu terketmemişlerdir.

Düşmanların tezahüratına kanıp dostları küstürmemek; Ebu Müslim el-Horasani’nin şu sözünü de unutmamak lazım: “Zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı, ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.”

Şimdi Erdoğan, bence hatalı dostların çıkarcı alkışlarıyla bazı doğruları kaçırmış oldu. “Milli Görüş gömleği”ni çıkarmış olduğunu açıklaması, eski partisiyle arasında bir alaka kalmadığını beyanın ötesinde, eski ideallarini terkettiği şeklinde yorumlandı ve zaten Erdoğan da, sonraki icraatlarında buna uygun olarak davrandı. Biraz önce de söylemiştik, iç ve dış siyasette ABD ile paralel bir çizgiyi takip ettiği de inkâr edilemez bir gerçek.

Bütün bunlara rağmen, bazı İslami kesimlerin hâlâ Erdoğan’ın takiyye yaptığını iddia etmeleri, ileride İslam’a hizmet edeceğini söylemesi sadece boş bir temenniden ibarettir. Çünkü Erdoğan, ekonomiyi düzelteceğine söz vermiş, kimi temel hak ve hürriyetler konusunda iyiliştirmeler yapacağını vaadetmiş ve bunları kısmen de gerçekleştirmiştir; daha da gerçekleştirecektir. Ancak Erdoğan, hiçbir zaman sistemi İslamileştireceğini vaat etmemiştir; gerek parti programında, gerek Hükümet programlarında, gerekse zaman zaman ilan edilen yol haritalarında buna dair hiçbir ifade yoktur.

Başta da söyledim, bunların, seküler hayatı inşa etmekle de alâkası yoktur. Çünkü zaten seküler hayat el’an dimdik ayaktadır. Erdoğan’ın, seküler hayat içinde müslümanları öncelemeden, genel olarak insanların hak ve özgürlüklerinde iyileştirmeler yapmak suretiyle nefes almalarını rahatlatmaktan öte bir politika takip ettiğine dair bir izlenim bırakmamıştır.

Bu bakımlardan, İslami kesimin, AKP’nin takiyye yaptığını söylemesi, kendi İslami Hareket vazifelerini terkedip vazifeyi başkalarının üzerine atarak, tembellik etmelerinin oluşturduğu temenniden ibarettir diye düşünüyorum.

Başbakanın son 10 yıldır konuşmalarının ana ekseninde genelde ekonomi vardır. Gelişmişlik seviyesini de gayri safi milli hasıla ile tanımlar. Kaldı ki bu ülkede asgari ücrete tâbî milyonlarca köleleştirilmiş işçiler vardır. “Bu gelişmişlik!” tanımı insanımızı neden ahlaki ve ilmi gelişmişlikten uzaklaştırmaktadır?

Gayri Safi milli Hasıla denilen şey, basit anlatımıyla, ülkenin ürettiği toplam hasılanın kişi başına bölümünden ibaret. Ancak bu toplam hasılanın ne kadarının kimin cebinde olduğuna bakılmamakta. Oysa bilinen, ekonomideki gelişmelerin sadece sermaye çevrelerinin işine yaradığı, bunun da önemli bir bölümünün yabancı sermayedarların hesabına yazıldığı, halkın ise toplamın nüfusa bölümünde payına düşen rakamı almasının asla söz konusu olmadığı, bilâkis sermaye çevrelerinin cebine girenle halktan kişilerin cebine girenin arasındaki farkın giderek açıldığı bir gerçek.

Bu noktada Başbakan’ın, gelişmişiğin ölçüsü olarak toplam hasıladaki artışı göstermesi çok da sağlıklı bir yaklaşım gibi durmuyor. Ebette toplam hasıladaki artış önemli, ama asıl önemli olan, bunun bireylere nasıl dağıtıldığı. Gelir dağılımında adaletsizlikler önlenmeden, dağıtıldığında minimum alanın cebindeki değer yükselmeden, milli gelir bazındaki ekonomik gelişmişliğin sağlandığını düşünmüyorum. Yani halkın hissettiği, halka yansıyan bir gelişim yaşanmadığı yönünde.

Burada önemli bir husus da şu. Hani derler ya, “bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım demiş” diye. Temel hak ve özgürlüklerim kısıtlanırsa, düşüncelerimi ve inançlarımı kimseden korkmadan, kendi kendimi sansür etmeden rahatça başkalarıyla paylaşma özgürlüğüm elimden alınırsa, hayatımı inandığım değerlere, inanç esaslarına göre yaşayamazsam, isterse milli hasılanın tamamını bana versinler, bunun benim için hiçbir önemi yoktur. Beni prangaya vurduktan sonra, pranganın zincirlerini altından yapmışsınız, zindanın parmaklıklarını altınla kaplamışsınız, bunun ne önemi kalır? Önce özgürlük, önce hak ve adalet, sonra milli hasılanın artışı ve bunun da adaletli bir şekilde dağılımı.

Bir diğer husus da şu: Meseleye sadece “ekonomi” ve “para” açısından yaklaşarak iyice “liberal-kapitalist-maddeci” bir bakış açısına ve değerler ölçeğine bindirildiğimiz için, ekonominin de, paranın da esasta ahlâk ve maneviyata göre biçimlendirilmesi ihmal edildi ve cebi paralı ahlâksız tipler türeyiverdi. Zengin müslüman aileler çoğaldı, ama erkekleri de, kadınları da İslami ahlâktan son derece uzaklaşmış durumda. Bu da meseleye sadece “ekonomik hasıla” açısından yaklaşımın getirdiği önemli bir felaket.

Amerika ta oradan kalkıp Afganistan’a, Irak’a giriyor ve buralara tam olarak hakim olabiliyorsa, bunu sadece ordularının elindeki silahlara ve savaşma becerilerine bağlamak yanlıştır. Amerika Irak’a girdiğinde Saddam’ın ordularının arkasında kan ve gözyaşı, işkence ve zulmün yanında, belki yüzlerce heykel, binlerce propaganda malzemesi vardı. Amerikan ordusunun arkasında ise, yüzlerce bilim adamı, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, araştırmacılar ve araştırmalar, stratejiler ve hedefler vardı. Bu durumda, Saddam yenilmeye mahkûmdu.

Aynen onun gibi, eğer ekonomideki kısmi iyileştirmeleri toplumsal duyarlılık ve ahlâk ile bezemeden ve ilmi-bilimsel verilerle desteklemeden; bunun sürekliliğini de, kalıcılığını da, gelişmesini de sağlamanız mümkün olmayacaktır.

Gelişmeyi mideye endekslemekten vazgeçip hakka, özgürlüğe, iletişime, ilme, bilim ve teknolojik gelişmelere, sosyal ve ahlâki duyarlılığa, kende kendine yetmeye, sanayi ve teknolojiye, toplumsal yapıya uygun bir sistem kurmaya dayandırmadığınız müddetçe; aklı örten şeyleri önlemediğiniz, beyin fonksiyonlarına işlerlik kazandırarak üretici aklın önündeki engelleri kaldırmadığınız sürece, elde ettiğiniz kısmi ekonomik başarılar, mide biraz daha büyüdüğünde daha büyük bir açlıktan ve daha büyük sorunlar yumağından başka bir şey getirmeyecektir.


Sizce,  
AKP on yıllık süreç göz önüne alındığında Kemalizm ile hesaplaşıyor mu? Yoksa AKP Kemalizm’i yepyeni, temiz bir sayfaya mı çekiyor?

Kemalizm ile hesaplaşmanın ya da temiz bir sayfaya çekmenin sözkonusu olduğunu sanmıyorum. Ama şartlar, Kemalizm’in katı uygulamasından yumuşak uygulamasına geçilmesini gerektiriyordu ve bunun da müslümanlara benimsetilmesi icabediyordu. Bunu yapacak olan da bir “İslamcı”nın liderliğindeki siyasal oluşumdu.

Ben, AKP’nin, bizzat Kamalist Derin Devlet’in ve ABD’nin ortak yapımı bir mizansene alet edildiğini düşünüyorum. Bunu AKP yöneticileri de biliyor olabilir, ancak toplum yararına elde edecekleri kimi sosyal, siyasal, iktisadi ve hukuki faydaların hatırına bunu bir “çalışma ortaklığı” olarak değerlendiriyorlardır herhalde diye hüsn-ü zan ediyorum.

AKP’nin bırakın Kemalizm’le hesaplaşmayı, Kemalist sistemi kalben olmasa da fiilen benimsediği, artık o sistemden rahatsızlık duymadığı, sistemin sınırları ve ilkeleri çerçevesinde hareket etmeyi normal karşıladığı bile söylenebilir. Kemalist sistemden kaynaklanan sorunlara karşı yaklaşım biçimine bakarsak, bu sonucu rahatlıkla çıkarabiliriz.

AKP Hükümeti şu zamana kadar pek çok “toplumsal beklenti”yi karşılamadı. “Müslümanların dertleri”ni tedavi etmedi. “İnanan insan”ın haklarının tümüyle ve nitelikli olarak iadesi için hiçbir şey yapmadı. Üstelik, bunu da pervasızca ifade etmekten çekinmedi.

Mesela başörtüsü sorunu… Toplumu yakıp kavuran bir problem. Halk, bu problemi çözmesi için AKP’ye sınırsız destek verdi. Bu hususta AKP’nin halka, özellikle de “inançlı kesim”e “vefa borcu” olduğu muhakkak. Ama sistem sıkıntılı, şartlar çok kötü, rejim katı; bazı şeyler elden gelmiyor. “Kontrol edilemeyen güçler” var, ya da “gözetmek zorunda olunan dengeler…” Güç yetmiyor, çare bulunamıyor, çözüm zor görünüyor. Bütün bunlar bir nebze olsun mazur görülebilir. Bir yere kadar anlayışla karşılanabilir. Belki “Sırası gelecek” kabilinden tevillerle, “onlar da bizden” gibisinden hoşgörmelerle, “bunca şey yaptılar ya” türünden ikamelerle, “nereden nereye geldik” tarzında avunmalarla durum idare edilebilir. Bu arada hep bekleniyordur, “ha bugün, ha yarın” diye. Birşeyler olacak da bu kanayan yara tedavi edilecek sanıyorsundur. Zaman su gibi akıyor, yıllar yılları kovalıyor, ama bir türlü gelmiyordur beklediğin.

Oysa aynı esnada “aşılmaz” zannettiğin öyle şeyler “aşılıyor”dur ki… “Dokunulmaz” bildiğin öyle güçlere, öyle odaklara “dokunuluyor”dur ki… “Mümkün değil” dediğin öyle işler “yapılıyor”dur ki… “Çözülmez” sandığın öyle problemler “çözülüyor”dur ki… Ama, toplumu bu kadar uzun süredir, bu kadar derinden sarsan bir yaraya bir türlü merhem sürülmüyor, kimse oralı olmuyordur.

“Hükümet olduk ama iktidar olamadık” denmiştir; ama artık hem hükümettir, hem iktidardır, hem de muktedir… “Kurumların ittifakı sağlanmalı” denmiştir; ama artık kurumlar arasındaki uyum hiç olmadığı noktadadır; muhalefet’in desteği bile hazırdır, “oylama sorunu” yoktur. “Onay mercii” olan Cumhurbaşkanlığı da, “lüzumu halinde son karar”ı verecek olan Anayasa Mahkemesi de çözüm için “kıvamında”dır. Millet verebileceği “en yüksek avans”ı vermiş, ard arda iktidara getirmiş, tutabileceği en uzun süre “bütün devlet kurumlarına hükümran olacak kadar” başta tutmuştur. Toplum desen zaten hazır, dört gözle bekliyordur. Kimsenin bu kangren olmuş sorunu görmezden geldiği, unuttuğu falan da yoktur. Artık “çözüm vakti” gelmiş olmalıdır, değil mi? Mezeretler kalmamış olmalıdır.

Ama çözülememiştir, çünkü çözülmemiştir. Neden? Çünkü çözüm istenmemiştir. Nitekim Milli Eğitim Eski Bakanı bunu açık ve net olarak itiraf etti. Dedi ki: “Eğer niyetimiz olsaydı, başörtüsünü bütünüyle serbest hale getirirdik.”

Gördünüz mü? “Niyetimiz olsaydı”, ya da “isteseydik” diyor; “çözerdik.” Bu ne demek şimdi? “Çözmek istemiyoruz” demek. “Çözme niyeti bile taşımıyoruz” demek. Aslında, okullarda olsun, kamuda olsun “başörtüsü sorunu” artık “çözülebilelmesi mümkün” iken, “müslümanların oyları”yla iktidara gelenler, Milli Eğitim Eski Bakanı’nın tabiriyle “sorunu çözmeyi istemediği”, hatta “çözme niyeti taşımadığı” için “başörtüsü yasağı” devam ediyor.

Başörtüsü sadece bir örnek. Müslümanları ilgilendiren hemen hemen her durumda benzer bir yaklaşım sergileniyor. Kendi iktidarını sağlama almaya dair hususlarda aslan kesilen, birkaç gün içinde yasaları, anayasa maddelerini değiştirebilen ve bunu icra eden, mesela Erdoğan’ın yasağını kısa zamanda Anayasayı da değiştirerek kaldırabilen, futboldaki milyarlık yolsuzlukları kısa süre içinde yasa çıkararak düzeltebilen, hesap sorulamaz denilen odakları tuz-buz eden AKP, sıra Kemalist rejimin hasas olduğu İslami haklar konusuna gelince üç maymunu oynuyorsa, burada Kemalizm ile hesaplaşma aramak aptallık olmaz mı?

Kemalizm’i temiz bir sayfaya çekme meselesine gelince… Ben, bütün bunlara rağmen, AKP’nin Kemalizm’i temiz bir sayfaya çektiğini de düşünmüyorum. Yapılan, sadece Kemalist sistemin hassas noktalarına doğrudan dokunmadan, zaman içinde kendiliğinden değişmesini sağlamaya yönelik bir “zamana yayma taktiği”nden ibaret. Ancak bunun, işte sorunuzda belirttiğiniz gibi, Kemalizm’i AKP eliyle aklama gibi bir sonucu ürettiği de gerçek.

Evet, yeni icraatlarla, hukuki ve sosyal değişikliklerle sistemde zaman içinde aşınmalar oluyor. Ancak bu arada müslümanlar da sisteme her geçen gün daha fazla entegre olduklarından, Kemalizm yeni bir çehreyle, “bizden birileri”nin eliyle müslümanlara “sevimli” gösteriliyor, birlikte yaşanılabilir olarak algılanması sağlanıyor. Bence bu daha da tehlikeli.

PKK’nın silah bırakması meselesine dair “Pis Kokular” başlıklı üç makaleniz olduğunu biliyoruz. Sizin gibi düşünen kimseleri bazı İslami kesimler de dahil olmak üzere sanki bu barışı istemiyormuş gibi bir muameleye tabi tutarak ulusalcılarla aynı kefeye koymaktalar. Sizce Müslümanların bu süreci yeterli seviyede değerlendirecek özgün bir bakışa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Müslümanların bir değerlendirme yaparken PKK ve Sistemle aynı noktada olmadan nasıl bir gözle olayı değerlendirmesi gerekir?

Evvela şunu ifade edeyim, benim kesin ve net görüşüm, terör olayının bir an önce bitmesi ve Türk-Kürt kardeşliğinin güçlü biçimde yeniden tesisi yönünde. Bunun için teröristle de, terörist başıyla da görüşmenin, konuşmanın, hatta pazarlık yapmanın bence bir mahzuru yok. Uçak kaçıranla, rehin alanla görüşen devlet, koskoca bir topluma dayanarak koskoca bir bölgeyi ülkeden koparabilecek güce ulaşan bir örgütle, üstelik de ülke her geçen gün tahammül edilemez bir can ve mal kaybına uğruyorsa, saçmasapan bir “devlet teröristle görüşmez” mantığıyla konuya yaklaşıp görüşmemesi, sorunu çözmeye yanaşmaması makul değil. Hatta bu konudaki görüşlerim o kadar sarih ve ileri ki, terör sorunu çözülsün ve birlik-beraberlik sağlansın da, gerekirse Apo’yu bile serbest bıraksınlar; bundan da hiç rahatsızlık duymam.

Ancak bu, sürecin doğru biçimde yürütülmesi, Kürtleri onore edelim derken Türklerin onurunu kırmayacak şekilde yapılması, sorunun ana kaynağını görüp oranın temizlenmesi, bölünmeyi önleyelim derken ayrışmanın devlet eliyle tesis edilmemesi, bu kapsamdaki pek çok hususun doğru değerlendirilip, nihayetinde gerçekten sorunun çözülmesi, ipin ucunun kaçırılmaması, müslüman Kürt ve Türk halkının inanç değerlerine uygun bir rejim değişikliği yapılması lazımdır diye düşünüyorum.Bu kapsamda, ne demek istediğime dair konuyu biraz detaylandırmakta yarar var.

Evvela, terör sorununu çözmek için yapılacak görüşmelerde, bu terörden asıl çıkarı olan küresel egemen güçleri ve onların yerel derin uzantılarını es geçerek, sadece PKK taşeronuyla görüşerek terörün bitirilemeyeceğinin anlaşılmış olması gerekiyor. Eğer terörü bitirmek istiyorsanız, önce onun ardındaki güçleri ve destekleri görmeniz, dayanak noktalarını yok etmeniz, onu yaşatan zemini altından çekip almanız, besleyen kaynakları kurutmanız, kimin taşeronu olduğuna bakmanız ve o teşeronların ellerini kırmanız lazım. Buna gücünüz yetmiyorsa, bu iş bitmiş ve beyhude çabalıyorsunuz demektir.

ABD’nin, “terörle mücadelede yanınızdayız” sözünün gerçeklerle bağdaşmadığını artık görmek lazım. Zira PKK terörü, 2003’ten beri ABD’nin işgali altındaki Irak topraklarında yuvalanıyor. ABD Irak’a girmeden önce, Türkiye PKK’ya hareket alanı bırakmamıştı. Ama ABD geldi, Türkiye artık Irak’a operasyon yapamaz oldu. Öyle ya, bir Amerikan toprağına girmek mümkün müydü? Böylece PKK, Amerika’nın koruması ve kollaması altında gelişti, varlığını daha bir sağlamlaştırdı. Demek ki terörü bitirmek için evvela ABD ile anlaşmak lazım.

Öte yandan, diğer oyuncularla, mesela İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya, İran, Suriye gibi oyuncularla da konuşup bir noktaya gelmek icabediyor. Çünkü PKK gibi yapılanmaları desteklemek, ABD-İsrail ve Batı’nın uluslararası tahakkümü sürdürmede başvurduğu bir devlet politikasıdır. Nitekim Almanya’nın PKK’yı kucağında beslediğini, İsrail’in de Kürt hareketini Arz-ı Mev’ud idealine hizmet için kullandığını bilmeyen mi var?

PKK terörü bir tetikçidir ve arkasındaki güç ABD’dir, İsrail’dir, Almanya’dır…  Bunlar, Türkiye ve bölge üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için terör örgütünü kullanmaktadırlar. Türkiye, bu ülkelere açık ve net tavır almazsa, onlarla olan ticaretini yeniden gözden geçirmeyi, savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmalarını “askıya” almayı göze almazsa, içteki Ergenekon ve benzeri yapılanmaları da temizlemezse, terör asla bitmeyecektir.

Bu sorunu çözmek istiyorsanız, PKK maşasını tutan elleri kıracaksınız. Açık ve net söylüyorum; PKK’sı, BDP’si, KCK’sı, DTK’sı, TAK’ı veya bilmem hangisi ise, ortak bir karar alıp liste yapsın ve desin ki, işte bizim net isteklerimiz bunlar. Bunlar olursa barış olur, yoksa olmaz. Böyle bir liste var mı? Yok. Olamaz da. Olursa, maşalık görevi biter. Çünkü kendini sınırlamış olur. Buna da müsaade edilmez. Zira maşayı tutan el, o maşayı istediği yere sokmak isteyecek, bu yüzden de maşaya görev sınırı çizmeyecektir.

Terörü bitirmek için “maşa” ile değil, “o maşayı tutan el” ile görüşmelisiniz. Bu işi halletmek istiyorsanız, bir devlet politikası olarak, öncelikle ABD, İsrail ve Almanya’ya karşı harekete geçmeli, elinizdeki bütün kozları kullanarak onların PKK’ya olan desteğini kesmelisiniz. Sonra da bölgedeki küçük oyuncuların desteklerini budamalısınız. Bundan sonra, terörü besleyen yasal ve idari uygulamaları düzeltebilirsiniz. Eğer dış desteği kesmezseniz, vereceğiniz yasal ve idari haklar, terör örgütü için kazanılmış haklar hanesine yazılır ve yenilerini ister; istediğini almak için de 30 yıllık tecrübesini kullanıp teröre başvurur.

Burada sorunun “Kürt sorunu mu, terör sorunu mu?” olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Aslında sorun “Kürt sorunu”dur; “terör” bunun sonucudur. Daha da aslında, sorun “rejim sorunu”dur, “Kürt sorunu” da bunun ürettiği bir sonuçtur. Sorun nerede ve nasıl başladı, bu noktaya nasıl geldi, ahval ve gidişat nasıl? Bunlara da girmeyeceğim. Direkt olarak, “Kürt sorunu”nun nasıl çözülebileceğine girmek istiyorum.

Evvela durum tesbiti yapılarak sorunun şu boyutlarına çare üretilmeli:

1) Temsil sorunu çözülmeli. Seçimlerde baraj uygulaması kaldırılarak Kürtlere ve diğer etnik gruplara Meclis’te kendini temsil hakkı verilmeli. Bu hususta, halkın gerçek temsilcilerinin seçilmesi için gereken tedbirler alınmalı, terör örgütü, feodal unsurlar, yerel güç odakları devre dışı bırakılmalı.

2) Kendini ifade sorunu çözülmeli. İnsanlar etnik yapısını ifade edebilmeli, dilini konuşabilmeli, kültürünü yaşayabilmeli. Resmi dile bağlı kalarak, her etnik grup kendi dilini kullanabilmeli, geliştirebilmeli, yayın yapabilmeli, çocuklarına öğretebilmeli. Herkes meramını, taleplerini, şikayetlerini rahatça, korkmadan, kısıtlanmadan dile getirebilmeli. Çocuklara ve mekânlara Kürtçe isimler verilebilmeli.

3) Temel haklar sorunu çözülmeli. Herkes, aralarında ayrımcılık ya da farklılaştırma olmaksızın, özü ve esası kısıtlanmaksızın aynı temel hak ve hürriyetlere, aynı nitelikte sahip olmalı; hiçbir gerekçeyle temel hakların özü ve esası kısıtlanmamalı.

4) Feodal yapı sorunu çözülmeli. Güneydoğu’da gerçek anlamıyla bir toprak reformu yapılarak her köylünün kendi toprağı olması sağlanmalı. Feodal sistem yıkılmalı, ağaların halk üzerindeki etkinlikleri kırılmalı ve insanlar, kendi hayatlarını kendi imkânları ve devlet güvencesi altında sürdürebilecek yeterliliğe kavuşturulmalı. Boşaltılan köylere dönüş sağlanmalı.

5) Muhataplık sorunu çözülmeli. Devlet, Kürt halkı adına ağaları, yerel güç odaklarını, terör örgütünü ya da başka bir gücü değil, Kürt halkının her bireyini muhatap almalı. Kürt halkı, kendi adına alınacak kararlara bizzat iştirak etmeli. Bu kapsamda, Kürt halkının müslüman kimliğini temsil eden kuruluşlar ve cemaatler de görüşme masasında olmalı.

6) Kalkınmışlık sorunu çözülmeli. Eğitimde, ticarette, yatırımda, üretimde, devlet hizmetlerinin arzında vb. hususlarda bölgesel farklılığa ve ayrımcılığa son verilmeli. Yörenin kalkınması için gerekli planlamalar yapılıp derhal uygulanmaya başlanmalı.

7) Uluslararası müdahaleler sorunu çözülmeli. Emperyalist güçlerin bölgeden elini çekmesi için yaptırımlara gidilmeli ve bu hususta asla tereddüt yaşanmamalı, geri adım atılmamalı. PKK terör örgütüne destek veren hangi ülke varsa, o ülkeye karşı şiddetli bir karşı duruş sergilenmeli, o ülke ile ilişkiler sınırlandırılmalı ve gerekirse sonlandırılmalı. Karşı hamleler yapılarak ve misliyle muamele edilerek bu desteklere son verilmesi sağlanmalı.

8) Sosyal statü sorunu çözülmeli. Kürtlerin de, Türkler gibi bu ülkenin asli unsuru olduğu, sosyal statü itibariyle ayrı bir derecelendirmeye tâbî olmadığı kabul ve beyan edilmeli.

9) Statüko sorunu çözülmeli. Devletin derin güçlerinin sosyolojik gerçeklere direnerek mevcut statükoyu sürdürmeleri önlenmeli. Statükonun baskıcı ve durağan yapısına son verilmeli. Kürtlerin temel haklarını vermemekte ayak direyenlerin etkinliği kalmamalı.

10) Tanımlama sorunu çözülmeli. Kürtler’in ayrı bir etnik yapı olduğu tanınmalı. Kendilerine özgü kültür ve geleneklerinin, dil ve törelerinin bulunduğu kabul edilmeli. Bir de, ülkenin eşit haklara sahip unsurlarından olduğu kabullenilmeli. Etnik ayrılığa gitmemeleri şartıyla etnik hakları tanınmalı. Kürtlere bazı hakların verilmesinden değil, zaten sahip olmaları gerektiği halde kısıtlanmış haklarının iadesinden söz edilmeli. Yapılanlar bir lütuf olarak sunulmamalı, zaten olması gerekenin gecikmiş iadesi olarak arzedilmeli.

Soruna ilişkin temel unsurların izalesine paralel olarak, sistem reformu da gerekecektir. Bundan önce, Kürt halkının gerçek taleplerinin ne olduğu sorulmalı, kendi sorunlarını kendilerinin dile getirmelerine imkân hazırlanmalı. Bu amaçla hazırlanacak kapsamlı bir anket çalışmasına bütün Kürtlerin, Türklerin, herkesin katılımı sağlanmalı. Böylece halkın ne istediği net olarak anlaşılıp, buna göre yeni bir rejim ve sistem kurgulanmasına gidilmeli.

Bütün bunların paralelinde şu reformlar yapılmalı:

1- Anayasa toptan değiştirilerek, bütün halkların aynı haklara sahip olduğu, kimliklerini ifade edebilecekleri, kültürlerini yaşayabilecekleri, hak ve özgürlüklerini kullanabilecekleri bir anayasal düzen kurulmalı; yasalarda ayıklama yapılmalı.

2- Resmi ideoloji terkedilerek yerine Kürt ve Türk halklarının ortak anlayışı olan İslam ikame edilmeli.

3- Üniter yapı içinde, yerel yönetimlerin güçlendirildiği ve inisiyatif verildiği bir idari yapılanmaya gidilmeli.

4- İlim adamlarının, toplum önderlerinin ve aydınların teşkil ettiği “Akil Adamlar Meclisi” kurularak sorunlara çare üretmesi ve aksaklıklarda hakemlik vazifesi üstlenmesi sağlanmalı.

5- Umumi af çıkarılmalı; terör eylemine kesin olarak son verenler bu aftan yararlanarak sicili temizlenmeli ve terörü bırakanlar için iş garantisi verilmeli.

6- PKK terör örgütü ile Kürt halkı birbirinden ayrılmalı. Kürt halkına şu söylenmeli: “PKK’ya destekçi olmadığınız müddetçe, işte şu şu haklarınızı kullanmanızda hiçbir engelleme yoktur ve bu, Anayasal ve yasal güvence altındadır.” PKK ile ilişkilerini kesen herkes, bu haklarına anında ve kısıtlamasız kavuşacağını bilmeli. Böylece terör örgütü ile Kürt halkı arasına “özgürlük” tercihi konulmalı; örgütün halk desteği kesilmeli.

Bunlar, “Kürt sorunu”nun çözümüne dair “acil müdahale eylemleri.” Şimdi, acil müdahale eylemlerinin akabinde, “çözümün kalıcı olması için alınacak tedbirler”in ne olması gerektiğine bakalım. Bu kapsamda, yukarıda ifade ettiğim iki cümleye dikkat:

1- Sorun “rejim sorunu”dur, “Kürt sorunu” bunun ürettiği bir sonuçtur.

2- “Resmi ideoloji” terkedilerek yerine Kürt ve Türk halklarının ortak anlayışı olan İslam ikame edilmelidir.

İşte, “Kürt sorunu”nu çözecek “acil eylem planı”nın kalıcı olmasının anahtarı bunlar. Ancak, bu noktada önemli bir husus temayüz ediyor: Madem sorunun temelinde rejim yatıyor, o halde çözüm statükonun dışında aranmalı değil mi? Hem evet, hem hayır. Şöyle ki:

Statükonun iplerini elinde tutanlar bu konumlarını tümüyle terkedecek bir çözüme rıza göstermeyeceklerdir. Zira onlar, sorunu özelde “terör sorunu” olarak gördüklerinden, teröristle konuşmaya, içeriği ne olursa olsun onların istedikleri herhangi bir talebi karşılamaya razı değiller. Terörü bitirmek için tek yol olarak “teröristi öldürmek”i bilenler, işlerin daha da sarpasardığını, çünkü rejimin ürettiği sorunların Kürt halkını terör örgütünün arkasında potansiyel teşkil etmeye ittiğini göremiyorlar. Statükoculardan, sorunun “terör sorunu” olmaktan ziyade “Kürt sorunu” olduğuna kani olanlar ise, aslında bunun da ana sebebinin “rejimin niteliği” ve “statükonun tutumu” olduğunu düşünmüyorlar. İşte bunun için, önce sorunu “Kürt sorunu” olarak ele alıp, statükonun bu sorunu çözmeye razı edilmesi lazım; çünkü ipler onların elinde. Statükonun esnetilerek, gevşetilerek “çözüm”e yönlendirilmesi, kimi reform ve tedbirlerle acil müdahalede bulunulması gerekiyor. Aynı zamanda, dağdaki teröriste bazı güvenceler vermezseniz silahını bırakmaz. Ancak bu aşamadan sonra asıl sorun olan “rejim sorunu”na ilişkin çözümler geliştirilebilir ve kalıcı tedbirler alınabilir.

Rejim sorununun esası şu: Bu ülkede, halkı olmayan bir rejim ile rejimi olmayan bir halkın tipik ve trajikomik birlikteliği var. Rejim, halkın değer yargılarından bağımsız ve hatta o değerlere karşı bir söylem ve eylem üzerine bina edilmiş; halkını kurguladığı sisteme göre biçimlendirmeye çalışmış ve halen de buna devam ediyor. Bundan razı olmayan halk da sisteme karşı direnç geliştirme eğiliminde. Bu durumda rejim halkı “potansiyel suçlu” olarak gördüğünden buna dair tedbirlere başvuruyor, halk da rejimi üstünden atması gereken bir yük olarak gördüğünden her fırsatta isyan eğilimini taşımaya devam ediyor.

Rejimden kaynaklanan sorunlardan biri de “Kürt halkına yapılan ayrımcı muamele.” Ancak, rejim sorununun sadece Kürtler için var olduğunu söylemek yanlış olur. Zira bu ülkede Kürtler kadar Türkler de rejimin cenderesinden geçti, geçiyor. Kürtler, “Kürt” olduklarından dolayı zulme uğradı da, Türkler rahat mı etti? İdam edilen onca alimin içinde kaç tanesi Türk, biliyor musunuz? “Devrim Yasaları”nın cebren ve baskı ile uygulanmasından Türkler nasibini almadı mı? Kur’an’ın yasaklanması, İslam’ın sosyal, siyasal, hukuki ve iktisadi hayattan uzaklaştırılıp bireylerin vicdanlarına tıkılması Türkleri hoşnut mu etti? Bundan büyük zulüm mü olur? Diyarbakır’da İstiklal Mahkemesi kuruldu da, Erzurum’da, Ankara’da, Konya’da, İstanbul’da vs. kurulmadı mı? Ya da gezici İstiklal Mahkemeleri ülkenin Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerinde faaliyette bulundu da, Türklerin yoğunlukla yaşadığı bölgelerinde faaliyeti olmadı mı

Evet, Kürt sorunu rejimden kaynaklanmaktadır, Kürt sorununun temelinde rejim sorunu vardır; ancak aynı rejim sorunu sadece Kürtleri değil, en az onlar kadar Türkleri de ezmiştir. Bu gerçek karşısında, müslüman Kürtlerin, aynen resmi ideolojinin İslam’a karşı duruşu gibi İslam karşıtı bir ideolojinin peşinde sürüklenen “Ayrılıkçı Kürt Hareketi”nin saflarına katılmasını, İslam ve iman ölçeğiyle bağdaştırmak mümkün mü?

İşte bu noktada “müslümanların kalite problemi”ni görüyoruz. Önce müslümanlar, kendilerini ırklarıyla değil, inandıkları din ile, o dinin asli niteliklerine uygun tanımlamalarla ifade etmeyi öğrenecekler; sonra da tarafını ona göre belirleyip, hep birlikte rejim sorununu çözmeye koyulacaklar.

O halde yapılacak şey şu: Kürt sorununun çözümü için önce acil eylem planını uygulamak ve böylece silahlı kalkışmaya son vererek, Kürt ve Türk unsurlarının birbirine karşı savaşımını sonlandırmak gerekiyor. İkinci aşamada ise, rejimi yeniden kurgulayarak resmi ideolojiyi terketmek, bu ülkede yaşayan müslüman halkların ortak paydası olan İslam’ı yeniden birey, aile, sosyal küme, toplum ve devlet ölçeğinde, bütün hususiyetleriyle hayata hakim kılmak lazım.

Birinci aşama sorunu yatıştırır ve çözümün kapılarını açar; ikinci aşama ise kalıcı hale getirerek yeniden birlik ve beraberliği sağlar. Sağlanan birlik ve beraberliğin idamesi de buna bağlıdır: Hep birlikte Ümmet olduğumuzun şuurunda, rejimi değiştirerek, statükoyu iptal ederek, yeni bir sistem kurgulamak…

Çözümün kalıcı olması isteniyorsa, karşıt görüşte olanlarımız da bu çözüme rıza göstereceğiz ve bazı acılarımızı yüreğimize gömeceğiz! Bir daha aynı acıların yaşanmaması için…

Burada esas soru şu: Terörü bitirmek istiyor musunuz? Eğer cevabınız “evet” ise, yapılacak tek bir şey var: Laik-Kemalist rejimden vazgeçip Şeriat ilan edeceksiniz! İslam’ı inkâr, Kur’an’ı iptal, müslümanı ihmal, vahyi ihlal, dini ihlâk üzerine kurulan rejimi terkedip ilahi hükümlere sığınacaksınız! Bu zamana kadar yanlış yapıldığını ikrar, İslam Şeriatı’nı ikdâr edeceksiniz. Siyonist sermayeli “Amerikan Emperyalizmi”nin “İslam coğrafyası”nı sömürü projeleri için “eş başkan” statüsünü terkedip, “Ümmet Birliği”ni sağlayacak projelerin “as başkanı” olmaya talip olacaksınız. “Politik ikbal” peşinde koşmayacak, halkının bütün unsurlarını kucaklayacak şekilde “ülkenin istikbali” için çalışacaksınız. “İstikbal”i “devrimler”de değil, “kökler”de, milletin “kimlik ve kişilik değerleri”nde arayacaksınız.

Şimdi başımızı ellerimizin arasına alıp bir “tarih muhasebesi” yapalım; tek bir suali sorup cevabını arayalım: Kürt halkı niye T.C.’ye bağlı kalsın? T.C.’nin Laik-Kemalist rejimi Kürt halkının dini İslam’ı ayaklar altına aldığı için mi? İslam’ın iktidarını isteyen Kürt önderi Şeyh Said’i astığı için mi? Allah’ın hükümlerine bağlı bir halkı dininden kopardığı için mi? Kürt halkının kavmi özelliklerini, kimliğini, dilini, töresini, “Kürt” olduğunu ifade etmesini yasakladığı için mi? Sırf Kürt olduğu için baskı gördüğü, ayrımcılığa uğradığı, hakları ihlal edildiği için mi?…

Kürt halkını Türk halkıyla bir arada tutacak esas unsur olan “İslam kardeşliği” yok edilirse, bu iki halk nasıl bir arada duracak?

Madem bu noktaya geldik, o halde şu suale de cevap bulmamız lazım: Kürt halkı PKK’ya niçin bağlı hale geliyor?

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin: Rejimin uygulamaları neticesinde T.C. ile “gönül bağı” kalmayan Kürtler, bir de kendilerine “ayrımcılık” yapıldığı, haklarının ihlal edildiği, baskı ve zulme maruz kaldıkları kanaatini yüreklerinde pekiştirmişlerse, buna son vereceğini iddia eden ve kendi içlerinden birileri tarafından yürütülen bir akıma kapılmazlar mı? Bu sonuca rejim bizzat sebep olmuş olmaz mı? Eğer eğitim sistemini “dinden uzak bir nesil” yetiştirme üzerine kurmuşsanız, dini duygulara yabancı olarak yetişmiş Kürt nesli, bir de “milliyetçilik” akımına kapılmışsa, bir de “ayrılık”ı içselleştirmişse, fanatik duygularının tercümanı olan PKK’dan başka hangi kapıya gider sanıyorsunuz? Haklarının gasbedildiği, baskı ve zulüm gördüğü, fakr-u zaruret içinde yaşamaya mahkûm edildiği, ayrımcılık yapıldığı, ötekileştirildiği kanısına varan Kürt genci, “din kardeşliği” kimliğinden de uzaklaştırıldığı için, “milliyetçilik” akımına ve “ayrılık ateşi”ne de kapıldığı için, bu sorunlarının çözümünü “bağımsızlık”ta aramaz mı? Aradığı bağımsızlık idealini temsil eden de PKK ise, kendini terör örgütünün kollarına teslim etmez mi? Kalpler “din duyguları”ndan koparılınca, artık o gencin hangi limana yanaşacağını kestiremezsiniz ve bu liman, genellikle “korsan limanlar” olur, değil mi?

Peki ne olacak bu durumda? Başa dönelim isterseniz. O halde Laik-Kemalist rejimden vazgeçip Şeriat ilan edeceksiniz! Çünkü, müslüman Kürt halkının “özgürlük” isteğinin “milliyetçi ayrılık”tan alınarak kanalize edileceği İslam’dan başka bir ideal, Şeriat’tan başka bir hukuk gösteremezsiniz!

Bir başka husus da, sorunun çözümünde kiminle görüşüleceği, görüşme masasına kimlerin oturacağı. Bu noktada, artık iyice anlaşıldı ki, çözüme giden yolda sadece “mücadele” ile değil, yanında “müzakere”yle de, sadece “çatışma” ile değil, yanında “diyalog”la da, sadece “resmi bakış”la değil, yanında “sivil düşünüş”le de, sadece “bencillik”le değil, yanında “empati”yle de… yürünmesi gerekiyor. Gerçi “devlet aklı”nın bunu anlaması için -yaklaşık- 30 yılın geçmesi, 40 bin insanın ölmesi gerekti, ama olsun. Anlışıldı ya…

Probleme bu zamana kadar “yok edene kadar çatışma” mantığıyla yaklaşıldı. Üstelik bu yaklaşıma, esasında “İslam Ümmeti”nin birliğine vurgu yapması gereken “dindar kesim” de “bilinçsiz”ce destek vererek, “dini kisve”yle süslenmiş “neo-ulusalcı” bir yaklaşıma saptı. “Terör örgütü”ne karşı durulurken “akl-ı selim” ve “adalet” hudutları aşıldı; bütün Kürtler hedef tahtasına oturtulup “karşı taraf” hanesine yazıldı. Hal böyle olunca, “müslüman Kürt halkı” ister istemez her geçen gün terör örgütünün kucağına itilmiş, adeta iteklenmiş oldu. Terör örgütünün “ayrılma”ya ve “ayrışma”ya dayalı talepleriyle müslüman Kürt halkının “İslami kimlikten kaynaklanan doğal talepler”i bir tutularak, Türklerin gönlünde “Kürtlerden nefret psikolojisi”nin yerleşmesine zemin hazırlandı. “Oyun”a gelindi, “şovenist duygular”ın “Ümmet bilinci”ne galip gelmesine göz yumuldu.

Şimdi tutulan yol tıkanıp yordam işlevsiz kalınca, yeni bir yol ve yordama; “çatışma”dan “görüşme”ye, “mücadele”den “müzakere”ye geçiş için arayışlar başladı. İyi de edildi; ancak “doğrular”ın bir türlü tutturulamaması, bu sefer de başka bir “hata”nın kapısının çalınması söz konusu. Zira bir süredir, “sorunun çözümünde kimin muhatap alınacağı”na kafa yoruluyor. Bu kapsamda üzerinde durulan, terör örgütü ve uzantıları… İşte hata burada.

Niye mi? Çünkü, müslüman Kürtler sorunun çözümünde devre dışı bırakılıyor, muhatap alınmıyor. Bu, Kürt halkının gerçek temsilcilerinin devre dışı bırakılması ve sorunun esasında çözülememesi anlamına gelmez mi? Oysa, “İslami duyarlılığa sahip Kürt kuruluşları”nın da sorunun çözümünde muhatap alınması gerekirdi.

Hadi “Kemalist milliyetçilik”le biçimlenmiş “devlet aklı” bunu göremiyor… Ya “ümmet bilinci”yle mükellef müslümanlara ne oluyor da tam da İslam’ın zıddına olarak, “Kürt” denince bunun “müslüman”ını düşünemeyecek kadar “şovenist-ırkçı” bir düşünceye kapılma gafletini gösterebiliyorlar? Kürtler’in, bir yerde “Selaheddin Eyyubi’nin torunları” olduğu neden gözden ırak tutuluyor? Gözden ırak tutulan Kürtlere, gönülden de ırak tutularak, neden adeta “PKK’ya yaklaşmaktan başka bir seçenek” bırakılmıyor?

Hükümet, eğer gerçekten birileriyle masaya oturacaksa bu, emperyalist güçlerin tetikçiliğini yapan ve hiçbir zaman “müslüman Kürt halkı”nı temsil etme yeteneğini, yeterliliğini ve niteliğini taşımamış olan “ırkçı-Zerdüşt-ayrışmacı” terör örgütü değil, fiili durumdan dolayı PKK ile görüşse de, aynı zamanda “müslüman Kürt halkı”nın gerçek temsilcileri olan sivil toplum kuruluşları ve cemaatler ile de görüşmelidir.

Eğer bu yapılmaz da iki halk arasındaki asıl “ortak kaynaşma noktası” olan “İslam” devre dışı bırakılırsa, Kürt ve Türk halkları arasında “ipler kopacak”; böylece müslüman Türkler “Kemalist şovenizm”in, müslüman Kürtler “Apoist şovenizm”in kurbanları olarak süreç dışına itilecekler ve maalesef “ayrışma” gerçekleşecektir.

Bir başka husus, Devlet Kürt siyasetinde bir yanlıştan dönerken, yeni bir yanlışı kendi eliyle bina ediyor ve bunu da Hükümet eliyle yapıyor. Bu da demek oluyor ki, bu gidişle “Kürt sorunu”nun çözüleceği yok. Şöyle ki:

“Kürt sorunu”nu sadece “ırki bakımdan asimilasyon”dan ibaret sayıp, “Kürt kimliği”nin tanınmasıyla “çözüleceği varsayımı” üzerinden hareketle çözmeye çalışmak, aslında meseleyi çözmek değil, “müslüman Kürt halkı”nı, İslam karşıtı ve ırkçı “Kürt ayrılmacılığı”nı savunan “dinsiz Kürt şovenistleri”ne teslim etmekten başka bir sonucu doğurmayacaktır.

Evet, elbette kanın durması için, “devlet teröristle görüşmez saçmalığı”ndan vazgeçilmeli. Ancak bu yapılırken Kürt halkının sadece “ırki bakımdan Kürt” olduğunun tanınmasıyla yetinilmesi, “müslüman Kürt kimliği”nin tanınmaması ve buna uygun zeminin hazırlanmaması, bir yanlıştan dönerken öbür yanlışı inşa etmekten başka bir anlama gelmez. O halde makul yaklaşım, kanaatimce şudur:

Kürt sorununun çözümü için, görüşme masasında bulunacak taraflar sadece “Devlet” ile “dinsiz-şovenist PKK ve yandaşları” olamaz. O masaya asıl oturması gerekenler, “müslüman Kürt toplumu”nun gerçek temsilcileri olan “İslami cemaatler”, “müslüman kanaat önderleri” ve müslüman Kürtleri temsil eden kurum ve kuruluşların temsilcileridir. PKK ve yandaşları ise, “fiili durum” münasebetiyle masada yerini alabilir.

Böylece “Laik-Kemalist rejim”in oluşturduğu “Kürt sorunu”, “doğru taraflar”la birlikte ele alınır, “rejimin dönüştürülmesi” ile sağlam zemine oturtulup Türk ve Kürt toplumlarının “İslami kimlik” ekseninde birlikteliği sağlanırsa, çözüme kavuşturulabilir. Aksi taktirde bir yanlıştan öbür yanlışa dönülmüş olur. O halde Devlet, sadece PKK’yı değil, müslüman Kürt halkının gerçek temsilcilerini muhatap almalıdır.

Bu hususta dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da, İsrail’in Kürt nüfusun yaşadığı bölgelere olan ilgisinin, çözüm sürecini takiben birden bire artması karşısında tedbir alınması.

Şimdi Türkiye’den silahlarıyla çıkan PKK’lılar, Kuzey Suriye’de fiilen kurulan otonom bölgede konuşlanıyorlar. Kuzey Irak’ta zaten adı konulmamış bağımsız Kürdistan kuruldu. Bu iki bölgeyi, İran’ın Kuzeybatısını da kopararak Türkiye’nin özerk Güneydoğusu ile birleştirip İsrail-ABD ikilisinin kontrolüne verdiğinizde, alın size siyonistlerin Arz-ı Mev’ud hayalinin gerçeğe dönüşmesi…

Bakınız, Mavi Marmara olayı ile köprüleri atan İsrail ile Türkiye arasındaki köprüler yeniden, çok da hızlı biçimde kuruldu. Kurulur kurulmaz da İsrail Türkiye’deki faaliyetlerini hızlandırdı. İsrail’in Türkiye’den -öylesine- özür dilemesi ile PKK’nın çekilme sürecinin eşzamanlı olması tesadüf mü yani?

Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu için “eyalet gibi yerel yönetimler”e geçişe razı edilmesi, Türkiye’den çekilen PKK’nın Kuzey Suriye’ye konuşlanması, Barzani’nin Kuzey Irak’ta bağımsızlığı garantilemesi, Kuzeybatı İran’daki Kürt varlığının İran’a yapılacak operasyon için turuva atı olarak hazırlanacağının ve Kuzey Suriye’de Kuzey Irak tarzı Kürt otonomisine geçileceğinin belirginleşmesi, İsrail’in birden bire Türkiye-Suriye sınır bölgesini ve Harran Ovası’nı da geçip, Diyarbakır’a kadar ilgi alanını genişletmesi, PKK’nın Gülen cemaatine sataşarak meşruiyet kazanmaya çalışması, Suriye’nin güneyindeki “suni devlet” Ürdün’ün devreye alınması gibi gelişmeler, “Türkiye’nin güneyinde ciddi bir reorganizasyon”un açık işaretleri değil mi?

Bu reorganizasyonda Kürtlere başrol verileceği besbelli. Kuzey Irak tamam, Türkiye yola geldi, şimdi sıra Kuzey Suriye ve Kuzeybatı İran’da. Türkiye’nin PKK ile barışının bu stratejiye göre tertip edildiğini Aysel Tuğluk şöyle itiraf ediyor: “PKK Suriye’de kısa sürede silahlı, İran’da yakında silahlı olacak!”

Biliyorsunuz İsrail’in Türkiye’nin güneyi ile ilgisi eskiye dayanır. İsrail, 1960-70’lerde İran Şahıyla işbirliği yaparak, Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin lideri Molla Mustafa Barzani’ye yardım etmişti. Bugün de oğul Barzani ile israil arasında milyarlarca dolarlık silah anlaşması yapıldığı söyleniyor. İsrail ve ABD’den güç alan Barzani’nin, bir yandan Türkiye’ye gülücükler yağdırırken, bir yandan da PKK’yı barındırıp beslediğini zaten biliyorsunuz. Türkiye’ye karşı kullanılan PKK’nın İsrail tarafından bizzat desteklendiğine, özellikle Türkiye-İsrail ilişkilerinin gergin olduğu son birkaç yıl içinde iyice derinleştiğine dair hiçbir kuşku yok.

Bütün bunların üzerine, İsrail’de yayımlanan Yedioth Ahronoth Gazetesi’nde yayımlanan bir makaledeki şu ifadeleri de ekleyin:

“PKK’nın Silvan’da 13 askeri öldürdüğü 14 Temmuz günü, DTK 850 delegesiyle toplandığı Diyarbakır’da özerklik ilan etti. Aynı gün Suriye’de 12 Kürt partisi ortak bir karar alıp Suriye yönetiminden özerklik talebinde bulundu. Suriye, Irak, İran ve Türkiye’deki muhtelif Kürt unsurlar, yavaş yavaş büyük bir devlet olmak için birbirleriyle bağlantı kuruyorlar. Kurulacak Kürt devleti Güney Sudan gibi, İsrail’in yakın müttefiki olacaktır…. Göreceksiniz, İsrail düşmanı 4 devlet (Türkiye, İran, Suriye ve Irak), İsrail dostu bir Kürt devletini doğurmak için parçalanmak zorunda kalacak.”

Şimdi İsrail, bu idealinin altyapısını oluşturmak için Türkiye’yle “barış politikası”na geçti, bölgede zemin etüdü için Diyarbakır’a heyet gönderdi. GAP bölgesinde toprak satın almak istediklerini biliyoruz. Bunların altyapısına malzeme olması için, İsrail’de 130 bin kadar Kürt Yahudisi bulunduğuna dair açıklamalar yapılmaya başlandı. 49 yıllığına kullanmak üzere Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi işi de neredeyse İsrail’e verilecekti. İsrail, Suriye’ye doğrudan müdahale ederek, Kuzey Suriye’deki Kürtlerin işini de kolaylaştırıyor.

Bütün bunların, “Siyonistlerin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin büyük bir kısmını da içine alan Arz-ı Mev’ud idealinin gerçekleşmesine yönelik çalışmalar”ın parçası olduğunu anlamak için kafa yormaya gerek yok sanırım. Barış sürecine karşı çıkmıyoruz da, bu sürecin, bölünmeye ve İsrail’in genişleme siyasetine payanda olmasına karşı çıkıyoruz.

Hülâsa; müslümanlar uyanık olmalı ve duyarlılıklarını Laik-Kemalist rejimin reflekslerine göre değil, “müslümanca duruş”a göre göstermeli.


PKK’nın silah bırakması uzun vadede özerklikle başlayan ve bölünmeyle sonuçlanan bir sona doğru gidişin başlangıcı mıdır? PKK ve Kürt siyasî hareketinin böyle bir niyeti varsa bunu Hükümetin görmüyor olması mümkün müdür?

Aslında, bir önceki soruda buna dair düşüncelerimi beyan etmiştim. Sürecin önce hakları elde etme, ardından güçlü yerel yönetimlerin kurulması, sonra özerklik, ardından federasyon, ileriki aşamada Kürt-Türk konfedarasyonu ve nihayetinde Bağımsız Birleşik Büyük Kürdistan’a doğru gittiğini görmemek için kör olmak gerekir.

PKK ve Kürt siyasetinin nihai amacının bölünmeye giden yolda yeni bir kazanım elde etmek olduğundan kuşku duyulmamalı. Zaten bu sebeple, “Barış Süreci”ni “İhanet Süreci” olarak yorumlayanların sayısı azımsanamayacak oranda.

Hükümetin bunu görmüyor olması mümkün değil. Görüyor da niçin tedbir alınmıyor derseniz, ben bunu iktidar olanların bölge üzerindeki geleceğe dair stratejilerde muktedir olamamasına bağlıyorum. Niyetleri iyi olabilir, ama hem bölgeye, hem dış ilişkilere hakim olamadılar ve bu hususta bağımsız politika üretip takip etmeye muktedir olamadılar. Yoksa, sürecin doğrudan bölünmeye gittiğini görememeleri mümkün değil.

Ancak öyle bir cendere içine girmişler ki, kendilerine dayatılana razı olmaktan başka çareleri yok gibi gözüküyor ve ülke, göz göre göre bölünmeye doğru gidiyor. Çünkü az önce de söylemiştim, rejimi dönüştürüp Kürt-Türk kardeşliğinin ortak paydası olan İslam’a yaslamadıkça bu sürecin sonu bölünmeden başka bir kapıya çıkmayacaktır. Er, ya da geç…

AKP’nin dış politikada komşularıyla sıfır sorun vizyonundan ayrılıp gerek Irak, gerek Suriye ve gerekse İran ile olsun gerginlikleri, İsrail ile yaşanılan sıkıntı Türkiye’nin bölgesel bir güç olma mücadelesi midir, yoksa bazı güçlerin güdümlü siyasetinin bir uzantısı mıdır?

AKP’nin dış politikasını üreten, Dışişleri Bakanı Davutoğlu. Davutoğlu “komşularla sıfır sorun” politikasından vazgeçmiş değil. Bu duumda Türkiye ile güney komşuları arasındaki gerginliklerin, sıfır sorun politikasından vazgeçilmiş olmaktan kaynaklandığını söyleyemeyiz.

Yaşananlara bakıp da bu politikanın başarısızlığını iddia etmek de doğru değil.  Çünkü bölgede yaşananlar “sıfır sorun politikası”nın bir ürünü değil ki başarısızlık olsun. Ancak sıfır sorun politikasının gereği olarak sorunların sıfırlanamadığı, yani politikanın amacının gerçekleşemediği de ayrı bir gerçek. Ama gerçekleşememiş olması, esas itibariyle bunun doğru bir politika olmadığını da göstermez. Sen idealini belirler, porojeni hazırayıp uygulamaya koyarsın, ama şartlar namüsait ise buna yapacak bir şey yoktur.

Türkiye’nin, İsrail, İran ve Suriye olan gerginliğinin asıl sebebinin, bölgesel güç olma iddiasına bağlanmasını da doğru bulmuyorum. Yani Türkiye, bölgesel güç olmak istediği için güney komşularıyla ve İsrail ile gerginlik politikası izliyor değil. Bu, bölge gerçekleri karşısında Türkiye’nin, Lozan ile kendine verilen etrafına karışmama, ilgisiz kalma şartını aşmasından kaynaklanan, bölgedeki gelişmelere duyarsız kalmamasından kaynaklanan gerginlikler.

Suriye ile neredeyse sınır geçişlerinde kimlik kontrolünü yeter bulacak kadar; Lübnan ve Suriye ile de gümrük birliği kuracak kadar yakınlaşan Türkiye’nin, birden bire Suriye ile gerginlik yaşamasının sebebini, Türkiye’nin politika değişikliğine bağlamak insaflı bir yaklaşım olamaz. Suriye yönetiminin, kendi halkını katletmeye başlaması karşısında, Türkiye’nin buna duyarsız kalmak istememesi ile gerginlik başladı. İran da Suriye’ye destek verdiğinden, haliyle Türkiye ile aralarında Limoni bir hal oluştu. İsrail meselesi ise, yine Türkiye’nin, Filistinlilere yapılan zulüm ve Mavi Marmara saldırısı karşısında daha fazla seyirci kalmak istememesiyle gelişen bir durum.

Bütün bunların, bölgesel güç olma iddiasını da taşıyan Türkiye’nin, bu iddiasına uygun olarak müdahil olma, gereken çıkışları yapma politikasının da bir ürünü olduğu muhakkak. Ancak bu, Türkiye’nin kurgulayarak, örgüleyerek, manipüle ederek çıkarlarını gerçekleştirmek için takip ettiği bir politikanın ürünü değil.

Bu hususu şöyle açıklayayım. ABD Irak’a ve Ortadoğu’ya girmek, askeri üs kurmak istiyordu, ama bunun için bir bahane arıyordu. Aradığı bahane, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme isteğiyle oluştu. Saddam Kuveyt’i işgal etme isteğini ABD’ye bildirince, ABD buna karışmayacağı izlenimini uyandırarak Saddam’ı yüreklendirdi, manipüle etti. Oysa niyeti başkaydı. Saddam Kuveyt’i işgal edince de bunu bahane ederek, güya Kuveyt’in özgürlüğü için Ortadoğu’ya asker yığdı. Şimdi ABD Kuveyt’i ileri karakolu olarak kullanmakta. Irak işgali için de Kuveyt önemli bir askeri üs olarak işlev gördü.

İşte Türkiye’nin Suriye veya İsrail ile olan gerginliği, takip ettiği bir politikayı icra etmek için aradığı bahaneyi kurgulamak suretiyle yaptığı bir stratejik hamle değil. Türkiye, Suriye meselesini de, İsrail meselesini de kucağında buldu.

Bunun anlamı şu. Evet, Türkiye eskisi gibi defansif politika izlemiyor, ama ofansif ataklarını da kendisi tayin edip hamle yapmıyor. Birileri ayağına topu atıyor ve ona ilerleyeceği kulvarı açıyor, Türkiye o kulvarda kendi inisiytifiyle ilerliyor. Ancak kulvar açanlar, Türkiye’nin durmasını istediği noktada önüne bir defans koyduklarından, orada kalakalıyor ve ne yapacağını bilemez bir halde bocalayıp duruyor. Çıkış için ise kendisine pas verenlerin el uzatmasını bekler hale geliyor, çıkışı dış destekte arıyor.

İşte bugün Suriye ve İsrail ile olan ilişkilerde Türkiye’nin geldiği nokta bu. Kendi orijinal politikasını üretip takip etse, nereye kadar gideceğini de, nerede duracağını da, ne zaman hangi hamleyi yapacağını da belirleyebilirdi. Ama şu anda tam bir çıkmaza girmiş durumda.

Ortadoğu’nun devrimlerle sarsıldığı bir süreçte Türkiye’nin model ülke olarak gösterilmesi ve ağabeyliğe soyunmasının müslümanlar açısından değeri nedir?

İslam’dan başka bir modele özeniyor olmak itikaden sakattır. Türkiye’nin model olması eğer Kemalist-Laik çizgisiyle ve sistemiyle ise, bunu desteklemek mümkün değil. Eğer Türkiye “İslamlaşarak” model olacaksa, bunun sevindirici tarafı modelin Türkiye olmasından değil, İslam olmasından dolayı olur.

Ancak, Türkiye’nin nasıl bir model olabileceğinin işaretlerini, Başbakan Mısır, Libya ve Tunus ziyaretlerinde gösterdi. “Laik müslümanlık” modeli… Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanlarından olması da modelliğin mahiyetine dair ipuçları veriyor. Müslümanlara kimi siyasal ve sosyal hakların verildiği gevşetilmiş bir Laik yapı içinde, devletin İslam’a göre yönetilmediği, ama halkın dindarlığına da karışılmayan bir model bu.

Elbette böyle bir şey, müslümanın fit olacağı bir pazarlık olamaz. Esasen, saf İslam Şeriatına dayanmayan hiçbir model üzerinde müslümanlar pazarlık yapamaz. Pazarlık ancak, İslam hakim olduktan sonra, gayriislami unsurların durumunun ne olacağı üzerindeki İslam hukukuna göre olacak belirleme-tesbit şeklinde olabilir ve bunun nihai karar noktası da Kur’an ve Sünnnet’tir.

Anak maalesef Türkiye, İslam’a göre değil, işte mevcut Kemalizm ile bezenmiş Demokratik-Laik sisteminin üzerine biraz İslami motifler giydirilerek model olarak sunulmak isteniyor. Nitekim Erdoğan, Mısar, Libya ve Tunus gezilerinde bunun nasıl bir modellik olacağını açıkça söylemişti. İşte, o gezilerde Erdoğan’ın verdiği mesaj:

“Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”

İşte bu noktada, “Türkiye İslam ülkeleri için neyin modeli olabilir?” sualini cevaplamamız gerekiyor. Zira Erdoğan’ın Laiklik vurgusuna rağmen Ezher Üniversitesi Şeyhi Ahmed et-Tayyib, Türkiye hakkındaki değerlendirmesinde şu üç hususa vurgu yaptı:


“1- Türkiye İslam ülkeleri için iyi bir model. 2- Türkiye bölgede olumlu ve birleştirici bir rol üstlendi. 3- Türkiye’nin tecrübesinden istifade edilmeli.”

Bu kanaat, yıkılmasından önce “İslami otorite”nin temsilcisi ve “Hilafet Merkezi” olan Türkiye’nin, oralardan nasıl göründüğüne işaret etmesi bakımından önemli. Daha önce Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir ile yaptığım görüşmede de benzer bakış açısı dikkatimi çekmişti; el-Beşir, Türkiye’yi Hilafet Merkezi olarak gördüklerini söylemişti. Ezher gibi meşhur İslami ilimler üniversitesinin hocasının Türkiye’yi İslam ülkeleri için “model” olarak görmesi daha da dikkat çekici.

Ancak, oradan öyle görünüyor da olsa, buradan bakınca manzara daha başka. Zira Hilafet sonrası kurulan Türkiye; İslam ümmetinin birlik ve beraberliğinin, siyasi, sosyal, idari ve hukuki varlığının timsali olan Hilafet’i yıkmış; “ulusalcılık” ve “milliyetçilik” ile “ümmet” anlayışını yok ederek İslam ümmetini parçalamış. Kendi içindeki sosyal kümeler ve farklı unsurlar arasında bile barış ve huzuru, birlik ve beraberliği sağlayamamış. Bu haliyle Türkiye’nin neyi olumlu, nasıl “birleştirici rol” üstlenecek?

Kur’an hükümlerini ve Rasulullah’ın Sünnetini hayatı düzenleyici amir hükümler olmaktan çıkarmış. “Laiklik”i devletin, rejimin ana unsuru yaparak, İslam’ı devlet ve toplum hayatından çıkarıp atmış. Dini bireyin vicdanına hapsetmiş. Sosyal yapıyı zorla değiştirerek Laik-Liberal Batı tarzına dönüştürmüş. İslam kültürünü ve İslami hayat tarzını imha etmiş. İslam hukukunu yürürlükten kaldırarak Batı’nın İslam’a aykırı yasalarını tercüme edip hukuki sistemi buna göre düzenlemiş. İslami mahkemeleri kaldırıp yerine İslam’a aykırı yasalarla hükmeden mahkemeler kurmuş. Bu haliyle nasıl bir nitelikte, hangi “model”in örneği olacak?

İslami eğitim-öğretim kurumlarını kaldırmış; eğitim-öğretimde İslami bakış açısını iptal ederek yerine İslam’a aykırı bir sistem getirmiş; dil ve alfabeyi bile değiştirerek, toplumu tarihi ve kültürel köklerinden, İslami bağlarından zorla koparmış; müslümanların vakıf varlıklarını talan etmiş; cami, medrese, çeşme, mezarlık, arazi, külliye, tekke ve zaviye… demeden el koyup satmış, yıkmış, kapatmış, amacı dışında kullanmış bir Türkiye mi model olacak?

Bugün Türkiye’de;

“Allah’ın egemenliği” düşüncesini yerle bir ederek “insanın egemenliği”ne dayalı bir rejim var. Devlet yönetimi dine bağlı olmaktan çıkarılmış, bilakis din, devletin kontrolünde. İslami nikâh yasak, ailenin İslam’a göre kurulması sözkonusu değil. Kadınlar sosyal ve iktisadi hayata İslam’ın izin vermediği ölçülerde, tesettür ve İslami ahlâk kuralları gözetilmeksizin dahil edilmiş. Din bireyin vicdanında hapis. İslam’ın hükümleri hayattan uzaklaştırılmış. İbadet ve inanç özgürlüğü, inancını yaşama hürriyeti yok. Tesettür yasak. İçki, kumar, zina gibi her türlü fısk-ı fücur serbest. Devlet kumardan, içkiden, zinadan vergilendirmek suretiyle para kazanıyor. Hakkı batıla karıştırmak, İslam anlayışını yozlaştırmak, Kur’an’a muhalefet etmek, Sünnet’in zıddına yaşamak devlet eliyle; yasalarla, eğitim-öğretim müfredatıyla, basın-yayın yoluyla öğütleniyor, teşvik ediliyor; yer yer de bireyler ve sosyal kümeler buna zorlanıyor. Allah “tağuta itatten kaçınma”yı emrediyor, Türkiye’de hayatı biçimlendiren hükümler tağuti. Allah “Tevhid”e çağırıyor, Türkiye’de “şirk”in her çeşidi hayatın her alanına egemen. Ekonomide İslam’ın yasakladığı ne varsa serbest; faizsiz iktisadi hayat yok. Devleti İslam’a göre yönetmek yasak ve suç!

İslam ülkelerine gösterilen model bu mu yani?

Türkiye, “İslam anlayışı”nı, kafalardaki “İslam algısı”nı yozlaştırmada, İslam’ı hayattan uzaklaştırmada çok tecrübeli. İslam alimlerini, Şeriat’ın devamından yana olanları asarak yok etmede çok tecrübeli. Önce ümmet birliğini, ardından da ırkçı yaklaşımla ülke içindeki birlik ve beraberliği parçalamada çok tecrübeli. İslam’dan uzaklaşarak toplumu ve devleti Batı sisteminin edilgin bir parçası haline getirmede çok tecrübeli. Vs. vs…

İslam ülkelerinin ihtiyaç duyacağı tecrübe  bu mu?

Türkiye, Kemalist ideolojisiyle mi, Laiklik sistemiyle mi, İslam’a muhalif rejimiyle mi, liberal-kapitalist yapısıyla mı model olacak? Faizle mi, zinayla mı, içkiyle mi, kumarla mı, İslam’a aykırılıkla mı, Kur’an’a muhalefetle mi, Sünnet’in terkiyle mi, dinin iptaliyle mi, hayatın dünyevileştirilmesiyle mi?… Neyle model olacak?

Doğrusunu isterseniz ben, Türkiye’nin İslam coğrafyasına model ülke olarak pazarlanmasını Türk politikacıların bir projesi olarak görmüyorum. Bu, Türk politikacıları bu işe ikna eden küresel egemen güçlerin ve derin yapıların, yeni bir kontrol mekanizmasını devreye sokma stratejilerinin ürünü. Yani Türkiye, bu modelliğe kendi kararıyla değil, başkalarının iteklemesiyle soyunmuş oluyor.

Gerçi bu konuda, Türkiye’yi bu role zorlayan sebepleri de sorgulamak gerekir, ancak içteki derin yapıların tasfiyesi karşılığında bu rolü üstlenme mecburiyeti ve ekonomik bağımlılık karşısında çöküşün önlenmesi sözleri alınmış olabilir ve bu angajmanla bu rol üstlenilmiş olabilir. Yani yine, yetkilileri ihanetle suçlamaktan ziyade hüsn-ü zan edip mecbur bırakıldıklarını varsaymak istiyorum.  Ama bu, hakikatleri değiştirmiyor.

Erdoğan, daha 27 Mayıs 2004’te konuya ilişkin olarak şunları söylüyordu: “Türkiye Örnek Ülke olacaktır. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Örnek Ülke olmak bizi küçültmez, aksine büyütur. G-8 zirvesinde ağırlıklı olarak Ortadoğu ele alınacak.”

Dikkat edin, Türkiye’ye biçilen bu rolün, G-8 zirvesinde dikte edileceğinin işareti verilmiş oluyordu. Demek ki, aslında Türkiye’nin “Model Ülke” olarak yeniden dizayn edileceği önceden belliydi. Bu, küresel egemen güçler tarafından tasarlanmış ve planlanmıştı. Örneğin, ClA’nın Ortadoğu Masası eski şeflerinden, Graham Fuller, Foreign Affairs dergisinin Mart-Nisan 2002 tarihli sayısında şunları yazıyordu:

“Türkiye kesinlikle bir model haline gelmektedir. Çünkü, Türk Demokrasisi katı devlet ideolojisini yıkmakta ve gönülsüz de olsa, ülkenin gelişmekte olan demokratik ruhu ve kamuoyunun önemli bir kısmı geleneği yansıtan İslami hareket ve partilerin doğuşuna izin vermektedir.”

Fuller, bir de kehanette bulunarak, AKP’nin iktidara gelişini de haber veriyordu. Ona göre Türkiye, AKP sayesinde “model” olacaktı. Bu sadece bazı stratejistlere ait değil, ABD’nin hemen bütün politika yapıcıları ve emperyal vizyonlu entellektüellerine ait bir yaklaşımdır. Örneğin, ünlü “Medeniyetler Çatışması” teorisinin mimarı Samuel P. Huntington, El-İttihad gazetesine verdiği bir demecinde şöyle diyor: “Müslümanlarda Avrupa kültürü yoktur. Türkiye için en iyi yol, İslam dünyasına dönmektir. Güçlü ordusu ve demokratik rejimi, Türkiye’yi İslam dünyasının liderliğine aday yapmaktadır.”

Demek ki AKP üzerinden yürütülen bir küresel siyaset var ve AKP, belirli angajmanlarla bu siyaseti izlemeye mecbur bırakılmış gibi.


Ortadoğu’daki çatışmalarda Müslümanlar iki tavır takınmıştır: Birincisi; oralarda yıllarca süren diktatörlükler vardır ve bu zulmün son bulması için halkların ayaklanması desteklenmelidir ve bu ayaklanmalar bir intifadadır. İkincisi; bu ayaklanmalar daha çok sosyal paylaşım siteleri aracılığı ile oluşturulmuş halkın galeyana getirildiği ve bireylerin toptan açık Pazar haline getirilmek istendiği post modern düşüncenin süreci kaşımasıdır diye değerlendirmektedir. İkinci grup ayaklanmaların temelini islam oluşturmuyor demekte ve süreci Müslümanların kontrol edemediğini iddia etmektedir. Hatta Gannuşi’nin Nahda hareketinin geldiği nokta ve söylevlerde ikinci grubu doğrular niteliktedir. Sizce Ortadoğu devrimleri nasıl okunmalıdır?

Ben, Arap devrimlerinin, öyle iddia edildiği gibi sosyal paylaşım sitelerindeki çağrılarla başlayıp yönlendirildiğine ve başarıya ulaştığına inanmıyor, hatta bunu komik ve saçma buluyorum. Sosyal paylaşım setelerinde, bu hareketlerle ilgili olarak bir yönlendirme, destek, organizasyon çalışmaları elbette yapılmış olabilir. Ancak bunlar, süreç başladıktan sonra ya destek, ya da manipülasyon amacıyla yapılan ek veya yardımcı faaliyetlerden ibarettir. Devrim süreçleri, tamamen kendiliğinden gelişmiş bir halk hareketidir ve zaten esas başarının elde edilememesi de bu yüzdendir.

Çünkü, belirli bir örgütlülüğe, organizasyona, yönetime, önderliğe sahip olmadan, belirli bir stratejiyle, bir plân-program dahilinde başlatılıp yürütülmeden başlayan bu kitlesel ayaklanmalar, kısa sürede çığ gibi büyüyüp yönetimleri alaşağı etmiş, ama organizesiz, plânsız, hazırlıksız, yönetici elitinden yoksun olarak yapıldıkları için de yönetimi devirdikten sonra ne yapacağını bilememenin şaşkınlığını yaşamıştır. Bu, küresel güçlerin örgütlülüğü ve olası durumlara karşı strateji hazırlıkları, devrimlerin sonucunu kendi çıkarlarına olacak şekilde kontrol edebilmelerine yol açan en büyük amildir.

İşte Tunus’ta görünen odur. Yıllardır İngiltere’nin kucağında başlangıçtaki duşünceleri törpülenip biçimlendirilmiş olarak yetiştirilen, ama Tunus müslümanları üzerindeki eski intibaının kredisiyle tercih edilen Gannuşi’nin geldiği noktayı görüyoruz. Ya da, devrime tamamen hazırlıksız yakalanan, böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmediği için hiçbir kadro ve sistem hazırlığı yapmamış olan İhvan, Mısır’daki yönetim değişikliğinde, eski kredisine dayanarak iktidara geldiği halde, Mısır’ın yapısını eskisinden farklı hale getirememiştir. Kaddafi’yi devirmek için ölçüsüz ve bol angajmanlı Batı desteğini alan Libyalılar, kendi iç örgütlenmelerinden ve önderliklerinden yoksun bulunduklarından, yönetimi o güne kadar ABD veya diğer Batı ülkelerinin kucağında yetiştirilmiş olan şahıslara teslim etmek durumunda kalmışlardır.

Hülasa; Arap ayaklanmaları tamamen halk ayaklanmalarıdır, intifadadır. Bunun sosyal paylaşım setelerindeki mesajlarla alakası yoktur. Ancak organizeli ve önderlikten yoksun olduğu için, küresel güçler devrimlerin sonucunu kendi emellerine hizmet edecek yönetime bağlamayı önemli ölçüde becerebilmişlerdir; çünkü onlar organizelidir, strateji ve hazırlık sahibidir.

Nitekim ABD, zaten küresel hakimiyet için gerekli gördüğü stratejilerini hazırlamakta, gereken zamanda gereken yerde devreye sokacağı kadrolarla iletişimini sürdürmekteydi. ABD’nin “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ve projenin en önemli siyasal etabı olan Büyük veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (BOP/GOP) diye isimlendirilen stratejik planlamadan haberdar olmayan yoktur. ABD’nin, BOP/GOP’u, yeryüzünün en zengin enerji havzalarına sahip Ortadoğu ve Hazar bölgesini denetim altına almak için geliştirdiğini de biliyor olmalısınız. Bunun en önemli boyutunu ise “Ilımlı İslam” stratejisinin oluşturduğunu daha önce de söylemiştim.

İşte bu BOP/GOP ve Ilımlı İslam siyaseti, İslam coğrafyasında ABD işgalinin toplumsal ve siyasal tepkiyle karşılaşmaması için geliştirilen bir projedir. Bu örgütlü proje, Arap devrimlerinin sonunda, organizesiz ve önderlikten yoksun kiteleri arkasına almayı başaracak kadroları devreye sürmeyi önemli ölçüde başarmış görünüyor.

Müslümanların hatası ise, her zaman olduğu gibi örgütsüzlük, önderliksizlik, vahdetsizlik, plânsızlık, stratejisizlik ve kitlesel akıntıyı yönlendirme becerisinden yoksunluktur.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.

Ben teşekkür ederim.


Not :
 Bu röportaj sayın Köse ile, “Gezi parkı” olaylarından önce yapılmıştır.