Gazze.. göz aydınlığımız, yüz akımız, şerefli direnişin, dirilişin muştusu. Her an gündem etmeye, unutmamaya, hatırlatmaya, diri tutmaya gayret ettiğimiz davamız. Hak ile batılın aşikar hale geldiği yer. Ne kadar konuşsak, yazsak az kalır. Hangi amelimiz; orada direnen, orayı terketmeyen, şehit düşen, kadın, çocuk, genç, ihtiyarın, mücahidinkine eş değerdir? Bari burada dilimizin döndüğü kadar, elimizin erdiği kadar anlatmaya gayret ediyoruz mazeretimiz olsun diye.. Bu vesileyle Mücahit Gültekin’le bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisi direnişin ilk gününden bu yana her yerde, her platformda, akademya da desteğini, fikrini dile getirmektedir. Yoğun olmasına rağmen bize vakit ayırıp sorularımızı cevapladığı için teşekkür ediyoruz.
Venhar
Hocam aslında sizinle farklı bir söyleşi yapmayı, üstümüze kondurmadan sorular sorup cevaplar alalım diye düşünüyorduk. Ama 7 Ekim sabahı derin uykudan uyandırılınca hesaplarımız alt üst oldu. Hamas rahatımızı, tadımızı, huzurumuzu bozdu! Kassam Tugaylarının işgalci Siyonistlere karşı başlattığı Aksa Tufanı küffarı gafil avladığı gibi ümmetin bihaber olduğunu da aşikar etti. O bir avuç mücahit ne yaptı da batıl Batı tek millet oldu müslümanlar tek ses bile olamadı?
İslam dünyasının tek ses olamamasının ardında çok farklı sebepler olduğunu söyleyebiliriz. En temel sebeplerden biri Sykes Picot anlaşması sonrası coğrafyanın farklı kriterler gözetilerek bölünmüş olmasıdır. Bu coğrafi bölünmüşlüğün yanına etnik, mezhebi ve hizipsel bölünmüşlüğü de ekleyebiliriz. Kuşkusuz bu farklılıklar sosyolojik bir gerçeklik. Ancak sorun bu farklılıkları tolere edebilecek bir perspektifin olmaması. Bu, geçmişi 100 yılı aşan travmatik bir durum. Bu travmatik durum, İslam dünyasının kendi içerisinde stratejik önceliklerini belirleyememesine yol açıyor. Diğer taraftan Batılı ülkelerin benzer farklılıklara sahip olmasına rağmen bunları büyük oranda bir ayrışmaya dönüştürmediğini görüyoruz. En azından stratejik öncelikleri çerçevesinde hareket edebildiklerini gözlemliyoruz. İsrail ikinci dünya savaşı sonrası kurulan düzenin ürünlerinden biridir. Bu düzeni kuranlar kendi ürünlerini korumak noktasında bir araya gelebiliyor. Nitekim Aksa Tufanı’nın hemen sonrasında pek çok Batılı ülkenin başkanı ardı ardına İsrail’i ziyaret edip desteklerini bildirdiler.
“Bu coğrafyada kendi kişiliğini, kimliğini, hafızasını ve geleceğini Batılı kavramlarla kuranların bu özgüveni gösteremediğini görüyoruz.”
2)Tüm dünyada safların ayrıldığı, netleştiği, Furkan günlerini yaşıyoruz. Hak-batıl mücadelesinin yaşandığı anlardayız. Dediğiniz gibi bu direniş mucizesinin hikmeti midir, elin gavuru dediğimiz insanların işgalcinin kıyımına vicdanının sızladığını, Müslümanım diyen kimilerinin ise güce teslim olduğunu görüyoruz. ‘Topraklarını sattılar, hak ettiler, Arapların hepsi ölsün, İsrail yanlarına bırakmaz..’ diyecek kadar insanlıktan çıkmışlarla aynı topraklarda yaşıyoruz. Bu nasıl bir psikolojidir, nasıl bir zihindir?
Aslında Aksa Tufanı sonrası yaşanan gelişmeler bir takım paradigmaları sarstı. Bunun en açık örneği Batılı ülkelerin halklarının gösterdiği tepkidir. İngiltere’de, ABD’de, İspanya’da, Almanya’da vb. ülkelerde sokaklara çıkan insanlar insan hakları, demokrasi, özgürlük vb. gibi kavramları sorgulamaya başladı. Aksa Tufanı bu kavramların içeriğindeki çifte standardı yalın bir şekilde ifşa etti. Örneğin İspanya Başbakan Yardımcısı Yolanda Diaz “Neden benzer durumlarda başka ülkelere yaptırım kararı alınıyor da, İsrail’e yaptırım uygulanmıyor?” diye sordu. İspanya Sosyal Haklar Bakanı Ione Belarra “İsrail devletinin Filistin’de canlı bir soykırımına tanık oluyoruz ve ben suç ortağı olmak istemiyorum…” dedi. Yine New York merkezli Anayasal Haklar Merkezi (CCR: Center for Constitutional Rights) Başkan Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin’e soykırıma yardım ve yataklık etmek suçundan dolayı dava açtı. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak bu coğrafyada kendi kişiliğini, kimliğini, hafızasını ve geleceğini Batılı kavramlarla kuranların bu özgüveni gösteremediğini görüyoruz. Çünkü ödünç bir kişiliğe, kimliğe, hafızaya ve zihne sahipler. Bütün yatırımlarını yaptıkları bu kültürel kodların yıkılması demek, onlar için onarılamaz bir travma anlamına gelir.
“İslam ülkelerinin pozisyonlarını 1945 sonrası kurulan düzenden bağımsız düşünemeyiz. Bu ülkeler Batılı hegemonyaya ya gönüllü ya da zorunlu olarak boyun eğdiler.”
3)Tam da burada sizin kitabını yazdığınız meseleye geldik. Makbul vatandaşın psikolojisi nasıl işliyorsa devletin ki de bundan farksız değil diyorsunuz ‘Türk-Amerikan İlişkilerinin Psikolojisi’ isimli kitabınızda. Batı’ya hayranlığın bir toplumu nasıl da kimliksiz ve şahsiyetsiz hale getirdiğinden bahsediyorsunuz. AB, NATO, BM gibi teşkilatlara girmek için verilen tavizler, sözler, yapılan anlaşmaları anlatıyorsunuz.
Bugün Gazze’ye elimizin ulaşamadığı, kardeşlerimizin yanında kafire dur diyemeyişimizin ardında yatan sebepler bunlar mı? Sadece adı İslam olarak kalmış ülkelerde mi aynı delikten ısırıldılar?
Gazze ve son gelişmeler özelinde konuşacak olursam şunu söyleyebilirim: Filistin meselesi sert bir mesele. Özünde silahlı direniş vardır ve bu direnişin başarılı olması sadece İsrail’in yıkılmasıyla sonuçlanmaz. Yukarıda söylediğim gibi 1945 sonrası kurulan uluslararası düzenin bir ürünüdür İsrail. ABD’nin öncülüğünde kurulan uluslararası statüko hem sert (silah) hem de yumuşak güç (demokrasi, özgürlük, insan hakları) araçlarına sahipti. Hikayesini yazarken sert gücünü yumuşak gücün arkasına saklayarak ya da yumuşak gücün kavramlarına dayanarak gerekçelendiriyordu. Bunlar kurulan düzenin birbirinden ayrılmaz parçalarıydı. İsrail’i de uzun yıllar antisemitizm kavramı temelinde meşrulaştırmaya çalıştılar. Bunda bir ölçüde başarılı da oldular. Ancak İsrail’in kuruluşu Batı’nın yumuşak güç araçları olarak kullandığı bütün kavramlara ters bir şekilde olmuştu. Burada temel amaçları bu tarihi unutturmak ve de facto bir durum oluşturmaktı. Ama Filistin direnişi hiç vazgeçmedi. Şimdi Batı bir yol ayrımında. Şunun farkındalar: İsrail’e karşı gelmek demek uluslararası düzenin, uluslararası kurumların meşruiyetini sorgulamayı da beraberinde getirecektir. Ekonomik, sosyal, politik, eğitimsel, kültürel, bilimsel açılardan yapılacak bir sorgulama bu. Bugün çok açık bir soykırıma rağmen uluslararası statükonun, büyük güçlerin bir kınamada bile bulunamaması bununla ilgilidir. Batı için ontolojik bir mesele İsrail. Biden’ın bir ara “İsrail olmasaydı bir İsrail yaratmak zorunda kalırdık” sözünün vurguladığı gibi. İslam ülkelerinin pozisyonlarını da 1945 sonrası kurulan düzenden bağımsız düşünemeyiz. Bu ülkeler Batılı hegemonyaya ya gönüllü ya da zorunlu olarak boyun eğdiler. Dolayısıyla İslam ülkelerinin bağımsız bir tepki verememesinin temelinde yatan bir sebep bu.
“Türkiye çeşitli açılardan bölge ülkelerine göre daha özel durumu olan bir ülke. Batı’ya, Batılı kurumlara ve Batı hegemonyasına daha fazla entegre olmuş bir ülke.”
4)Türkiye içine dönelim biraz da. Zira kıblesini Batıya çeviren bir ülke olmanın getirdiği musibetlerin ateşi artık her bir evi sarmış durumda. Ailemiz istila edildi, evlatlarımız ellerimizden kayıp gidiyor. Fıtrata savaş açan hangi yasa varsa muasır medeniyet için imzalandı. İstanbul Sözleşmesi, Cedaw, Lanzorette, cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve daha nice bilmediklerimiz.. bizler himmete muhtaçken, başkasına nasıl yardım ederiz?
Öncelikle 7 Ekim’in bir milat olduğunu söylememiz gerekiyor. Milat dememin sebebi şu: Filistin direnişi bütün imkansızlıklarına rağmen İsrail imajını yıkmış; Batılı rejimlerin iki yüzlülüğünü ifşa etmiştir ve bunu onları çok hazırlıksız yakalayarak yapmıştır. Filistin direnişi bir inisiyatif almış ve İsrail’e ilişkin İbrahim anlaşmalarıyla birlikte yerleştirilmek istenen algıyı sarsmıştır. İsrail’in varlığı İslam dünyasında daha çok reel politik gerekçelerle temellendiriliyordu. Aksa Tufanı şöyle bir soru ortaya çıkarmıştır: HAMAS gibi bir örgüt bunu yapabiliyorsa, devletlerin İsrail ile normalleşmelerini hangi gerekçeyle açıklayabilirsiniz? Yani Filistin direnişi İsrail’in varlığını kabul etmenin gerekçelerini ortadan kaldırmıştır. En önemli sonucu budur diye düşünüyorum. Bunun uzun vadeli sonuçları olacaktır. Türkiye çeşitli açılardan bölge ülkelerine göre daha özel durumu olan bir ülke. Batı’ya, Batılı kurumlara ve Batı hegemonyasına daha fazla entegre olmuş bir ülke. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD güdümünde yapısal olarak dönüştürülmüş bir ülke. Ancak bu zamanla daha fazla sorgulanır hale gelecektir. Bu kaçınılmazdır. Fakat temel sorun bunun nasıl bir kavramsal temelde yapılacağıdır. Eğer bu İslam’ın temel kavramları çerçevesinde değil de, güç, çıkar, reel politik, kavmiyetçilik ve mezhepçilik gibi zaten Batı’nın işine yarayacak başka kavramlarla yapılmaya çalışılırsa bu pek çok çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. Nitekim bugün yaşadığımız çelişkiler de bununla ilişkilidir.
“Bakınız İsrail katliamı başlayalı 46 gün oldu ama bizim limanlarımızdan hala her gün İsrail’e gemiler gidiyor.”
5)Buradan İsrail’e destek veren firmaları boykot kararına gelelim. Bu tavır gerçekten güzel, tabi sürekli ve kitlesel hale gelebilirse. Bu kararın çok daha öncelerden alınması lazımdı. Zaten senelerdir sayıları az da olsa bu hassasiyeti hala sürdürenler var. Asıl devletin yapmasını beklenir ama o da saflık olur.
Biraz suya sabuna dokunarak soralım, aslında müslümanlar olarak bizlerin, başımızdaki rejimi ve yöneticilerini boykot etme vaktimiz hâlâ gelmedi mi? Asıl mücadeleyi bu yönde yapmamız gerekmiyor mu?
İsrail’le mücadelenin farklı katmanları, farklı düzeyleri var. Boykot kuşkusuz bunlardan biri. Boykotun da farklı düzeyleri var. Ekonomik boykot, siyasi boykot vb. gibi. Herkes gücü yettiğince İsraille mücadelenin bir cephesinde yer almak zorundadır. Bu hem İslami hem de insani bir vecibedir. Ancak İsrail ve destekçileriyle mücadele edebilmenin en önemli koşulu birlik ve vahdet içinde olabilmektir. Türkiye İsrail’i tanıyan ilk İslam ülkesidir. Bunun temelinde de yukarıda söylediğim gibi II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin ABD güdümüne girmiş olmasıdır. Kişisel, grupsal ve reel politik çıkarlar İsrail’e karşı durmanın önündeki temel engellerden biridir. Bu bağlamda Türkiye’deki sivil yapıların kendi hükümetlerine İsrail’le ilişkilerin kesilmesi yönünde baskı yapması gerekir. İsrail’le ilişkileri kesmenin şüphesiz bir takım bedelleri olacaktır. ABD ve Avrupa buna çeşitli yaptırımlarla tepki verecektir. Ama bunun bize sunacağı çeşitli fırsatlar da olacaktır. Bakınız İsrail katliamı başlayalı 46 gün oldu ama bizim limanlarımızdan hala her gün İsrail’e gemiler gidiyor. Biz bugün Barcelona’da, Melbourne’de, Kanada’da liman işçilerinin İsrail’e giden gemilerin yüklerini taşımadıklarını, protesto ettiklerini görüyoruz. İrlanda’da, İngiltere’de, ABD’de de insanların Meclis’in önünde toplandıklarını ve İsrail’le ilişkilerinden dolayı yönetimlerini protesto ettiklerini görüyoruz. Tarih bunu yazmaktadır. En azından limanların İsrail’e kapanması için baskı yapmamız gerekir. Bu, uzun soluklu bir mücadeledir. Eğer halklar bu duyarlılığı gösterebilir ve bunda kararlı olursa yöneticilerin bu talebe bigane kalması zorlaşacaktır.
“Eğer İsrail’in katliamlarına ve Batı’nın hegemonyasına son vermek istiyorsanız direnmek zorundasınız, direnmek için ise birlik içinde olmalısınız.”
6)Son olarak şu soruyla bitirelim; Gerçi satır aralarında geçti ama, Hak ve batılın kesin olarak ayrıldığı şu günlerde yalanlarla kandırılmadan, manipüle edilmeden, şeytani tuzaklara düşmeden nasıl bir yol/yöntem önerirsiniz?
Ben bunun için iki temel ilkenin gözetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birincisi vahdet, birlik; ikincisi de İsrail’e ve destekçilerine karşı direniş. Vahdet ve direniş birbirinden ayrılmaz. Eğer İsrail’in katliamlarına ve Batı’nın hegemonyasına son vermek istiyorsanız direnmek zorundasınız, direnmek için ise birlik içinde olmalısınız. Kur’an bunu çok açık bir şekilde ifade ediyor: “…Birbirinizle çekişmeyin, yoksa gücünüz gider” buyuruyor. Bu sebeple hem İsrail’e ve destekçilerine karşı mücadele bilincini canlı tutmalı hem de kavmiyet, mezhep ve meşrep farkı gözetmeden bu direniş cephesini genişletmeye çalışmalıyız. Eğer birileri bize İsrail’i mazur ve haklı göstermeye çalışıyorsa orada bir Siyonist propaganda var demektir. Yine eğer İsrail gibi büyük bir terör şebekesi dururken, birileri bize kavmiyet/mezhep/meşrep ayırımlarını hatırlatıyor ve mücadele enerjisini içe yöneltiyorsa orada yine farkında olarak ya da olmadan Siyonist propaganda var demektir ya da İsrail’in istediği bir şeye hizmet ediliyor demektir. Dolayısıyla vahdet ve direniş kavramlarını eksene almak bizi böylesi manipülasyonlara karşı büyük oranda koruyucu bir işlev görecektir.
Hocam bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Rabbimiz ilminizi artırsın. İslam ve müslümanlar için cehdü gayretinizi daim etsin.
Amin hepimizin, ben de söyleşi için teşekkür ediyor, kolaylıklar diliyorum.
Mücahit beye sorulan 5.
soru
; “Biraz suya sabuna dokunarak soralım, aslında müslümanlar olarak bizlerin, başımızdaki rejimi ve yöneticilerini boykot etme vaktimiz hâlâ gelmedi mi? Asıl mücadeleyi bu yönde yapmamız gerekmiyor mu?”
idi,
Burada söylenen,yada söylenmesi gereken, sistem eleştirisi yapıp,sistem dışı bir duruşla,sadece İslami sistemi temsil ederek, cahili tağuti yapılanma ve onu işletenlerle,bu işin olamayacağı,nitekim bütün islam coğrafyalarınında benzer yönetimlerle işgal edildiği için ,müslümanlar olarak yerel ve küresel müstekbirlere karşı bir varlık ortaya koyamuyor olduğumuz,bu yönetimlere,işletenlere verdiğimiz destek ile(oy verip sistemi ayakta tutmak gibi) bırakalım zulüm altındaki islam beldelerine yardım etmeyi kendimize bile hiçbir faydamızın olamayacağı idi.
İşte bu yönde yapılan boykotlar ile (demokrasi laiklik,geleneksel ve modern hertürlü cahili yapılanma) İslam beldelerindeki isgalin sona ereceği ve sadece İsrailin değil bütün zalimlerin tağutların sonunun geleceği,yalnız Mekke,Kudüs,Gazze …değil bütün bir insanlığın adaletle yönetilmesi için bir umut olacağı …gerçeği idi.
Verilen cevap ise
” sivil yapıların kendi hükümetlerine İsrail’le ilişkilerin kesilmesi yönünde baskı yapması gerekir. İsrail’le ilişkileri kesmenin şüphesiz bir takım bedelleri olacaktır.” – İrlanda’da, İngiltere’de, ABD’de de insanların Meclis’in önünde toplandıklarını ve İsrail’le ilişkilerinden dolayı yönetimlerini protesto ettiklerini görüyoruz. Tarih bunu yazmaktadır “En azından limanların İsrail’e kapanması için baskı yapmamız gerekir. Bu, uzun soluklu bir mücadeledir. Eğer halklar bu duyarlılığı gösterebilir ve bunda kararlı olursa yöneticilerin bu talebe bigane kalması zorlaşacaktır.”
–
Gibi sistem içi mücadelenin! çeperlerini aşamayan,islami siyasi bilincin az olduğu bir söylem idi.Ve bu bilinç ile bizim bir arpa boyu yol alamayacağımız aşikardır.
Ayrıca Gazze için “hak ile batılın ayrıştığı aşikar olduğu yer” diyorsunuz ,bu söz bence biraz göreceli,ne hak ,ne batıl hakiki olarak anlaşılmış değil.Belki işgalci tağutların (İsrail,abd,ingiltere gibi) zulümleri ve küfrün tek millet olduğu inşallah görüldü,ama işgalin bütün islam coğrafyalarını kapsayan yönü görülemedi,ideolojik, siyasi yönü ile değerlendirilemedi hala palyatif,parçacı,stk tarzında, sistemiçi ambargolarla ,eylemlerle ,iş geçiştiriliyor.Daha önceki yaşananlarla paralellik arz eden şeyler yaşanıyor.
“Batı cephesinde değişen birşey yok”
şimdilik, yaşananlar ümmet olarak uyanışımıza vesile olur aklı selim ile değerlendirilir inşaallah.