Dalaletten Hidayete, Oradan Nereye…

..sırat-ı müstakim olan yolumuzun üzerine hem küresel şeytanlar hem de yerel işbirlikçileri demokrat, liberal ve muhafazakâr müslüman adı altında revize edilmiş yeni bir tuzak kurdular. Müslümanların birçoğu sanki Kur’an’ı ve siyer-i nebiyi hiç okumamışlar gibi Lokman suresi otuz üçüncü ayete muhatap olmaktan kurtulamadılar. Yani aldatıcılar Allah’ın adını kullanarak müslümanları aldatmıştı...

Yaklaşık kırk yıl öncesi, yani seksenli yılların Türkiyesinde ve İslam coğrafyasında küresel şartlarında estirdiği rüzgar ve heyecanla beraber İslamî anlamda yeni bir nesil/gençlik ortaya çıkmıştı. İslam’ı kendilerine hayat tarzı edinen bu yeni hareket/uyanış nesli nicelikselde olsa kapitalist laik sistemleri oldukça korkutmuş ve endişelendirmişti. Dünya mazlumları tarafından özlenen ve beklenen bu uyanışın, hareketin, heyecanın çıkış sebebi yerel ve küresel anlamda çok yönlü konuşulabilir olmakla beraber bize yansıyan tarafı daha çok beşeri sistemlere, ideolojilere, küresel emperyalizme ve Allah’tan gayri tüm şeytani tuzaklara, tagutlara, ilahlara bir başkaldırı görünümündeydi.

Özellikle Türkiye’de, Kur’an genç dimağlara, kalplere bu dönemde vahyolunmuştu sanki. Çünkü İslam’ın kendi öz kavram ve kelimeleri müslüman gençlik tarafından genel manada ilk defa bu dönemde keşfedilmişti. Ve yine Asr-ı saadet dönemine duyulan özlem, Rasulün tek ve büyük önder olduğu vurgusu müslüman gençlikte ciddi bir heyecan uyandırmıştı o yıllarda. Yani bu iman ve heyecan Allah Rasulünün kurduğu İslam devletinin tekrarını istemekten ve sahabenin ahlakına, itaatine duyulan hayranlıktan, özlemden başka bir şey değildi aslında. Kur’an okundukça, İslam’ın tüm kavram ve kelimeleri yakından tanındıkça emperyalizme, kapitalizme, demokrasiye, zulme, ve sekülarizme olan kin ve nefret çığ gibi büyüyordu o dönemde. Küresel emperyalizmle beraber içeride laik Kemalist sistemde bu genç öfkeden nasibini alıyordu. Tabi müslümanlar da bu başkaldırının, öfkenin bedelini maddi ve manevi olarak bir şekilde ödüyorlardı. O güne kadar sistem tarafından yok sayılan, ezilen, ötekileştirilen müslüman gençlik, zaman zaman nebevi hareket metoduna aykırı eylemler/taşkınlıklar da yapabiliyordu eylemlerinde. Takdir edersiniz ki toplumsal hareketlerin kontrolü ve yönetilmesi her zaman zordur. Onun için geriye dönüp baktığımızda o gün yapılan taşkınlıklar ve hatalara fazla takılmamalıyız. O yılların gençliğini bugünün olgun müslümanları iyi hatırlar. O yıllar İran devrimi ve Afgan mücahitlerinin Rus emperyalizmine karşı verdiği savaşın tüm dünyada estirdiği rüzgâr ve dünyadaki diğer gelişmeler inkılabî bir değişimin habercisiydi müslüman gençlik için.

Artık İslam’ın yönetimi ele almasına sayılı yıllar ve günler kalmıştı. İslam devletine ve geleceğe dair hayaller kurmaya başlamış ve onun heyecanıyla hayatını idame ettirir olmuştu müslüman gençlik. Tek Allah’a kulluğun verdiği özgürlük heyecanı, teslimiyet ve güven, gençleri dünyanın süsüne ve geçici menfaatlerine karşı daha tepkili ve temkinli yaklaşmaya zorluyordu. Fakat adil olmak gerekirse şu da bir gerçek ki, hiçbirimizin kayda değer bir malı mülkü de yoktu o dönemde. Çoğumuz neredeyse ayak takımıydık birilerine göre. Herbirimiz toplumun en alt katmanlarından gelen emeğinin gücü ile çalışıp geçinen insanlardık. Yani kaybedecek maddi bir şeyimiz yoktu. Tabi bu uyanış ve heyecan bazılarımızda yoğun bir okumayla beraber on yıllarca kendini hissettirdi. Yaşanan heyecanın sebebi malum, cehaletten, ata dininden ve emperyalist dayatmalardan kurtulmanın ümidi olmakla beraber tevhidî anlamda da bireysel ve toplumsal inkılabın beklentisiydi. Kitaplar, dergiler, konferanslar, tiyatrolar, ezgiler, marşlar, sohbet evleri derken hatırı sayılır bir okuma ve bilinçlenme dönemi başlamıştı ve yaşananlar da bunu kanıtlıyordu. Yani hayat iman ve cihattan ibaretti. Hatta bu değişim zaman zaman dünyayı siz mi değiştireceksiniz diye itiraz eden ebeveynlerle çatışmaya kadar gidebiliyordu. Çünkü ata dininin bozulmuş kısımlarına karşı yeniden Kur’anî, İslam’î ve tevhidî bir duruş sergilenmeye çalışılıyordu gençler tarafından.

Müslümanlar arasında kardeşlik muhacir ve ensar örnekliğinden de etkilenerek daha bir belirgin, yapılan infaklar daha bir candan, özlemler daha bir samimiydi. Çünkü ensar, muhacir, ümmet, ilah, rab, ibadet ve din gibi kavramları ilk defa keşfetmiştik ve hayatımıza yeni bir anlam katmıştı bu kavramlar o gün için. Ve bu anlam sayesinde varlığımızı ve var olduğumuzu tüm dünyaya haykırmak istiyorduk. Bu heyecan ve hayaller imanın ve inanmanın dışa vurulmuş bir tezahürüydü. Eylemler içerisinde ne kadar yanlış ve hatalar olsa da inandığı davada doğruları daha fazlaydı ve samimiydi bu yeni neslin. Bu süreçte itiraf etmemiz gereken en büyük hata belki de aile oldu. Aile kurmanın baharını yaşayan müslüman gençlik bir tarafta kendisini iyi bir müslüman olarak yetiştirmeye çalışırken diğer tarafta eşini ve çocuklarını ihmal ettiğinin farkında bile değildi. Hâlbuki ümmet olmak, devlet olmak ve geleceğe sağlıklı nesiller yetiştirmek için önce aile olmak ve aileyi sağlam temellere oturtmak gerekiyordu. Burada belki bir öz eleştiri yapmak gerekirse o günün ağabeylik görevini yapan öncü şahsiyetler aile konusunu ciddi ciddi gündemde tutmalıydı ama öyle olmadı. Bugün çocuklarımızla yaşadığımız sorunların bir kısmının geçmişte ailenin ihmal edilmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. (Bu ihmal, günümüz genç müslüman ebeveynler tarafından hala sürdürülmektedir). Hâsılı kelam yapılan hatalara rağmen o günleri asla küçümsemiyoruz, doğrusu ve yanlışlarıyla iyi ki de öyle bir dönem yaşanmış diyor ve kimseyi de suçlamıyoruz. Tam tersi hayırla yâd etmemiz gereken çok sayıda dostlukların yaşandığını da biliyoruz.

Bu süreç müslüman gençlik olarak bizim için köklü bir değişimin işaret fişekleriydi. Gençler olarak ümmi bir toplumun çocukları, çobanlarıydık, ilk defa kitapla yakından tanışmıştık. Bu değişim bize İslam’ın öz evladı olduğumuzu, Kur’an’dan hesaba çekileceğimizi ve ahdi misakta verdiğimiz sözü tekrar hatırlattı. Dolayısı ile kime kulluk etmemiz gerektiğinin farkına vardık. Yıllarca ideolojik kamplaşmanın veya partilerin hangisinin daha iyi olduğu kavgasını veren atalarımızdan ciddi anlamda ilk ayrışmayı yine seksenli yıllarda yaşamıştık. Artık tek kavgamız İslam ve onun getirdiği değerler içindi. Diğer tüm düşünceler ideolojiler, partiler, fikir akımları müşriklerin acıkınca yedikleri helvadan yapılmış birer put mesabesindeydi. Daha dün delalette olan ve hiçbir hakikati kesin bir ilimle bilmeyen/bilemeyen mazlum ve mustazaf insanlar/gençler artık bende varım diyerek tarih sahnesine çıkıyor, tekbir getirip sokakları inletiyor ve İslam’a karşı nefret duyan tüm kafirlerin yüreklerine korku salıyordu. Bu çıkış bugün birilerine fazla sloganik gelebilir ama o gün öyle değildi. Zalimi, zulmü, hakkı, batılı, maruf ve münkeri tekrar dünya gündemine getiren elbette ki alemlerin rabbi ve dinin tek sahibi Allah’tı. Ama Allah’ın kitabına ve Allah için elçilik görevi yapan çağırıcı insanlara kulak veren ve bu çağrıya koşanlar da Allah’ın yardımı ile genç nesildi.

Nereden Nereye

Yıllar bu şekilde geçip giderken sırat-ı müstakim olan yolumuzun üzerine hem küresel şeytanlar hem de yerel işbirlikçileri demokrat, liberal ve muhafazakâr müslüman adı altında revize edilmiş yeni bir tuzak kurdular. Müslümanların birçoğu sanki Kur’an’ı ve siyer-i nebiyi hiç okumamışlar gibi Lokman suresi otuz üçüncü ayete muhatap olmaktan kurtulamadılar. Yani aldatıcılar Allah’ın adını kullanarak müslümanları aldatmıştı. Sanki cahiliye ve onun iktidarını hiç tanımamışlar gibi dün karşı çıktıkları sistemi birilerinin makyajlamasıyla iktidara taşımak istediler ve taşıdılar. İçlerinde hatırı sayılır derecede okumuş kesim bu oluşumda yer aldı ve sistemin kılcal damarlarına kadar kan pompalamayı başardı. Sonunda aldatıcılar Allah ile aldatmayı başarmışlardı. Aldananlar artık yeni bir vasıfla anılmaya başladı. Demokrat müslümanlar. Bu demokrat ve muhafazakar müslümanlar kendileri gibi düşünmeyen, tevhidî duruşunu bozmayan dünkü kardeşlerine “siz hala orada mısınız”? diyerek hakaretler yağdırıp karşı safa geçerken müslümanları paramparça ettiklerini düşünmek dahi istemediler. Peki, daha dün radikallikle/köktendincilikle (radikal kavramını sevmesem de kullanmak zorundayım) suçlanan bu insanlara ne oldu veya Kur’an’ı nasıl okudular ve nebevi hareket metodunu nasıl anladılar ki böylesine bir dönüşüm yaşadılar? Biz peyderpey hep beraber cahiliye hayatını terk edip Allah’ın hidayetine yani İslam’a koşmadık mı? Aynı havayı teneffüs edip aynı vahyi dinlemedik mi? Kur’an’ın çağrısına kulak verip delaletten hidayete, şirkten tevhide hep beraber koşmadık mı? Şeytanın yolumuza pusu kurup hepimizi saptırmaya çalışacağını defalarca tekrarlayan yüce Kur’an ve Hz. Nebi (sav) bize haber vermedi mi?

Eğer bu sorulan sorulara cevabımız evetse geriye bir şey kalıyor dünya hayatı bizi aldattı ve Hz. Nuh’un (as) kafir kavmi karşısında ve mertçe “Rabbim ben yenik düştüm” dediği gibi dünya hayatına yenilip yolda tercih değiştirenler dürüstçe “rabbimiz biz dünya hayatına yenik düştük” deme erdemini göstermesi gerekmez mi? Ama bu yenilmişliği dürüstçe/mertçe hiç kimse itiraf etmedi ve şunu demedi, ‘biz mağlup olduk sistem bizi içine çekti ve sisteme entegre olduk.’ Zaten iblis söylemişti onların çoğunu saptıracağım/azdıracağım diye, iblisin sözü/öngörüsü rabbimizin ifadesiyle doğru çıktı. (20:34).

Yazının ikinci paragrafında söylediğimiz gibi seksenli yıllarda biz, gerçekten tabirimi mazur görün baldırı çıplak insanlardık ve kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Kapitalizme olan düşmanlığımız acaba bizde kapitalin olmadığından mı diye hep düşünmüşümdür. O günleri çok iyi hatırlıyorum birtakım dostlar çok daha radikal bir çıkışla dünya malına karşı oldukça sert ve tepkiliydi. Kapitalizme olan kin ve nefretleri İslam’ı doğru anlamalarını engellemişti. Oysa o gün şahsın malı mülkü var ve gereken infakını ve hayır hasenatını da yapıyorsa bunun kime ne zararı vardı. İslam’ın öncü şahsiyetlerinden olan Ebu Bekir’i neden öve öve bitiremeyiz çünkü malını Allah’a borç vermiş, İslam ve müslümanlar için malını tüketmiştir de ondan. Daha baştan İslam’ı yanlış yorumlayan ve İslam’ın mülke nasıl baktığını tepkisel yorumlayan bu kardeşlerimiz süreç içerisinde ılımlılaşarak demokratik bir tercih yaptılar ve mülk başka bir anlam kazandı onların dünyasında. Sonuçta siyasi duruşlarını laik politikaya kurban verip muhafazakar/demokratlara payanda oldular. Mülkleri mi? Onu çoktan aştılar ve ciddi anlamda servet sahibi oldular.

Daha dün hep beraber içerisinden çıktığımız, lanet okuduğumuz cahiliye bugün revize edilmiş, modernist ve albenili bir dünya tasavvuruyla hepimizi alt etti. Bu sefer şirkin intikamı daha da acı oldu. Ne çabuk unuttuk müşriklerin Allah rasulüne yaptıkları teklifi o’nun da yapılan tüm teklifleri elinin tersiyle geri çevirişini. Oysa Allah o yaşananları bizim için örnek olsun diye yaratmıştı ve peygamberine yaşatmıştı. Sahabe de bu yaşananlara şahitlik etmişti. Eğer rasulün küfür ve şirk karşısındaki duruşu bizim için usve-i hasene olmayacaksa hangi eylemi güzel örnek olacak? Allah bize ikramda bulundu ve İslam’la şereflendik bu şerefi ve izzeti korumak için ne havariler gibi gökten sofra istemeye, ne de İsrailoğulları gibi soğan, sarımsak ve bakliyat istememize gerek yok. Çünkü bunları isteyenler bedelini ağır ödediler. Daha iyi olanı daha aşağılık olanla değişmenin ne anlamı var. Allah’ın hiçbir şeyi eksik bırakmadık dediği kitabı biz eksik anladık ve hiziplere ayrıldık. Haliyle bu ayrılış gücümüzü tüketti ve ey Musa sen ve rabbin gidin savaşın (5:24) diyecek konuma geldik.

Bütün bunlara rağmen İslamcılara, radikallere, tevhidî düşünenlere kısacası Allah’a iman ettiğini söyleyen tüm mümin kardeşlere diyeceğimiz söz; biz hep beraber kardeşiz, Allah bizi böyle tanımlıyor geliniz hep beraber tövbe edelim Allah’tan af dileyelim ve İslam’ın hizmetçileri olalım. Diğer taraftan dün ve bugün kitaplarından istifade ettiğimiz, sahih İslam’ı onlarla tanıdığımız kanaat önderleri, aydınlar, yazarlar geçmişinize küfredip karunlara ve firavunlara rahmet okuyacağınıza peşinize taktığınız yığınlarca müslümanın vebalini nasıl vereceğinizi düşünün ve hatanızdan geri dönün.

Sonuç olarak bizler kitap nedir, iman nedir bilmezdik. Dalanlarla beraber dalmıştık. Allah bize bir takım uyarıcı insanlar gönderdi. Siz buna ister Seyyid Kutup deyin, isterseniz Mevdudi deyin veya Ercüment Özkan deyin fark etmez. Yüzlerce isim saymak mümkün, burada önemli olan bizim bu insanların tümünden yararlanmış olmamız. Yani cahiliyenin bataklığından kurtulmak için bize uzatılan tüm ellere müteşekkiriz. Yaşadığımız değişimi küçük görmek, basitleştirmek yanlış bir yaklaşım, onun için birilerinin bizi dönüştürmesine, aldatmasına, hakikati karartmasına ve dünyalık vaatlerine dönüp bakmayalım. Her defasında elimizi atacağımız tutunacağımız tek doğru ve kopmayacak olan yegane ip (urvetül vusga) sadece Allah’ın kopmayan ipi Kur’an’dır.

Hâsılı kelam cahiliyeden İslam’a geçiş bizim için bir izzetti, şerefti ancak İslam’ın değerlerinden vazgeçmek, İslam’ı basitleştirmek, ılımlılaştırmak, laikleştirmek, demokratikleştirmek, muhafazakârlaştırmak bunun tam tersi diyebiliriz. Çünkü İslam yanına hiçbir ek almaz o tektir ve başlı başına bir yaşam biçimidir. Bugün tüm müstekbirlere nasıl bir müslüman tip istiyorsun? diye sorsak alacağımız cevap eminim; namazını kılsın, orucunu tutsun, haccına gitsin ama faizi bankadan rahatlıkla alsın, kredi çeksin, başını açsın, halkın hakimiyetine ve demokrasiye gönülden bağlı olsun, kadınlar iş hayatına mutlaka atılsın, cinsiyetle alakalı bir ayrım yapılmasın ve giyim tarzına asla müdahale edilmesin olacaktır.

Dikkat edersek bu saydıklarımızı işlevsel hale getirme görevini bir zamanlar fetö üzerine almıştı. Şimdilerde ise bu payandalık görevini icra eden birçok kurum mevcut. Demek ki İslam’ın yanına demokrasi veya liberalizm gibi bir takım ekler koyarsanız artık dininiz de, sosyal hayat dediğiniz yaşam biçiminiz de değişmiştir ve değişmek zorundadır. Onların yapmak istediği tam da burası, yani hadım edilmiş etliye sütlüye karışmayan, cenaze ve düğün merasimlerinde birkaç dakikalığına hatırlanan bir din. Ve bu dini dindarlık adına kabullenen ve aynı zamanda etliye sütlüye karışmayan müslüman bir tip.

İyi ve kötü yönde yaşanmış anılarımız anı olarak kalmamalı. Biz tekrar aslımıza dönmek zorundayız ve meydanı hiçbir değeri, ilkesi, duruşu ve inancı olmayan, haz ve hızı kendisine rab edinen ve İslam’ı doğru bir şekilde bilmeyen bir güruhun insafına bırakmamalıyız. Son cümle olarak hakikat yolcusu, tevhid bilincine sahip tüm müslümanların bir daha terk etmemek kaydıyla Nuh’un (as) gemisinde yerlerini alması hepimizin ortak temennisi olsun diyerek noktalıyoruz. Selam ve dua ile.