Batı medeniyeti son iki yüzyılda dünyaya yalnızca teknoloji ve kapitalizmi değil, aynı zamanda -akla hayale gelmeyecek sayısız katliam aracını ikisi patlatılmış on binlercesi patlatılamaya hazır bekleyen atom ve hidrojen bombalarını, sayısı binleri bulmuş katliamları, çevre felaketlerini, kirletilmiş suları, zehirlenmiş hava ve toprağı, devasa çöp dağlarını, Kuzey-Güney arasında korkunç boyutlara ulaşan gelir ve refah uçurumunu ve üç dünya savaşı1 da hediye etti. Bir dördüncü dünya savaşının ayak sesleri de işiten kulaklara ulaştı.
Buna rağmen Batı, ölüm teknolojisi ve söylem üstünlüğü ile dünya hâkimiyetini sürdürmeyi devam ettiriyor. Ancak 7 Ekim 2023 (Aksa Tufanı) sonrası süreç, bu üstünlüğü ciddi bir şekilde tehdit eder hâle geldi.
Gazze için Fransa ve Batı’nın sessizliğine isyan eden eski Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Dominique De Villepin, bir radyo programında: “Gazze, tarihin en büyük skandalıdır. Benzerini hatırlamıyorum… 41 bin insanın öldüğünü yalnızca Hamas söylemiyor; bu, gerçek bir rakamdır. Uydurma bir rakammış gibi davranmayalım. Maalesef Gazze’de her gün gözlerimizin önüne serilen gerçek: Parçalanmış bedenler, parçalanmış göğüsler, parçalanmış kollar, parçalanmış kafalar… Ama kimse bundan bahsetmiyor. Medya yer vermiyor. Bilgi almak için Google’dan arama yapmak zorundayım. ‘Canım savaş var, savaşta böyle şeyler olur’ bahanesine sığınıyorlar. Ancak bu savaş diğerlerine pek benzemiyor. Zira bir tarafta ölenlerin neredeyse tamamı sivil. 2” demiş.
Başka pek çok Avrupalı aydın gibi Fransa’nın eski Başbakanı da Batı’nın, 300 yıl boyunca ilmek ilmek dokuduğu kendisine üstünlük, çağdaşlık, medenilik, gelişmişlik payesi veren, dolayısı ile ideoloji, din, ahlak ve insani üstünlük iddiasına kaynaklık eden “SÖYLEM Üstünlüğünü” kaybetmekte olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Hâlbuki Batı, diğer toplumlara “İkinci dünya/ Üçüncü Dünya / Gelişmemişler / Gelişmekte olanlar / Az Gelişmişler, vahşiler, barbarlar” diye hitap edebilme gücünü yitirdiğinde miheng olma, cazibe merkezi olma, karar verici, akıl dağıtıcı olma yeteneğini de kaybedecektir. Zira “Söylem Üstünlüğü” ona, tarihi, bilimi, sosyolojiyi, antropolojiyi, siyaseti ve ekonomiyi dilediği HİKÂYE ile anlatabilme, hikâyeleri dilediği gibi -kendi üstünlüğü üüstünden- kurgulayabilme dolayısı ile özellikle insani kaynakları devşirebilme/sömürebilme yeteneğini ikram ediyor.
Peki, en önde İsrail ve ABD’liler olmak üzere tüm Batılı seçkin zenginler -kendi halklarını bile karşılarına alma pahasına- Filistin’in üzerine orduları, teknolojileri, savaş gemileri, savaş uçakları, mühimmatları, gözetleme sistemleri, paraları ve lojistik destekleri ile saldırmalarının, bu söylem üstünlüğüne büyük bir zarar verdiğinin farkında değiller mi?
Kanaatimizce Fransa eski Başbakanının gördüğünü, diğerlerinin de görmemesi mümkün değil.
Görüyorlar.
Öyleyse Batı, niçin buna razı oluyor ya da olmak zorunda kalıyor?
Genel olarak zikredilen ve ekranda hemen görünen sahne; bu savaşın Batının 300 yılda edindiği “Sömürgeleri ve Kurduğu Sömürgeci Düzeni” koruma savaşı olduğunu, HAMAS’ın, Filistinlilerin ve Hizbullah’ın bu düzene meydan okuması sebebiyle bu bedeli göze aldığını söylüyor.
Bunu şöyle izah edebileceğimizi düşünüyorum: 7 Ekim 2023 “Aksa tufanı Operasyonunun” diğer ezilmiş, doğal kaynakları sömürgeleştirilmiş, maden kaynakları, enerji kaynakları ve enerji hatlarına el konulmuş, topraklarına yerleştirilen üsler ile hürriyetleri işgal edilmiş toplumlar için “ümit” olma ihtimali var. Zira aynı oksijenin hidrojen ile birleşmesinden su ortaya çıkması gibi “Ümit” ile “öfke/nefret” bir araya geldiğinde DİRENÇ ortaya çıkıyor. Dünyanın her tarafında Çin’den Hindistan’a, Afrika’dan Güney Amerika’ya kadar Batının sömürgeci, şımarık, kibirli düzenine karşı bir öfke olsa da, Batının silahları ile baş edebilme ihtimali olmadığı düşüncesi toplumları “ümitsiz” kılıp teslim alıyor ve bu nedenle toplumlardan direnç hareketleri gelişemiyor.
Bu savaş, yenilmiş toplumlara BATI’NIN yenilebileceğine dair ÜMİDİ verebilir.
Bu “ümit” canlanmasın diye Batı, hep birlikte, tüm yeniklere İBRET olması için Filistin’de büyük bir KATLİAM ve VAHŞET ŞOVU sergiliyor veya bu şova seyirci kalarak rıza gösteriyor.
Bir taraftan da Filistin’in konumu onu özel kılıyor. Tüm dünya servetlerinin %85’ine sahip olan “Güney Batı Asyanın” ana sömürücüsü Amerika ve onun ardındaki HAÇLI blogunun bu coğrafyadaki herhangi bir başkaldırıyı görmezden gelmesi mümkün değil. Bunu doğrulayan Dr. Zbigniew Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” eserinde: “Avrasya’ya hükmedebilecek ve dolayısıyla Amerika’ya da meydan okuyabilecek hiçbir Avrasyalı meydan okuyucunun ortaya çıkmaması zaruridir.”3 Demişti daha 1997’lerde.
Nitekim temelini bu düşüncenin teşkil ettiği ABD’nin planını, Amerikan Generali Wesley Clark 2000 yılında: “Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney rejimi; 5 yıl içinde 7 Müslüman ülkeyi (Irak, Suriye, Libya, Somali, Sudan, Lübnan, İran) parçalayarak çökertmeyi planlıyor.” ifadesi ile ifşa etmişti.
Hedef alınan bu toplumların ortak bir tek noktası vardı: Batılı sömürgeciliğin bölgedeki merkez üssü İsrail’in düşmanı ve işgale uğramış Filistin’in destekçileri olmaları.4 Gerçekten de 5 sene içinde olmasa da 15 sene içinde bu devletlerden ilk 5’i çökertilmiş, bölünüp parçalara ayrılmış, Lübnan’da zafere ulaşılamasa da 2 sefer savaş ile yerle bir edilmiş, içlerinden tek işgale uğramayan İran kalmıştı.
Başka ülkeler Filistin destekçisi, İsrail düşmanı olmaları nedeniyle çökertilirken bizzat Filistin’in kendisinden gelen bir meydan okumanın BATI sömürgeciliği açısından katlanılabilir olma ihtimali yoktu.
Batı, Filistin’e bu meydan okumanın bedelini ödetmeye çalışıyor.
Ancak sanırım Wael Hallaq her ne kadar bu tespitlere itiraz etmese de meselenin bu perspektifle sınırlı olmadığını ve çatışmanın bir tercih değil, kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşünüyor. Zira ona göre; Filistin’de şu an olmakta olan Filistinliler ve İsrail (Batı bloğu) arasında salt askeri ve siyasi bir savaş değil, birkaç başlığı üzerinde taşıyan iki uygarlığın varlık yokluk mücadelesidir.
Hallaq, “Aksa Tufanı’yla başlayan süreç geç modernitenin girdiği ahlaki krizin en açık tezahürünü gözler önüne sermektedir5 Bir yanda ahlaksız ve ahlaka düşman güçler ile diğer yanda ahlaki davranış ilkelerine bağlı kalanlar arasındaki yapısal çatışmanın bir uzantısını seyrediyoruz.” diyerek konuyu özetliyor.
Ahlaki açıdan taraflar arasındaki en önemli fark, bu rakiplerin eylemlerini şekillendiren âlem tasavvurlarının kökeninde yatmakta.
Her şeyden önce Batılı âlem tasavvuru şimdiye ve şu ana odaklıdır. Bir Ahiret inancı yoktur. Yani fayda ertelenemez. Dolayısı ile faydaya şu an hemen ulaşılmalıdır. Fayda “bu andan ibaret” ise “DEĞER” bu ana sıkışıp kalır. Bu da bizi, “Varlığın şu anda kendisinden neşet eden bir değerinin olmadığı, değerin ona dışardan verilmesi gerektiğini” kabul eden düşünceye götürür. Ancak kendisi “değersizin” başkasına verebileceği bir değerden söz edilemeyeceği için, varlık ancak GÜÇLÜ ve muktedir olanın değer vermesi ile değer bulabilir. Böylece değer verebilme kabiliyetinde olan güçlünün değer vermediği varlık âlemi bir anda değersizleşir, ÇÖPLEŞİR6. Zira modern, seküler, milliyetçi, enternasyonalist anlayış; tabiatın kendi başına bir değeri olmadığını, herhangi bir amaç ya da hedefe matuf olmaksızın kendi kendine tesadüfen var olduğunu düşünür. Çünkü onlar nezdinde âlem, arkasında bir müsebbibin olmadığı kozmolojik bir rastlantıdan ibarettir7.
Ancak değere karar verme gücü her zaman bir zorbalık gücü olarak kendini belli eder. Zira kılıç kuvvetidir. Yani en güçlü zorba kim ise kararı verecek olan da odur. Bu da demektir ki, zayıfın kaderi güçlünün elindedir.
Görünen o ki; Tanrının, Ahlakın ve değerlerin ölmesi ile binlerce yıl sonra dönüp dolaşıp varabildiğimiz yer, geliştirebildiğimiz medeniyet, ulaşabildiğimiz uygarlık seviyesi, tek kuralın “Güçlünün Dediği Olur” olduğu “Barbarlık Çağına” dönüş oldu.
Hâlbuki Filistinlilerin temsil ettiği değerlere göre her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır. Canlı cansız tüm varlık âlemi, sürekli O’nu zikreden kullarıdır. Dolayısı ile insan değer vermese bile ona DEĞER katan TANRI sayesinde her şey, her an ve her yerde kendiliğinden kıymet bulur. Karşıdaki cahil, ahmak, ahlaken yoz, mücrim ve son derece vahşi olabilir ama yine de sizin/bizim gibi bir insandır. Ben de o da aynı kaynak eli ile aynı merhametli Tanrı tarafından yaratılmışızdır8.
Modern dünyada FAYDASI olmadığı için bir anda ÇÖPE, pisliğe, baş belasına, atığa dönüşen belki de hiç kimseye zararı olmayan sıradan varlıklar, bu anlayış içinde -seni öldürmeye gelmiş bir düşman bile olsa- “Düşmanının sende dirilmesi onu öldürmekten daha hayırlıdır.” düsturu ile DEĞER kazanır.
Bu fark İsrail’in esirlere ve sivillere tavrı ile Filistinlilerin esir ve sivillere tavrı arasındaki farkta pekâlâ görülebilir.
Batı’nın sık sık tekrarlayan Faşizm Nöbetleri
Daha önemli olan ise bu savaşın; hayata, doğaya, insana, dünyaya çok farklı bakan iki uygarlığın ne kadar kaçınılırsa kaçınılsın bir gün gerçekleşmesi zorunlu olan hesaplaşması olmasıdır.
Zira Batı Uygarlığı, Tanrı’yı redettikten sonra uğruna mücadele edilecek tek kavramın GÜÇ olduğuna inandı. Onunla diğer insanlara, hayvanlara ve tabiata boyun eğdirmek, menfaatler çerçevesinde dünyayı dilediği gibi tasarlamak mümkündü. Bu ideolojik çerçeve ile insanı, çevreyi, iklimi, suyu, toprağı kullandı, ona hükmetti. Dilediği yerde milyonlarca insanı katletmeyi, dilediği yerde çevreyi, suyu, toprağı zehirlemeyi kendisine hak gördü. Zira yeryüzünde kendisinden daha büyük ve hesap sorabilecek bir TANRI yoktu. Elinin erişebildiği tüm varlık âlemi onun mülküydü.
Madem Tanrı, GÜCÜ elinde bulunduran, iktidar sahibi, istisnaları var eden ve HESAP sorulamayandı, Güç (para ve teknoloji) Batının elinde olduğuna ve ona hesap sorulamadığına göre Tanrı oydu! Diğer insanlık ancak ona hizmet ettiği sürece değerli olabilecek, hizmet ettikleri kadar değer kazanacak hayvanlar gibiydiler. Hizmet etme becerisi olmayan ya da isyan edenler; tıpkı Kızılderililer, Aztekler, Afrikalılar, Hintliler, Çinliler, Vietnamlılar, Kamboçyalılar, Ruandalılar, Güney Amerikalılar, Afganlar, Iraklılar, Suriyeliler, şimdi de Filistinliler, Lübnanlılar, Yemenliler gibi hayvandan da aşağı yok edilmesi gereken zararlı varlıklardı. Nitekim İsrail Savunma Bakanı Yoav Golant yaptıkları katliamlarla ilgili gelen soruya: “Biz insansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz.”9 derken tam da bunu ifade etmeye çalışıyordu.
Batılı insanın edindiği güç ve teknoloji ile kendisini “değer tayin eden” dünyanın merkezi/Tanrısı görmesi; onu kibirli, bencil, narsist, çıkarcılığı kutsayan egoist bir varlığa dönüştürdü. Ki onun kendisine GERİ KALMIŞLARI medenileştirme, çağdaşlaştırma, geliştirme, ilerletme yani vahşileri evcilleştirip İNSAN yapma misyonu vermesi sanırım yukarıdaki sıfatların en bariz delilidir.
Batılılar, evrimin eriştiği En YÜCE insan Modeli olarak diğer gelişmemiş insanlardan daha lüks ve konfor içinde yaşama, onları YÖNETME, mallarını, kaynaklarını, enerjilerini kontrol etme, el koyma, aldatma, kandırma, tefecilik/kredi/borsa/kumar kuruluşları yoluyla soyma, direnenleri öldürme, işkence ile terbiye etme, ahlak ve din dayatma hakkına DOĞAL olarak sahiptirler. Onlar gelişmemişlerin ülkelerine ordular, toplar, tüfekler, rambolar, savaş uçakları, uçak gemileri, füzeler, SİHAlar vs. ile gidebilirken, gelişmemişler onların ülkelerine turist olarak gidebilmek için özel pasaportlar edinmek zorundadırlar. Onlar için bunlar vahşileri terbiye etmek için gerekli enstrümanlardan başka bir şey değillerdir.
Hâlbuki Batı, insani eylemlerle değil 400 yıllık korsanlık, yağma, sömürü ve katliamlarla diğer kavimleri soyarak GÜÇ ve ZENGİNLİĞE ulaştı. Girdiği hiçbir yerden kolay kolay çıkmadı. Çıktıklarından ise arkasında büyük katliamlar ve kan gölleri bırakarak çıktı. Ve bu uğurda kutsallarını dağıta dağıta kendi için inanabilecek, ardına düşebilecek, muhafaza edilebilecek hiçbir ahlaki ve insani değer bırakmadı. Öyle ki, artık ahlak ve erdem diye insanlığın önüne koydukları seçkinci bir azınlığın günlük histeri nöbetlerine ya da seksüel fantezilerine göre değiştirilebilir, tanımlanabilir oldu.
Bu insan modeli kendi menfaati, egosu, rahatı ve şehveti uğrunda tüm kutsallarını ve tüm varlık âlemini ateşe atabilecek bir varlık olduğunu Filistin’de kasıtlı olarak çocuk hastanelerini, ambulansları, BM Güvenli Bölgelerini, Okulları, Gazetecileri vururken, kimin elinde olduğunu umursamadan çağrı cihazlarını patlatırken gösterdi.
Buna karşılık Batı Uygarlığının karşısında mülkün Allah’ın olduğuna inanan bir uygarlık var. Ona göre her şey hesabı bir gün sorulmak üzere insanlığa emanet olarak verilmiştir. İnsan dilediği gibi kazanamadığı gibi dilediği gibi de harcayamaz.
Her varlık gibi her insan da Allah tarafından yaratılmıştır. Allah kimseyi onaylamamıştır dolayısı ile kimse kendini üstün, yüce, muhteşem, kurtulmuş ilan edemez. Yüce olan yalnız Allah’tır (Kulhüvallahu ehad). Kimse helal haram sınırından istisna değildir. Kanunlar herkes içindir. “Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyecek aldatmayacaksın, kendi namusuna da başkalarının namusuna da bir EMANET olarak dikkat edeceksin, İyilikte yardımlaşacak kötülüğü beraberce def edeceksin10” hükümlerinden Müslüman, gayr-i müslim, yönetici, köle, fakir, zengin, Kuzeyli, Güneyli, siyah, beyaz herkes sorumludur.
Ancak kendisini Tanrı ilan etmemek yetmez. Bu dinin akidesi “LA İLAHE”, tüm Tanrı müsveddelerine, taklitlerine de HAYIR demeyi de gerektirir. Kendini özel, süper, yüce, asil, yeryüzünün Tanrı’sı, İlahı, Rabbi, Tağutu olarak tanımlayan her şahıs, kurum, millet ya da müstemlekeci onun hedefindedir.
Bu düşüncenin ürettiği insan tipi hâlâ binlerce yıllık değerlere sahip çıkabiliyor. Tanrı’ya, Ahirete, ahlaka, erdemlere, sadakate, vefaya, aileye, namusa, akrabalığa, dostluğa, dine, fedakârlığa, paylaşıma inanabiliyor. Bunları kendi menfaatinden hatta canından daha üstün tutabiliyor. Gördüğü onca zulme rağmen uğradığı onca katliamlara rağmen kendi canı pahasına sivilleri vurmayı reddeden Filistinliler ve Lübnanlılar gibi.
Dikkat edilirse bir tarafta kendilerini; özel, yüce, seçilmiş, dünyanın sahibi, insanlığın en gelişmiş modeli gören, herkesin kendisine boyun eğmesini isteyen HOMO DEUS (Tanrı İnsan), diğer tarafta Allah’tan başka hiçbir şeye boyun eğmemeyi akide kabul etmiş Mü’min insan var.
Birisi varlığını koruyabilmek için BOYUN eğdirmek, diğeri varlığını koruyabilmek için boyun eğmemek zorunda olan iki uygarlığın aynı anda aynı yerde bulunmaları mümkün değildir.
Bu nedenle: Yeryüzünde modernite karşısında CANLI kalabilen tek din olan İSLAM’a ,seküler Dinlerin ve sömürgeciliğin kendini DAYATTIĞI her yerde -eğer Müslümanlar hâlâ DİRİ iseler- çatışma kaçınılmazdır.
Bu çatışma şahsiyetini korumayı becerebilmiş tüm yenilmişler için ertelenebilir ancak kaçınılmazdır.
Eğer “HAYA”mız “HAYATİYETİMİZİ duruyor ve DİRİ kalmayı başarabilecek kadar şahsiyetimizi koruyabilmişsek bizim için de durum budur.
Sonsöz
Yazıyı yine Wael Hallaq ile nihayete erdirelim:
“Üç yüz yıllık deneyimden sonra artık net olarak biliyoruz ki; Batı projesi büyük bir başarısızlık ile sonuçlandı. Hatta bu proje yıkımın hem kaynağı hem de aracı oldu. Bahsi geçen proje; çevresel tahribat, toplumsal doku ve aile yapısının bozulması ve son zamanlarda ruhsal yıkım, bireyin psikolojik açıdan parçalanması ve benliğin içinin boşaltılması gibi neticeleri doğurdu.
Gazze, gelecekte hepimizi bekleyen felaketin en çarpıcı örneği. Ne yazık ki, insanlar yeni yeni İsrail’in Gazze’de yaptığı katliam ile sanayileşmiş uluslar tarafından gerçekleştirilen çevresel yıkımın aynı zihnin, aynı hayata, insana ve doğaya bakışın zorunlu sonucu olduğunu anlamaya başladılar. Batının, dünyanın başına sardığı Modern ulus-devlet ve onun siyasi, ekonomik ve sosyal anlayışı bizi uçuruma sürüklüyor. Eğer bu gücün üstesinden gelemez ve onun yerine hakiki bir ahlaki yaşam anlayışı yerleştirmezsek yok olacağız.” 11
Eğer bu saldırının üstesinden gelemez ve hakiki bir AHLAKİ hayat anlayışı yerleştiremezsek muhtemelen YOK olacağız.
Bizim de kanaatimiz budur.
Her Taraf / Ahmet Hakan Çakıcı