Bir İsme Sahip Olmak Bu Kadar mı Sancılı Olurmuş?

Koca yürekli küçüklerimiz bir isme sahip olmak için dedenin kapısına dayanırlar. Sonrasinda ne mi olur? Kendilerine yakışır, 'Kerim Kitap'ta övülmüş o isim bulunacaktir..

3.Bölüm

Gökyüzü simsiyah bulutlarla kapanmış, gürüldemeye başlamıştı. Birazdan çok şiddetli bir yağmur yağacağının habercisiydi bu gürüldeme. Dilhan dede, ucu bucağı görünmeyen bir arazide yürürken, araziyi kaplayan yemyeşil çimenlerle gökyüzünü kaplayan yağmur bulutlarının griliğinin, nasıl da birbirine uyum sağladığını hayretler içerisinde seyrediyordu.

-Ben neredeyim yahu? Diyordu kendi kendine.

-Buraya nasıl geldim ben? Burası köyüme de benzemiyor. Ne kadar güzel bir yer burası. Her taraf yemyeşil. Ama ben buraya nasıl geldim? Nereye gidiyorum?

Dilhan dede bir yandan yürüyor, bir yandan yemyeşil çimenlerin arasına serpiştirilmiş birbirinden güzel çiçeklere basmamak için dikkat ediyor ve bir yandan da buraya nasıl geldiğini merak ediyordu. Bu düşüncelerle yürürken, birden gökyüzü tekrar olanca şiddetiyle gürüldemeye başladı.

– Eyvah. Dedi dede.

– Yağmur yağacak. Şimdi bir de yağmura tutulursam sırılsıklam olurum. Hastalanırım. Benim huyum da pek fena. Hastalandım mı pek huysuz olurum.

Sonra, aklına bir şey gelmiş gibi birden durup işaret parmağını alnına götürdü. Hani şu düşündüğünü gösteren ifade varya, hah, işten ondan yaptı. Ve sesli düşünmeye başladı.

– Çok tuhaf, ben biraz önce kendime huysuz mu dedim? Kendimi, kendime şikayet mi ettim. Allah Allah. Hiç de huysuz değilim. O da nerden çıktı. Ama ben nerdeyim yahu. Kimsecikler de yok. Yağmur da yağacak şimdi.

Ne yapacağını bilmez bir halde etrafına bakınıyordu Dilhan dede. Ne yapacaktı şimdi? Yağmurdan sakınacak bir kulube olsaydı bari. Ama yoktu. Her taraf uçsuz bucaksız bir araziydi. Ağaç bile yoktu. Öylece çaresiz ve yorgun, başına geleceklere razı olmuş bir vaziyette duruyordu. Yürüse bir türlü, yürümese bir türlüydü.

– Dedeee, dedeee, dedeeeeeee.

Arkasından bir ses onu çağırıyordu sanki.

Sesin geldiği yöne döndü. Ama kimsecikleri göremedi. Ses yine tekrarladı.

– Dedeee, burdayım, tam önündeyim
Sesi duyuyor, ama sesin sahibini göremiyordu.

– Dedee, iyi bak tam karşındayım.

Dilhan dede, iyice ve dikkatlice bakınca, havada bir sağa, bir sola sallanan bir yağmur tanesi gördü. Başkada yağmur tanesi yoktu etrafta. İnanmak istemedi önce. Yağmur tanesi konuşuyor olamazdı.

– Dedee, acele etmemiz lazım, dedee, duyuyor musun beni?

– E..ee…eeevet, duyuyorum seni ama sen, sen bir yağmur tanesi, konuşuyorsun.

– Elbette konuşuyorum. Yağmurlar konuşamaz mı yani? Konuşabilen sadece siz misiniz?

– Çok açık sözlü ve biraz da ukalasın yağmur tanesi. Adın ne senin bakiim? Ne şirin şeysin sen öyle. Biliyor musun yağmur tanecik, ben çok güzel yemekler yaparım. Parmaklarını yalarsın. Hele bir tereyağlı bulgur pila….

– Dedee, kendine gel, bırak bunları şimdi, acele etmemiz lazım diyorum, sen bana yemekten bahsediyorsun. Hadi, gitmemiz lazım.
Dilhan dede birden kendine geldi. Ne zaman biriyle tanışsa, hemen otomatiğe bağlar ve yemeklerinden bahsederdi. Karşısında yağmur taneciğini görünce kanı kaynadı ve nerede olduğunu nereye gitmeleri gerektiğini, yağacak olan yağmuru unutuverdi. İki eliyle, sanki bir çocuğun yanaklarını okşuyormuşcasına yağmuru kavramaya çalıştı.

– Ne kadar şirin şeysin sen öyle, oyyy.

– Yahu dede, kendine gel, çocuk değilim ben. Tam 893 yaşındayım. Bırak bunları gidelim hemen.

– 893 yaşında bir yağmur taneciği olarak oldukça genç ve şirin görünüyorsun. Bunu neye borçlu olduğunu söylesen ya bana.

Yağmur tanesi, dedenin söylediklerine aldırmıyordu.

– Hadi dede, avucunun içine al beni.

– Avucumun içine mi?

– Evet, fazla soru sorma lütfen, dediğimi yap, fazla vaktimiz yok. Birazdan fırtına başlayacak.

Dilhan dede, yağmur tanesini avucunun içine alır almaz ayakları yerden kesilip yükselmeye başladı. Yerden oldukça yükseklerdeydi şimdi. Yerden yüksekte ve bulutlara yakın.

– Sıkı tutun dedee. Diye seslendi yağmur tanesi.

İki eliyle sıkıca kavradığı yağmur tanesi onu yükseklere, taa bulutların seviyesine kadar çıkarmış, ve güneşin istikametine doğru ilerlemeye başlamıştı. Çok tuhaftı, aslında yükseklerden oldukça korkardı, ama bu sefer garip duygular içindeydi. Bulutların arasından hızlıca geçiyorlardı.

– Nereye gidiyoruz yağmurcuk? Diye seslendi avucunun içindeki yağmur tanesine.

– Az sabret, dede. Gelmek üzereyiz.

Çok fazla sürmedi, yağmur taneciği yavaş yavaş alçalmaya başladı. Alçala alçala ilerliyorlardı ki, tam karşılarında kocaman bir ağaç belirdi. Bu küçük müslümanların buluştuğu o kuru ağaca çok benziyordu. Tıpkısının aynısıydı sanki. Fakat bu, o kadar büyüktü ki gövdesi ve dalları bulutlara kadar uzanıyordu.

– Biraz hızlı gitmiyor musun yağmurcuk?

Yağmur tanesinden ses yoktu. Dede, endişeyle avucunun içinde sıkıca kavradığı yağmur taneciğine biraz yaklaşarak ve biraz da sesini yükselterek tekrar sordu. Fakat yine cevap alamadı. Bu arada ağaca yaklaşmaya devam ediyorlardı. Bu hızla böyle uçarlarsa, ağaçla çok fena tokuşacaklardı. Dilhan Dede, bir yandan yönünü değiştirmek ve yavaşlamak için uğraşırken, bir yandan yağmur taneciğine sesleniyordu. Fakat yağmur taneciğinden hiç ses yoktu. Dedeyi büyük korku kaplamıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Ya da şöyle mi diyelim; artık yapacak hiçbir şey yoktu. Ağaçla çarpışacaktı ve artık başına neler gelecekti çok merak ediyordu. İçinden bildiği tüm duaları okudu.

” Allahım, şu avucumda beni bir felakete götüren yağmurcuğun hızını yavaşlat. Şu karşımda biraz sonra çarpışacağım ağacı pambık gibi yapıver ya Rabbim.”

Diye dualar ederken birden ağaçla öylesine bir çarpışması vardı ki, görmeliydiniz. Hala aklıma geldikçe gülmeden edemiyorum. Tamam itiraf edeyim kahkahalarımı tutamıyorum.

Dilhan dede, olanca hızıyla ağaca çarpıp sırtüstü yere çakılıvermişti. Ayakları ve kolları makas gibi açılmış, takatı kesilmiş, gözleri fal taşı gibi pörtlemiş vaziyette gökyüzüne bakıyor gibi bir hali vardı. Bulutlar akıp gidiyordu gökyüzünde. Ne olduğuna ve tüm bunların ne anlama geldiğine bir türlü anlam veremiyordu. Bu kadarı Dilhan dede için çok fazlaydı. Birazcık kendine gelip tam ayaklanacaktı ki bu sefer nereden geldikleri belli olmayan altı tane kuş belirdi. Dedenin etrafında daire yapmış uçuşuyorlar ve sanki, ”dedeCİİİK, dedeCİİİK, dedeCİİİK” diye ötüşüyorlardı. Dilhan dede o kadar sarsılmıştı ki, yerinden kıpırdayamıyor, sadece gözleriyle kuşları takip ediyordu. Kuşlar öyle, ”dedeCİİİK” diye ötüşüp uçuşurlarken bir müddet sonra alçalmaya başladılar. Sırayla dedenin alnına konup gagalarıyla ikişer defa alnını gagalamaya başladılar. Her gagalayışlarında alnından ”TAK, TAK” diye sesler geliyordu.

– Durun kuşlar, yapmayın. Ben size ne yaptım? Beni neden gagalıyorsunuz?

Diye seslenmek istiyor ama dili bir türlü dönmüyordu. En nihayetinde, sıradaki kuş, alnına konup ve ”dedeCİİİK” diye sesli bir şekilde bağırıp gagasıyla alnına kuvvetlice vuruncaaa…

Evet değerli arkadaşlar, sizce ne olmuş olabilir? Doğru tahmin ettiniz. Kuş, gagasıyla alnına kuvvetlice vurunca Dilhan dede, görmüş olduğu rüyasından kan ter içinde uyanıverdi. Nefes nefese kalmıştı. Uzandığı somyadan doğruldu ve kafasına vurmaya başladı.

– Ah ihtiyar. Kaç defa söyledim sana öğle uykusuna yatma diye .

Bir yandan kendi kendine söylenirken, bir yandan kafasına vurmaya devam ediyordu. Kafasına vurdukça rüyasında kuşların alnını gagalarken çıkardığı sesi işitmeye başladı yeniden. ”TAK TAK, TAK TAK”. Önce bunadığını düşündü dede. Sonra kafasına vurmayı bırakınca, bu seslerin kapıdan geldiğini anlaması uzun sürmedi. Çok şükür ki uzun sürmedi. Kapıyı inatla çalanların sabrı taşmak üzereydi çünkü.

Dede kapıyı açtığında, karşısında bizim küçük müslümanları buldu.

– Nerdesin dedee, kapıyı niye açmıyorsun? Diye homurdandı küçük Meryem.

– Kapıya onyüzbin kere vurduk. Dedi büyük Meryem birazcık abartarak.

– Çok acıktık dede, yemek var mı? dedi Baba Salih.

Fiyaka İbrahimin ise hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi. Elleri cebinde, ne zaman içeri gireceğiz diye merakla bekliyordu. Minnoş Neyza ve Hanne kuzu, kapı açılır açılmaz zaten içeri sıvışmışlardı bile.

Dilhan dede, çocukları içeri buyur ederken, az önce görmüş olduğu rüyanın etkisindeydi hala.

4.Bölüm

– Bir türlü karar veremiyoruz dede. Sence ismimiz ne olmalı?

Dihan dede, işaret parmağını alnına götürdü. Hani şu düşündüğünü gösteren ifade vardı ya, hah işten ondan yaptı. Ve sesli düşünmeye başladı.

-Hmmm

Sonra oturduğu yerden kalktı, odanın içinde yürümeye başladı.

-Hmmmm

Daha sonra aklına bir fikir gelmiş gibi kitaplığına yöneldi. Üst raflarda büyük ve kalın ciltli kitaplardan birini alıp sayfalarını karıştırmaya koyuldu. Aradığını bulamamış olmalıydı ki onu yerine koyup bir başka kitabı aldı eline. Sonra diğerini. Ve sonra diğerini. Her halde on tane kitabı böyle karıştırdıktan sonra, aradığını bulmuş gibi bir heyecanla nihayet elindeki kitapla masasına oturdu, üst üste yığılmış kitap ve kağıtların altını deşeleyerek arayıp bulduğu defterini açtı ve yazmaya başladı. Yazıyor da yazıyordu. Yazıyor da yazıyordu.

Çocuklar merakla Dilhan dedeyi seyrediyorlar ve yaptıklarına bir anlam veremiyorlardı. Bir isim bulmak bu kadar zor olmamalıydı herhalde. Yoksa zor muydu hakikaten? Ne dersiniz? Bir şeye isim vermek sizce ne kadar zordur? Yahut ne kadar kolay? Hiç düşündünüz mü?

Hanne kuzu dayanamadı.

– Dedee, ne yazıyorsun o kadar çok.
Dede, hanne kuzunun sesini işitince, birden kafasını kaldırdı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Çocukların meraklı bakışları Dilhan dedeyi kendine getirmişti.

– Ha…şey….yok çocuklar. İki gündür bir konuyu araştırıyordum da onunla ilgili bir fikir geldi aklıma. Unutmadan onu yazayım derken sizi unutmuşum. Kusuruma bakmayın.

– Dede, ismimiz ne olacak peki? Diye hep bir ağızdan tekrar sordular dedeye.

– Evet, doğru ya, size bir isim bulacaktık değil mi? Biraz düşünelim bakalım. Yapmak istediklerinize bakılırsa, bu çok özel bir isim olmalı çocuklar. Öyle ki, hafızalarda yer etmeli. Çünkü sizler unutulmaya başlamış olan şeyleri tekrar hatırlatmak istiyorsunuz. Bu çok büyük bir görev.

Dilhan Dede, oturduğu yerden kalkıp kütüphanesindeki Kuran’ı Kerim’i aldı ve ilgili sayfayı açıp okumaya başladı.

الرَّحِيمِ الرَّحْمَٰنِ اللَّهِ بِسْمِ
فَاٰتٰيهُمُ اللّٰهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْاٰخِرَةِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۟
Allah onlara, hem bu dünya ödülünün hem de âhiret ödülünün en güzelini bahşetti: Allah iyilik edenleri sever.
               (Al-i İmran Suresi 148)

-İyilik yapmak, kolay gibi görünse de aslında birazcık zordur çocuklar. Allah bizi ödüllendirecekse, kolay şeyler için değil, asıl zor olanı başarmak istediğimiz için ödüllendirir. Kolay olanı herkes yapar, öyle değil mi? Zor olanı başarmak önemli değildir. Önemli olan, zor olanı başarmaya niyet etmek ve Allah’tan yardım dilemektir.

Dilhan dede, gözlüğünü çıkarıp çocuklara biraz yaklaştı ve:

– Bunu başarmak, zor olanı başarmaktan daha önemlidir, unutmayın.

Sonra, tekrar hızla masaya doğru yönelerek devam etti konuşmasına:

-O yüzden çocuklar, sizin isminiz çok müstesna olmalı. Biraz düşünmeliyim.

Dilhan dede, işaret parmağını alnına götürdü, hani şu düşündüğünü gösteren ifade vardı ya, işten ondan yaptı yine. Ve sesli düşünmeye başladı.

-Hmmm.

Dilhan Dede, yine odanın içerisinde bizim çoçukların meraklı bakışları içinde hem dolanıyor ve hem de düşünüyordu.

-Buldum çocuklar. Buldum.

Diye atıldı dede heyecanla. Aklına parlak bir fikir geldiği her halinden anlaşılıyordu.

-Sizin isminiz bundan böyle ”KÜÇÜK MÜSLÜMANLAR” olsun. Biz ”büyük müslümanlar”ın unuttuğunu bizlere tekrar hatırlatacak olan,

”KÜÇÜK MÜSLÜMANLAR”!

 

Mehmet Akif Coşkun