Bilgi

Kaynağı, değeri, formu ve konusu ne olursa olsun; dinsel, sanatsal, bilimsel, felsefi, sosyal, doğal, teknik ve amiyane bilgiler, ‘genel bilgi’ kavramının kapsamında olup, bilginin değişik türleridir. Bilginin varlığı insanın varlığıyla başlar.

               Bilgi: bilen (özne) ile bilinen(nesne) arasındaki ilişki veya bilme eyleminin belli bir anlatım şekline bürünmüş sonucudur. Sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için “malumat” kelimesiyle de karşılanabilir. Bilenin, yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla karşılayıp anlamasına “ihata” (tam ve mükemmel şekilde anlama), onu tam olarak kavramasına “vukuf” (anlama, bilme, haberli olma), aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da “rüsuh” (sağlam olma, geniş bilgi) denilmektedir. Bilgide kesinliği ve gerçeğe uygunluğu ifade etmek için “yakin” terimi, kesinliğe yakınlaşma ve  uzaklaşmayı  ifade etmek için de “zan, şek (şüphe-reyb), vehim” terimleri kullanılır. Bilginin tam zıddı olan bilgisizlik ise “cehl” kelimesi ile ifade edilir. Bilgi,  bir şeyin varlığından haberdar olmak şeklinde de tanımlanmaktadır.

            Bilgiyi, Kindi, “eşyanın hakikatleriyle kavranması”;  Farabi, “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyeti ile ilgili olarak akılda kesin hükmün hasıl olması”; İhvan-i Sefa, “bilenin zihninde bilinenin formunun oluşması”; Cürcani, “düşüncenin gerçeğe tam uygun olması”; Tehanevi, “kesinlik ifade etsin etmesin bir kavram ve bir önermenin algılanmasıdır” şeklinde tanımlamışlardır.

            Esasen ilk kaynağı yönünden tamamen ilahi olan bilgiyi, sonuç itibariyle ikiye ayırabiliriz: İlahi  bilgi ve beşeri bilgi. İlahi bilgi, Allah’tan gelen bilgidir; ve bu bilgi mutlak /kesin bilgidir. Beşeri bilgi ise insana ait olan bilgidir. Bu bilgi kesinliğe sahip olmayıp, imkanı, gücü ve bütün yönleriyle sınırlıdır.  İlk bilgi(sabık bilgi) insana Allah tarafından verilmiştir: “Ve O, Adem’e her şeyin ismini öğretti…”(Bakara, 31) Her şeyin isminin öğretilmesi ilahi bilginin bir bölümünün insana aktarılması; ona maddenin, eylemin  ve niteliğin bilgisinin verilmesi; kavrama, ayırt etme, ifade etme melekesine sahip kılınması ve insana bilgi edinme donanımlarının; akıl, ruh, kalb, sezgi ve duyu organlarının verilmiş olması anlamındadır. Varlık aleminin tanıtılması ve isimlendirilmesi bilgisi, kapsayıcılığı ve içeriği itibariyle insan düzeyinde sınırlı bir bilgi olup, bu bilgi nesnenin zatına, özüne, temel esasına ve sırrına ait bir bilgi değildir. Örneğin ruh bilgisi, cennet cehennem bilgisi gibi.

İlahi bilginin insana aktarılmasının tek yolu vardır o da vahiydir. Vahiyden başka yolların olduğu iddiası,  bizzat vahiy tarafından şirk olarak nitelendirilmiştir. Sonsuz bilgi sahibi olan Allah’ın bilgisine sahip olmanın yolu sadece vahiyden ibarettir.  Vahiy de yalnızca Allah tarafından seçilen/görevlendirilen peygamberler aracılığıyla bilgi dünyamıza aktarılmıştır. Yaratılış özelliği gereği insanın, vahyin bildirdiği bilginin  dışındaki ilahi bilgiyi elde etme gücü ve imkanı yoktur. Allah, insana beşeri düzeyde sınırlı bilgi edinme imkanı vermiştir. Ve insan bilgiye ancak şu yollarla ulaşabilir: a) “şey”in, (Yaratan, yaratılan, canlı, cansız ne varsa  kısaca her şey) kendisinin  algılanması: insanın duyu organlarıyla elde ettiği bilgidır; örneğin, araba, kalem, kağıt vs. gözlerimizle gördüğümüz şeyler gibi. b) “şey”in   eserinin (izinin)  algılanmasıyla elde edilen bilgi: Gözümüzle görmediğimiz halde,  bildiğimiz bir şey’in varlığının belirtisine bakarak o şeyin ne olduğunun bilinmesi; c)  Sadık haber, doğru haber yoluyla elde edilen bilgi: peygamberlerin haberleri, doğruluğuna inandığımız ve güvendiğimiz kişi ve kurumlardan edindiğimiz bilgiler.

Bilgiyi, edinme araçları açısından, vahiy, duyular, akıl ve kalbi sezgi olarak sınıflandırabiliriz. Kur’an kalbin akledici fonksiyonlarından söz etmektedir: “Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin ? Ne var ki onlarda kör olan gözler değil; kör olan göğüslerdeki kalplerdir!” (Hac,  46); ayrıca  7/179,  17/36, 45/23 ayetler. Akıl için düşünme, göz için görme, kulak için işitme neyse kalp için de idrak etme odur. Kalbin duyu organlarımız ve aklımızın yapıp etmeleriyle yakın ilişkisi vardır.  Ona, gafletin karşıtı olan basiretin ve fıtratın kumanda merkezi de denebilir.

            Kur’an, bilgiyi, bilgi değeri açısından şu şekilde kategorize etmiştir: a) İlme’l-yakin: kesin  olan akli ve nakli delillerin ifade ettiği bilgi. (tekasur, 4); b) Ayne’l-yakin: kesin açık seçik gözlem; (tekasur, 7); c) Hakka’l-yakin: bizzat yaşanarak idrak edilen bilgi. (Vakıa, 95; Hakka, 51). Ateşin yanıcı olduğunun bilgisi, ilme’l-yakin, yanmasının gözlemlenmesi/görülmesi ayne’l-yakin, ateşin insanı bizzat yakması ise hakka’l-yakin’dir.  Ölümden sonra dirilme bilgisi ilme’l-yakin’e; Hz. İbrahim’in kuşları parçalayıp ayrı ayrı dağlara koyup dirilmesine şahit olması ayne’l-yakin’e, öldürülüp diriltilen kimsenin hali hakka’l-yakin’e örnek verilebilir. (Bakara, 259-260)

            İnsan, edindiği bilgiyi düşünsel süreçten geçirerek ilk/sabık bilginin  yardımıyla  anlamlandırarak belli bir düşünceye(fikre) sahip olur. Bu düşünce, bilginin tanımladığı ‘şey’in gerçeğine uygunluğuna göre şu üç şekilde oluşur:  a) Yüzeysel düşünce; b) Derin  düşünce; c) Rasih  düşünce.  Yüzeysel düşünce, algıladığı şey’i veya eserini veya haberi konusunda yüzeysel gözlemle yetinen düşüncedir. Bu düşünce ‘şey’i  ve içeriğini yeterince açıklayamaz. Bilgi değeri oldukça düşük ve basittir. Derin düşünce: üzerinde yargıya varılan şey, şey’in eseri-izi- veya haberi konusunda gözlemin yanında konuyu derinlemesine ve kapsayıcı şekilde, ayrıntıları ve içeriği de dikkate alan düşüncedir. Bu düşünce ‘şey’in içeriğine ve gerçekliğine daha uygun olmayı sağlayan bir yapıya sahiptir. Rasih  düşünce ise: Yüzeysel ve derin düşüncenin koşulları ile birlikte ‘şey’in kendisiyle  dolaylı veya dolaysız ilgisi olan diğer şeyleri de dikkate alarak varılan hükümdür. Bu görüş yalnızca inceleme ve araştırma sonunda elde edilir; taklit edilerek elde edilemez.

            Kaynağı, değeri, formu ve konusu ne olursa olsun; dinsel, sanatsal, bilimsel, felsefi, sosyal, doğal, teknik ve amiyane bilgiler, ‘genel bilgi’  kavramının kapsamında olup,  bilginin değişik türleridir. Bilginin varlığı insanın varlığıyla başlar. “Beşeri” olarak tanımladığımız bilgiye sahip olma, yalnızca insana özgü bir özelliktir. İnsan, aklı olan ve iradesiyle hareket edebilen tek varlıktır. Ancak bilgi, bizzat bir varlık olmayıp zihinsel bir etkinliktir. Diğer bir deyimle amaç değil araçtır. ‘Batılı Bilginin’ bizzat kendisine yönelmesi , kendini merkeze alması, kendini belirleyici sayması ve kendi dışında gerçeklik tanımaması, ilahi bilgiyi, bilgi değeri açısından dikkate almamasıdır.  Bilgiyi amaç edinmesidir.

İslam felsefesinde bilgi konusu, mantık ve daha geniş olarak ta psikoloji çerçevesinde ele alınmıştır. Bu disiplin, bilen özne olarak insanın fizyolojik yapısını da hesaba katar ve onu bir bütün olarak kabul eder. İnsanın bilgiye ulaşması; duygu, duyu, vehim, hayal, düşün ve bilme gibi veriler dikkate alınarak belli bir sistematik  çerçevesinde mümkün olur.

            Kelamcılar bilginin bilimsel yönü/değeri üzerindeki çalışmalarında bilginin kaynağı ve imkanı üzerinde durmuşlardır. Filozoflar ise bu konuda rasyonel psikolojiyi; mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya çalışılan bilgi türü olan kazanılmış (kesbi) bilgiye karşılık, ledünni bilgiyi (batınî/tasavufi sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre ledünni/tasavufi bilgi:  kalbin Allah’ın nuruyla aydınlanmasıdır ve bu bilgi sufinin kazancı değil Allah’ın lütfudur.”  Bu anlayış “bilgide şirk”i  de beraberinde getirmektedir. Bu, vehimin, zannın, kuruntuların ve halüsinasyonların, İlahi bilgiyle eşdeğer tutulmasıdır. Bu anlayışa göre, tasavufi bilgide yanılma yoktur!. Bilgi doğrudan ilahi kaynaktan alındığı için (hatta ilahi bilginin kendisi olduğu için) doğruluğu kesinlik  ifade etmektedir. Bu konuda  kategorik  olarak bilginin en üst değeri olan  hakka’l-yakin  ögesini kendi anlayışlarına göre çarpıtan tasavvufa göre  Hakka’l-yakin bilgi: “Kulun Allah’ta fani olması ve O’nunla yalnız ilmen değil, hem ilim hem müşahede hem de hal itibariyle beka (ebedilik, sonu olmama) bulmasıdır.” İç müşahede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir.

            Maturidi’ye göre bilen insan ile bilinen eşya arasında irtibat kurulabilir. Bu irtibat gerçektir ve bunun sonunda meydana gelen bilgi arızi, hayali veya izafi olmayıp gerçekliği  yansıtır.

            Mutezile kelamcıları bilgiyi, “bir şeyi realitesine uygun bir şekilde tanıyıp benimsemektir” şeklinde tanımlamışlardır. Bu tanıma göre taklidi imanın bir değeri yoktur. Diğer bir anlatımla  bilgisiz imanın, iman değeri yoktur.  Oysaki iman ve bilgi birbirine karşı şeyler olmadığı gibi ayni şeyler de değildirler. Zira aynı bilgiye sahip olan iki insandan biri inandığı halde diğeri inanmayabilmektedir. Bilmek, inanmayı tek başına zorunlu kılan bir faktör değildir. Ancak, bilgi  imanın gerçekleşmesinde olmazsa olmaz bir öneme sahiptir. Hakkında bilgi sahibi olunmadan; inanılacak şeyin ne olduğu bilinmeden, iman gerçekleşmez.  İman, bilginin tasdik edilmiş halidir. Bilgisiz iman olmaz derken bilgi mutlaka imanı gerçekleştirir demiş olmamalıyız. Aksi halde bilgisi olan herkesin aynı zamanda iman etmiş olması da gerekirdi. Bilgi iman için gerekli ancak tek başına yeterli değildir. İman etmek için, akletmenin,  duyu organlarının  ve kalbi sezginin devrede olması, heva ve hevesin isteklerine uyulmaması  gerekir. Kitap ehli  Peygamberi çocuklarını tanır gibi tanıdıkları halde  heva ve heveslerine uydukları için gerçeğe uymuyorlardı: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanır gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup, bile bile  hakkı gizliyor.” (Bakara, 146)

            Buraya kadar yapmaya çalıştığımız  tanımlarla daha çok bilginin genel olarak ne demek olduğunu anlatmaya, onun “malumat/atıf” yönünü tanımlamaya çalıştık. Ancak bilgi konusunda esas üzerinde durulması gereken şey, onun temel zihni faaliyeti olan düşünsel süreçten sonra ortaya çıkardığı düşüncedir. Bu bağlamda bilgiyi: İslami bilgi ve onun karşıtı anlamında cahili bilgi olarak ikiye ayırabiliriz. Şimdi İslami bilgi ile cahili bilgiyi tanımlamaya ve cahili bilgiyi batılı bilgi örnekliğinde ele almaya çalışalım.

            Bu iki bilgi türü arasındaki temel fark, batılı (cahili) bilginin kendisini tümüyle gerçek/yanılgısız bilgi olduğunu iddia etmesine; “bilimsel bilgiyi” temel referans olarak görmesine karşın, İslami bilgi, kendisini İlahi ve beşeri bilgi olarak ikiye ayırmaktadır. İlahi bilgi olan vahiy, kesin ve mutlak doğru bilgidir. Beşeri bilgi ise insani özelliklerle sınırlı ve kayıtlı olup vahyi bilgiye bağlı olan bilgidir.

            Batılı bilgi bir karışımın ürünüdür. İslami bilginin oluşmasındaki netlik ve bütünlüğe karşılık batılı (cahili) bilgi  karışık/karmaşık bir bilgidir. Her türlü müdahaleye açık ve sürekli bir arayış ve kendini bulma çabası içindedir. Kararsız, tutarsız ve kendinden emin değildir.  Batılı bilgi, ilahi bilgiye kendi anlam sınırları içinde yer vermiş olsa da bunun, söz sahibi olması açısından bir değeri yoktur. Hiçbir kesinliği, değişmezliği ve belirleyiciliği olmayan bu sığıntı parçanın (batı türü ilahi bilginin) batının genel doğrularına, bilimsel bilgisine göre değişikliğe tabi tutulur ve onunla tamamen uyumlu hale getirilir. Batılı bilgi, eski Yunan felsefesi, Roma kültürü, Musevilik ve Hıristiyanlık inancı karışımıdır. Bu karışım aydınlanma döneminin materyalist potasında eritilerek bugünkü halini almıştır.

            Dinin temel talepleri (iman, ahiret, vahiy), tanımlayıcı ve belirleyici kurallar, batılı bilgi için değerlendirilmeleri mümkün olmayan önermelerdir. Zira Batılı bilgi için mutlak hakikat (gerçeklik)  diye bir şey yoktur. Yalnızca relatif (izafi) hakikatler vardır. Kesin ve tek önerme vardır o da şudur: “Kesin olan şey hiçbir şeyin kesin olamayacağıdır”!

            XIX. y.y. da J.F. Ferrier tarafından konulan adıyla epistemoloji (bilgi teorisi) disiplini, insan zihni ve melekesi üzerine geliştirdiği tahlillerle insan aklını ve bilgisini, bilginin değeri ve kaynaklığı adına tamamen bilimsel alanla sınırladı. Öyle ki deney konusu olamayan bilginin gerçeklik değeri yok sayıldı.

Batı, bilgiyi “tabiatı ve toplumu kontrol eden şey” diye tanımlamış; bireyin batı bilgi anlayışına uymayan birçok ihtiyacı yok sayılmıştır. Dünyayı epistemolojinin ilgi alanına hapsetmiştir ve bu hapishane ile insan yaratılış amacına uygun yaşamaktan alıkonmuştur.

 Oysaki  bilginin amacı ve hedefi,  insana yaratılışına uygun bir yaşam sağlamak  olmalıdır. Allah’sız(!) bir dünya ve yalnızca şimdiki hayat! Batılı bilginin bireye sunduğu yaşam tarzı işte budur. İlahi değerler, bilimsel bilginin kabullerine uymadığı için içleri boşaltılarak, kutsalı olmayan bir birey yaratılmıştır.

            İslami bilgi her yönü ile ilahi bilgiye dayanmaktadır. Müslüman, bilgisini hiyerarşik düzeni koruyarak yani alt bilgiyi üst bilgi olan ilahi bilgiye tabi kılarak anlamak, değerlendirmek, edinmek ve düzenlemek mecburiyetindedir. İslami pratikte bilginin hedefi ve amacı iyi insan oluşturmaktır. Onun için hayrı ve iyiliği  gerçekleştirmeyen bilgi, bilgi değildir. Bilgiye, düşünmeye ve öğrenmeye verilen önem aslında insana, insanın şahsına verilen önemdir. Bilgi insan için sadece bir malzemedir.

            Akleden insan bilir ki, bilginin kendisine belli bir yaşam tarzı önermek gibi pratik bir sonucu olması gerekir. Hayata anlam vereceği değerleri, zamanı, doğayı ve imkanları insanların yararına sunmada bilgi kendine düşeni gerçekleştirebilir türden olmalıdır.

            “Bilgi, değerli bir hayatı behemahal (kayıtsız ve şartsız ) tesis etmeli veya mümkün kılmalıdır. Denge ve adalet bilginin kesin amacı olmalıdır.” Ferdin kendisi ve kendisi dışındaki varlıklarla kuracağı ilişkide, dengeyi sağlaması ve adaleti gerçekleştirmesi ancak haddini bilen, yani kendisini yeterli görmeyip, vahyi kılavuzlayan  bilgi ile mümkündür. Diğer bir tanımla buna doğru bilgi de diyebiliriz. Doğru bilgiye sahip olmayan için  bilgisiz/cahil olmak daha iyidir.

            Adaletin veya zulmün gerçekleşmesinde bilginin büyük önemi vardır. İnsan yalnız dışındaki varlıklarla değil kendisiyle de adalet ve zulüm ilişkisi içerisindedir. Adaletin, neyin nereye ait olduğunu bilmekle alakası vardır. Had ve sınırların bilgisine vakıf olmakla ilgisi vardır”. Ve bunu gerçekleştirecek olan, isabetli karar vermeyi sağlayacak olan, vahyi ölçü alan doğru bilgidir. Bu ölçüden yoksun olan batılı bilgi en başta insanın kendisine zulmetmesidir.

            Akıl tek başına doğruyu ve yanlışı belirlemede ölçü değildir. Vahyi bilginin koyduğu kuralı akıl yanlışlayamaz.  Zira “akıl tek başına gelişebilme gücüne sahip değildir.” Onun daima duyguya, kalbe, ruha, sezgiye ihtiyacı vardır. Bu olguları bir birinden ayırmak veya ayrı görmek körlüktür; aklın körlüğü, kalbin körlüğü veya sezginin körlüğü. Bu alanların bir biriyle kesin bir uygunluğu vardır. Ve bu uygunluk iman ile aklın, bilim ile dinin, iman ile bilimin birbirine yakınlığı  demektir.

            Bilimsel bilginin çizdiği sınırların dışında kalanı yok sayması, aklın haddini aşmasıdır.  Haddini bilen akıl, ‘akleden’ akıldır. Akletmek ise, ilahi bilgiye inanmak ve onun doğruluğunu  kabul etmektir. Tek başına bilgi (epistemoloji) bütün bir varlık alemini tanımlama, anlam verme ve insan hayatına bir amaç tespit etme gücüne/imkanına  sahip değildir.  Bu bağlamda bilgi/bilim inancın (vahyi bilginin) yerini alamaz.

            Vahiy, iyi ile kötüyü ayırt etmemizi sağlayan yol gösterici, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmamızı sağlayan  bir ölçüdür. Akıl bu yol gösterici ve ölçünün sayesinde edindiği bilgi ile salt bilginin veremediği, gerçekleştiremediği varlığı tanımlama, anlamlandırma ve insan hayatına bir amaç tespit etmeyi gerçekleştirir.

            Batılı bilgi, insanı insan yapan değerleri doğaya egemen olma hırsına kurban ederek öldürmüştür. Artık öldürecek bir şeyi  kalmamış, sıra kendisini öldürmeye gelmiştir.  Sorunları çözmek için yola çıkan batılı bilginin kendisi sorun olmuştur. Salt aklı ve bilgiyi/bilimi merkeze alan batılı bilgi, onun dışındaki bütün değerleri bilgiye kurban ederek öldürmüştür. Şimdi sıra kendi intiharına gelmiştir. Tıpkı akrebin intiharı gibi.

Allah bizi seçkin olarak yaratmış, bunun gereği olarak üstün özellikler vermiş ve yarattıklarının bir çoğunu bizim kontrolümüze vermiştir. Buna karşın gerçeklik (hak) ile rehberlik ve örneklik  etmek ve hak ile adaleti belirleyici yapma  görevini yerine getirmek  te bize düşmektedir. Bunun için gerekli olan şey doğru bilgidir. Kur’an hakkında kesin ve doğru bilgi sahibi olunmadan hiçbir bilgiye/’şey’e uymamayı istemektedir: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi  (hesap gününde) bundan sorguya çekilecektir!” (İsra, 36)