Kendi Hevesinin Oyuncağı Olmak
“Bugün ne gelmiş markete?” dedi manidar bir sesle gözlüklerinin üstünden bakan adam. “Valla bilmiyorum, yetişip aldım ama ne olduğuna bakmadım daha!” diye cevapladı soruyu kan ter içinde kalmış kadın.
Yeni pazarlama zihniyeti; peluş ayıcık, portatif piknik sandalyesi, yapışmaz teflon tava, kavanoz kapağı gibi hiç de hayati olmayan ürünlere sahip olabilmek için erkenden kaldırıp zincir mağazaların önünde bekletebiliyor insanları. Neden bu kadar vazgeçilmez olduklarını hiç kimsenin bilmediği böyle nevzuhur şeyler için birbirlerini itip kakabiliyor insanlar. Bu fotoğrafın altyazısı belli: Tüketimin oyuncağı haline gelmiş insanlar, güdülenmiş hevesler, şuursuzca dalgalanmalar… Biraz insafla bakabilsek içimizi acıtacak insanlık manzaraları bunlar… Bir kısmımızın değil, hepimizin arzettiği manzara bu! Hepimiz öyle ya da böyle bu acıklı tüketim albümünün bir sayfasında yakalanıyoruz deklanşörlere. Kim kendini bu fotoğrafların dışında olduğuna inandırmaya çalışıyorsa, bir yalana tutunuyor sadece.
“Nasıl atalarımız arasından filozoflar, şairler ve ahlak hocaları insanın yaşamak için mi çalıştığı yoksa çalışmak için mi yaşadığı sorusu üzerine kafa patlatmışlarsa, bugünlerde üzerinde en sık kafa patlatıldığını duyduğumuz ikilem insanın yaşamak için mi tükettiği yoksa tüketebilmek için mi yaşadığı sorusudur. Yani, biz hala tüketmekten ayrı olarak yaşamaktan söz edebiliyor muyuz ve buna ihtiyaç duyuyor muyuz?” diyor ‘Küreselleşme: Toplumsal Sonuçları’ kitabında Zygmunt Bauman.
Bir şey satın alıyorsun, günler, haftalar, aylar boyunca peşinden geliyor. Benzer başka şeyleri tutup tutup hevesimizin içine tıkıştırmaya çalışıyor. Bir şey izliyorsun, her yerden benzerleri öneriliyor. Bir şey giyiyorsun, bir şey yiyorsun, bir yere gidiyorsun, bütün bu ilgi ve tercihlerin kendilerini çoğaltarak çevreni kuşatıyor, seni adeta cendereye alıyor. Aşikar ki zihinlerimizle hepimiz bir ağın içindeyiz, dışına çıkmamız, yön değiştirmemiz, önceden kestirilemez şeyler yapmamız, ezberi bozmamız istenmiyor. Bir telekomünikasyon ağından çok bir örümcek ağı sanki bu! Gönüllü bulunmaktan çok bilinçli olarak ya da olmayarak mahsur kalmış durumdayız içinde! İçimizde her geçen gün büyüyen ve gittikçe şuursuzlaşan, tatmin olma duygusunu yitiren bir canavar büyüyor sanki. Bu tokluğun arayışı değil asla, açlığın kutsanışı… Ne bir doyma noktası var bu sürüklenişimizin, ne bir durma sınırı!
“Reklamcılık, ürünlerin reklamını yapmaktan çok, bir yaşam biçimi olarak tüketimi özendirme hizmeti vermektedir. Reklamcılık kitleleri yalnızca mallara değil, yeni deneyimlere ve kişisel doyuma da dayanılmaz bir açlık duymasını sağlayacak biçimde eğitir” diye yazmış Christopher Lasch, ‘Narsisizm Kültürü’ kitabında.
Belli ki bir şeyler satın almadan duramıyoruz. Her satın aldığımız şeyden sonra şuursuzca bir sonrakine yöneliyoruz. Bütün hayatımız bu satın alma döngüsünü finanse edebilmek için çalışmakla geçiyor. Hep bir sonrakini istediğimiz için elimizdeki hiçbir şeyin bir anlamı olmuyor, olamıyor. Dolayısıyla değiştirilemez biçimde mutsuzuz ve bu girdapta dönüp durduğumuz sürece hiçbir şey değişmeyecek bizim için, hayatlarımız için.
Bozuk plak, bazen hayatın takılıp kaldığı yerdir!
Yeni Şafak / Gökhan Özcan