Beden Dışı Üreme ve Şüphe Teknolojisi

İnsanlığın demokrasi, adalet, özgürlük gibi soyut kavramların üzerinde uzlaşamadığı açık. Ancak biyo-teknolojik gelişmeler somut ve katı kavramların anlamlarını da tartışmaya açıyor.

Çocukları olmayan Amerikalı Angel ve Jeff Wats çifti bundan bir kaç yıl önce tüp bebek tedavisi görmeye karar verir. İşlem sırasında 10 tane embriyo oluşur. Bu embriyolardan 4 tanesi kullanılır ve aile iki tane ikiz çocuk sahibi olur. Geriye kalan altı embriyonun ne olacağını düşünürler ve çift sosyal medyadan “kullanılmamış” 6 sağlıklı embriyolarının olduğunu, bunları çocukları olmayan bir çifte bağışlamak istediklerini duyururlar. USA Today’ın bildirdiğine göre duyuruda şöyle yazmaktadır: “…harika bir çifte bağışlamak için 6 günlükken dondurulmuş 6 iyi kalitede embriyomuz var.”

Kulağa tuhaf geliyor değil mi? İndirime giren şampuan ya da zeytinyağı reklâmı gibi… Üstelik embriyolar “dayanıklı tüketim ürünü” olarak sunuluyor. Şu ifade BBC’nin bir haberinde aynen yer alıyor: “NEDC’ye (Ulusal Embriyo Bağış Merkezi) göre, dondurulmuş embriyoların raf ömrü sonsuz.”
Kulağa ne denli tuhaf gelse de “IVF: In-Vitro Fertilization, yani tüp bebek tedavisi” bağlamında tartışılan sorulardan biri de bu: Kullanılmayan embriyolara ne oluyor?

BBC’nin 2020’de yayınladığı bir habere göre ABD’de şu anda kullanılmamış 1 milyon embriyo var. Bunlar dondurulup, anne-babanın rızasıyla bir başka kişiye ya da çifte çocuk sahibi olması için verilebiliyor. Örneğin geçtiğimiz yıl, 1992’de dondurulan bir embriyo, tam 27 yıl sonra dünyaya getirildi.
Üreme için biyo-teknolojinin sağladığı fırsat çeşitliliği hayli fazla. Bundan bir kaç yıl önce Amerika’da bir kadın, taşıyıcı annelik yöntemiyle, kendi çocuğunun çocuğunu (diğer bir ifadeyle kendi torununu) doğurmuştu. Avustralyalı doktor David Molloy ise 2018’de, 20 yıl içinde kadınların “babasız” çocuk sahibi olabileceklerini duyurdu. Buna imkân veren gelişme Çin’de yaşanmıştı. Doktorlar “dişi bir fareden” alınan yarı kromozomlu kök hücreyle bir başka “dişi farenin” hamile kalmasını ve sağlıklı bir doğum yapmasını sağladılar. Doktorlar aynı yöntemi “erkek” farelerde de denemiş, ama doğan fare yaşamamıştı.

“Ölüm sonrası üreme” ise bir erkeğin öldükten yıllar sonra baba olmasına imkân tanıyor. Yöntemin bilimsel adı, posthumous reproduction. Reproduction, “üreme” olarak çevriliyor ancak oradaki “production” kavramı üretim anlamına da geliyor. Olan şey de bir bakıma üretim aslında. Türk Dil Kurumu (TDK), üretim kavramını, “Belirli faaliyet ve işlemler sonucu yeni bir mal veya hizmet meydana getirme, istihsal, tüketim karşıtı” şeklinde tanımlıyor. TDK biyolojik bir kavram olarak üremeyi ise, “Canlıların cinsel hücrelerinin birleşmesinden ortaya çıkan tohumla veya doğrudan doğruya oluşturdukları sporlarla çoğalmaları, tenasül” şeklinde tanımlıyor. Üretim ve üreme arasındaki temel fark failliğin sayısında, fonksiyonlarında ve derecesinde yatıyor. Üremede fail, doğal imkânların üzerinde yapısal anlamda dönüştürücü bir güce sahip değil, daha çok bir aracı rolünde. Üretim ise, faile/faillere hammadde üzerinde ekleme, çıkarma, çoğaltma vb. yollarla icra gücü sağlayarak dönüştürme imkânı veriyor. Dolayısıyla üreme biyolojik bir kavram iken, üretme ekonomik bir faaliyet daha çok. Ancak dediğim gibi biyoteknolojinin verdiği imkanlar, üreme faaliyetine üçüncü bir kişinin dâhil olarak, üreme sürecini belli oranlarda kontrol etme ve dönüştürme imkanı veriyor. “Liquid microchipbabies” (akışkan mikroçip bebekler) kavramı tam da bunu örnekliyor. Bu yöntemde kısaca, mikro kanallardan oluşan mikro çipin içine bırakılan spermler kanallardan geçerken, şekilleri en düzgün, en sağlıklı, en hareketli olan DNA yapıları kanalları aşabiliyor ve kanalları aşan sperm hücresiyle yumurta dölleniyor. Bir bakıma “yapay seçilim” yapılıyor. Dolayısıyla günümüzde “sperm, yumurta ve embriyo” üzerinde inisiyatif kullanılabilen, insanın fiziksel müdahalesine açık bir meta muamelesi görüyor. Üreme süreçlerine yapılan biyo-teknolojik müdahalelerin gelişmesi “tasarım bebekler” tartışmasını da gündeme getiriyor. Nitekim, Çin’de 2018 yılında He Jiankuli’nin tüp bebek tedavisi yöntemiyle dünyaya gelen ikiz kız bebeklerin DNA’larını değiştirmesi, “Dünyanın ilk genetik tasarımlı bebekleri Çin’de doğdu” başlığıyla haber yapılmıştı.

Dahası dünyanın ilk “üç ebeveynli” çocuğu da geçtiğimiz yıllarda dünyaya geldi. BBC’de yer alan haber, “Yeni bir doğum tekniğiyle üç ebeveynli bebek dünyaya geldi” başlığını taşıyordu. Doktorlar annenin DNA’sının bir kısmını alıp, başka bir kadının mitokondrisiyle birleştirip sağlıklı bir yumurta ürettiler. Daha sonra bu yumurtayı babanın spermiyle döllediler. Doğan çocuk, kendi anne ve babasının dışında bir başka kişinin daha genetik materyalini taşıdığı için uzmanlar tarafından bebeğin üç ebeveyni olduğu belirtiliyor.

Neticede biyo-teknoloji, babanın işin içine karıştırılmadığı bir üreme imkânı sunuyor. Ne var ki, çocuğun doğumu için anne bedeni/rahmi hâlâ zorunlu. Ama sanırım yakın zamanda üreme sürecinden anne de dışlanacak. Çünkü şu an yapay rahim çalışmaları devam ediyor. Hollanda’da jinekolog ve tasarımcılar iki yıl önce BBC’ye yaptıkları açıklamada premature doğan çocuklar için yapay rahim çalışmalarına başladıklarını, projenin 5 yıl süreceğini belirttiler. Proje ekibinden Lisa Mademaker yapay rahim çalışmalarına ilişkin şunları söylüyor: “Çünkü bu sayede kadınlar sabah bulantılarını ya da vücutlarındaki değişiklikleri düşünmek zorunda kalmayacak. Ayrıca bu, birçok kişi için enteresan olabilir, mesela eşcinsel erkekleri düşünebilirsiniz. Toplumda doğal üremenin ideal olduğu inancı var. Tek yol doğal üreme değil.” Benzer çalışmalar ABD de yapılıyor. 2017 yılında Philadelphia Çocuk Hastanesi’nde doktorlar erken doğan kuzuları yapay bir rahim içinde yaşattılar. Doktorlar tarafından projenin 5 yıl içinde insanlarda da denenmesinin planlandığı belirtildi.

Biyo-teknoloji alanındaki gelişmeler, bu alanın yaptıkları ve yapabilecekleri bütün bir dünya tarafından şaşkınlıkla izleniyor. Ama tartışmasız bir gerçek var ki, bu gelişmeler insan ve toplum tasavvurumuzu oluşturan bazı evrensel kavramların anlamlarını yerinden ediyor. Artık, anne-baba-çocuk, doğum-ölüm, cinsellik-üreme, altsoy-üstsoy vb. gibi insanı tanımlarken kullandığımız en kadim kavramlar yeniden tanımlanıyor. Bu yeniden tanımlamanın ontolojik, etik, hukuki ve politik sonuçları olacak şüphesiz. Sonuçta toplumsal hayat kavramların anlamları üzerinde ne kadar uzlaşabildiğimize bağlı olarak şekilleniyor. İnsanlığın demokrasi, adalet, özgürlük gibi soyut kavramların üzerinde uzlaşamadığı açık. Ancak biyo-teknolojik gelişmeler somut ve katı kavramların anlamlarını da tartışmaya açıyor. Artık bugün kadın-erkek, canlı-cansız, çocuk-yetişkin, insan-makine gibi kavramların karşılıklarını göstermek giderek zorlaşıyor. Bu durum, daha şizofrenik bir toplumsallığa kapı aralıyor. Hemen her anlamın bozguna uğratıldığı bir hayat giderek çekilmez hale gelecektir. Önümüzdeki yıllarda insanlığın en çok ihtiyaç duyacağı şeylerden biri tutunabileceği sabiteler olacak. Sabitelerin olmadığı bir hayat, hiç kimsenin tutunamadığı bir hayat demektir. Herkesin ve her şeyin şüpheli hale geleceği bir hayat demektir.

Biyo-teknolojik gelişmeler, sürekli “müteşabih” durumlar yaratıyor. Benzeşen anlamına gelen müteşabih kavramının “şüphe” kavramıyla aynı kökten gelmesi anlamlıdır. Biyo-teknolojik ve robotik gelişmeler anneliği, babalığı, çocukluğu; canlılığı ve cansızlığı şüpheli hale getiriyor. Kur’an’da müteşabih kavramının karşısına konulan “muhkem” kavramı da bu bakımdan anlamlıdır. Sabiteler yerinden oynadıkça muhkemliğini yitirir, hüküm vermek zorlaşır, şüphe yaygınlaşır, paranoya norm olur. Muhkemlerin zayıflatıldığı, müteşabihlerin çoğaltıldığı bir dünya, insanı “psikolojik ve zihinsel abandone” durumuna sokacaktır. Müteşabihler kaçınılmazdır ancak insan muhkemini kaybetmişse artık müteşabihleri doğru anlaması, doğru yorumlaması mümkün olmayacaktır.

                                 Mücahit Gültekin/Milli Gazete