Resim: Ceyda Nur Tekne
7. Bölüm
Hayatımız hep irili ufaklı maceralardan oluşmakta olduğunu hiç düşündünüz mü dostlar? Bazen sıkıcı da olsa, sürekli bir takım maceralarla süslenmiştir hayatımız. Bazen üzülür, bazen korkar, bazen öfkelenir ve bazen de seviniriz. Fakat hepsinde de Allah bizi imtihan eder. Yaşadığımız maceralarda ne kadar sabırlı olacağız örneğin. Dualarımız ve gayretimizde ne kadar dirayetli olacağız? Öyle sanıyor ve ümid ediyorum ki küçük müslümanlar bu konuda bize yardımcı olacaklardır. Kendi yaşadıkları maceralarla siz değerli okuyuculara da güzel bir örnek olabilirlerse eğer, en büyük görevlerini yerine getirmiş olacaklardır.
***
– Burası çok karanlık. Keşke yanımıza el feneri alsaydık. Nerdesiniz, göremiyorum sizi.
-Arkandayız Hanne Kuzu, korkma.
Küçük Müslümanlar ve Dilhan dede, kuru ağacın gövdesinde açılan yarıktan içeri girmişler ve yarık tekrar arkalarından kapanmıştı. Ağacın içi gözle görülemeyecek kadar karanlıktı. Hanne Kuzu korkmakta haklıydı. Karanlıktan kim korkmazdı ki? Ağacın içindeki bu endişeli bekleyiş fazla sürmemiş ve ağaç tekrar olanca şiddetiyle sallanarak önlerinde bir yarık yavaş yavaş genişlemeye başlamıştı. Yarık açıldıkça içeriye süzülen ışık, küçük müslümanların içindeki korkuyu da hafifletmişti. Yarık, Hanne Kuzunun boyuna geldiğinde büyümesi durmuş ve dışarda gördükleri manzara onları rahatlatmıştı.
Ağacın içinden ilk çıkan Hanne Kuzu oldu. Gördüğü manzara karşısında büyülenmişti adeta. Hani hep öyle olur ya. Bir manzara karşısında büyülenirsiniz ve etrafınızda olup bitenleri unutuverirsiniz. İşte öyle bir şey olmuştu sanırım Hanne Kuzuya da.
– Başardık arkadaşlar. Dedi sonra sevinçle arkasına dönerek. Fakat arkasına döndüğünde kimsecikler yoktu. İçini kaplayan sevinç bu sefer tekrar korkuya dönüşmüştü.
– Arkadaşlar, nerdesiniz? Dedee, nerdesin? Diyerek ağacın etrafında dolanmaya başladı, ama nafile. Ne Küçük Müslümanlardan ne de Dilhan dede’den bir iz yoktu. Ne yapacaktı şimdi Hanne Kuzu? Yapayalnız kalmıştı ve üstelik hiç bilmediği ve tanımadığı bir diyardı burası. Ne kadar güzel olursa olsun, insan yalnız olduğunda o güzelliğin kıymeti de olmuyordu. Sevdikleriyle beraber olunca ancak bir anlamı oluyordu bu güzel şeylerin. Sanki bu güzel şeyler paylaşıldıkça daha anlamlı oluyordu.
Hanne Kuzu korkuya kapılmasın da kim kapılsındı. ”Aceba ağacın içinde mi kalmışlardı yoksa?” diye içinden geçirirken gözleri o kadar büyümüştü ki görmeliydiniz. Hemen ağacın yanına vardı tekrar. Derin bir nefes aldı ve,
– Bi-ismillah, Bi-iznillah, insanlar ülkesine gitmek istiyorum. dedi.
Fakat ağaçta hiçbir kıpırdama olmadı. Aceba parolayı mı yanlış söylemişti? Hanne Kuzu parolayı tekrar etti, fakat yine birşey olmadı. ”İnsanlar ülkesi” yerine ”Dünya” demeyi denedi fakat yine birşey olmadı. O kadar üzülmüştü ki ağacın gövdesine olanca hiddetiyle ”Açılsana be ağaç, açılsana. Arkadaşlarım içerde kaldı.” diyerek yumruklamaya başladı. Ağaç açılmıyordu bir türlü. Tek başına ne yapacaktı bu bal diyarında hiçbir fikri yoktu. Üzgün bir şekilde yere çöküp ağaca yaslanmış, yüzünü elleriyle kapatmıştı. Düşünmekten ve dua etmekten başka birşey gelmiyordu elinden.
Dilhan dedenin öğrettiği bir dua geldi aklına sonra. Eyüp Peygamberin yaptığı bir duaymış bu. Hanne Kuzu, ne zaman üzgün olsa bu duayı okurdu.
– Allah’ım, dedi Hanne Kuzu ellerini dua eder vaziyette kaldırarak ve devam etti,
– Başıma bir bela geldi, sana sığındım, sen merhamet edenlerin en iyisisin.
اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ
Enbiya Suresi 83
Hanne Kuzu başı öne eğik çaresiz ve üzgün bir vaziyette beklerken birden bir sesle kendine geldi.
– Hanne Kuzu sen misin?
Kafasını kaldırdığında gördüğü şey onu o kadar heyecanlandırmış ve korkutmuştu ki sanki yüreği yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.
***
Kuru ağaçın içinde açılan yarıktan önce Hanne Kuzu çıkmış ve daha sonra kalanlar çıkmaya yeltenirken tuhaf bir şey olmuştu. Nereden ve nasıl geldiğini bilmedikleri kuvvetli bir rüzgar arkalarından bunları yakalamış ve ağaçtan dışarı havaya doğru püskürtmüştü. Hepsi bu püskürtmenin etkisiyle kuru ağaçtan oldukça uzak bir yere düşmüşlerdi. Neyseki kendilerine bir şey olmamıştı. Hepsi de yarı baygın bir vaziyette ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Kendilerine gelip birbirlerini gördüklerinde, şaşkınlıkları daha da artmıştı. Hepsi birer serçeye dönüşmüşlerdi. Bu nasıl olabilirdi? O kadar şaşırmışlardı ki, Hanne Kuzunun yokluğunu bile farketmemişlerdi.
– Hanne Kuzu yok. Arkadaşlar Hanne Kuzu nerde? Diye sordu Küçük Meryem telaşlı bir halde.
Fakat aralarında olmayan sadece Hanne Kuzu değildi. Dilhan Dede’de yoktu yanlarında. Birkaç adım ötede Dilhan dedenin inlemesini duyduklarında onu bulmaları uzun sürmemişti. Onu bulduklarında bir kargaya dönüşmüş olduğunu farkettiler. Baygın halde, ayakları ve kanatları makas gibi açılmış bir vaziyette sırtüstü yerde yatıyordu. Hepsi birden dedenin yanına üşüştüler ve
– DedeCİİİK, dedeCİİİK , diyerek dedenin alnını gagalamaya başladılar.
Neden böyle tuhaf davrandıklarına kendileri de bir anlam verememişlerdi. Fakat önemli olan dedeyi uyandırmaktı. Birkaç gagalamadan sonra Dilhan dede, birden gözlerini fal taşı gibi açarak kendine geldi. Kanatlarıyla alnını gagalayan serçeleri savuşturarak doğruldu yattığı yerden.
– Yahu ,neden hep aynı rüyayı görüyorum. Neden benim alnımı gagalıyorsunuz siz. Ahh. Fena düşmüşüm.
– Dede, maalesef rüya değil. Gerçek bu. Biziz, küçük Müslümanlar. Ağaçtan çıktıktan sonra kendimizi bu halde bulduk. Dedi Minnoş Neyza.
Dilhan dede, ayaklanıp tek tek Küçük Müslüman serçeleri yokladı. Hepsini gagalarından tanımıştı. Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum. Kargaların böyle bir mahareti olsa gerek.
– Hanne Kuzu nerde çocuklar. O neden yok aranızda? Diye sordu Dilhan dede, Hanne Kuzunun yokluğunu farkedince.
– Asıl sorunumuz da bu zaten dede. Diye karşılık verdi Büyük Meryem.
– Hanne Kuzuyu ağaçtan çıktıktan sonra bir daha görmedik.
***
– Sana soruyorum, Hanne Kuzu sen misin?
Hanne Kuzu, gördüğü şey karşısında adeta donup kalmıştı. Heyecan ve korkuyu aynı anda yaşamanın en güzel örneğini temsil ediyordu sanki. Karşısında kocaman bir arı, havada kanatlarını çırparak Hanne Kuzuya bakıyordu. O kadar büyüktü ki, arının ayakları Hanne Kuzu’nun boyu kadardı. Hayatında hiç bu kadar büyük bir arı görmemişti. Arılar hakkında iki şey biliyordu sadece. Biri bal yapıyor olmaları, diğeriyse insanları iğneleriyle sokabiliyor olmalarıydı. Karşısında duran arının, gördüklerinden ya da bildiklerinden daha büyük olması ve onunla konuşuyor olması onu heyecanlandırmasın ve korkutmasın da ne yapsındı.
– E, ee, eevet benim? Dedi Hanne Kuzu cesaretini biraz toplayarak.
Arı sanki Hanne Kuzuyu ürkütmek istemiyormuş gibi usulca ve yavaşça yere indi. O hızlıca çarpan katlarını yavaşça gövdesine çekti.
– Benden korkmana gerek yok Hanne Kuzu. Adım Safi, sana yardım etmek için gönderildim.
Safi’nin bu yumuşak tavrı, Hanne Kuzuyu biraz rahatlatmıştı.
– Benim adımı nerden biliyorsun peki?
– Sultan anamızdan.
– Sultan ana da kim?
– Anlaşılan arılar hakkında pek bir şey bilmiyorsun. Yolda konuşuruz bunları. Ama şimdi acele etmemiz lazım.
Safi kocaman kanatlarını açıp Hanne Kuzunun önüne bir halı gibi seriverdi.
– Hadi gel, korkma. Seni sırtıma alacağım. Böyle daha çabuk gideriz.
Hanne Kuzu, kanadının üzerine çıkar çıkmaz, Safi yavaşça kanadını kaldırıp Hanne Kuzuyu sırtına yerleştirdi.
– Sıkı tutun, şimdi uçma zamanı. Diyerek Safi, sırtında sıkıca tutunmuş olan Hanne Kuzuyla birlikte havalanıp gözden kayboldular.
***
– Hanne Kuzu’yu nasıl bulacağız şimdi dede. Zavallı, biz olmadan çok korkmuştur. Dedi Küçük Meryem oldukça endişeli bir ses tonuyla.
– Endişelenmeyin çocuklar. Hanne Kuzu’yu bulacağız inşallah. Önce bir kuru ağaca gidelim bakalım. Belki orda bekliyordur bizi.
Böylece hep birlikte kuru ağacın yolunu tuttular. Çok fazla geçmeden kuru ağacı bulmuşlardı. Kuru ağacın etrafına bakındılar, aradılar taradılar, ismini çağırdılar fakat Hanne Kuzu’dan hiçbir iz bulamadılar.
Fiyaka İbrahim ve Baba Salih, oldukça yükseğe havalanmışlar bir yandan etrafa bakınıyorlar bir yandan da Hanne Kuzu’nun ismini çağırıyorlardı. Derken kuru ağacın tepesinde bunları seyreden Sincap’ı farkettiler. Hemen yanına uçup Hanne Kuzu’yu sordular.
– Sırtında bir çantası olan, ufacık tefecik bir kızı arıyorsanız, sizden biraz önce gelen Safi ile birlikte Sultan Ana’ya gittiler.
– Safi de kim? Diye bağırdı aşağıdan olanları seyreden Küçük Meryem.
– Safi, Sultan Ana’nın muhafız arısıdır.
– Peki Sultan Ana kim? Diye sordu bu sefer Minnoş Neyza.
– Ben galiba biliyorum kim olduğunu. Diye araya girdi Dilhan dede.
– Peki söyle bakalım sincap kardeş, ne tarafa doğru gittiler.
Sincap uzaklarda ihtişamıyla büyüleyen dağı işaret etti.
– İşte, o tarafa doğru gittiler. Balciyas dağını takip edin. Eğer iyi kalpli, yüreği merhametli kimselerseniz, Sultan Ana’nın sarayı size mutlaka görünecektir. Eğer kötü niyetli kimselerseniz, Balciyas dağlarında sonsuza dek kaybolursunuz.
***
Hanne Kuzu, Safi’ye sıkıca tutunmuş etrafı gözlüyordu. Gökyüzü bal renginde, arı peteğinin gözenekleri gibi uçsuz bucaksız beşgen şekillerle bezenmişti. Havadan hafif bir bal kokusu alıyordu. Yukarıdan bakıldığında, insanların dünyasına benziyordu. Ama farklıydı. Sanki kocaman bir arı kovanının içindeymiş gibiydi ve üstelik kocaman bir arının sırtında uçuyordu.
– Biz nereye gidiyoruz?
– Sultan Anamıza gidiyoruz Hanne Kuzu.
– Sultan Ana kim?
– Sultan ana bizim Sultanımızdır. Anamızdır. O olmadan biz yaşayamayız. Bal yapamayız.
– Neden Sultan Ana’ya gidiyoruz peki?
– Aradığın Bal özünü ancak o verebilir sana?
Hanne Kuzu, aşağıdaki manzaraya dalmıştı yine. Yukarıdan her şey ne kadar da güzel görünüyordu. Beş köşeli ağaç gövdelerin üzerinde birbirinden farklı çiçekler tüm ormanı rengarenk kaplamıştı.
Hanne Kuzu, bir an önce bal özünü alıp tekrar arkadaşlarının yanına dönmek istiyordu. Onları çok özlemişti. Keşke yanında olsaydılar. Sanki gözleri dolmuş, ağlayacak gibiydi. Böyle sessiz ve sakin düşünceler içerisinde giderlerken Safi birden, ani bir hareketle durdu.
– Ne oldu, neden durduk? Geldik mi yoksa?
– Büyük bir sorunumuz var.
Safi, karşılarında bunlara doğru gelen eşek arılarını işaret etti. Safi’den daha büyüktüler üstelik.
– Bunlar da kim?
– Eşek arıları. En büyük düşmanımızdır onlar. Sultan Sarayını istila edip bizi yok etmek istiyorlar. Genelde öğle sıcağında, bal güneşinin en kızgın olduğu vakitlerde çıkarlar dışarı. En güçlü olduğu anlar bu vakitlerdir. Bizleri nerde görseler savaşırlar.
Safi, eşek arılarının geldiğini görünce arkasına dönüp uzaklaşmayı denedi. Fakat arkasına döndüğünde o taraftan da yaklaşan eşek arılarını farketti. Eşek arıları Safi’yi çepeçevre her yanından kuşatmış yaklaşıyorlardı. Sesleri bal arısından daha ürkütücüydü. Çember iyice daralıyordu.
– Ne olacak şimdi? Diye sordu Hanne Kuzu?
– Bilmiyorum. Her yanımızdan kuşattılar bizi.
Sıkıca tutun bana tamam mı? Ve dua et. Allah darda kalanların imdadına yetişir.
Hanne Kuzu, yine o bildiği duayı okudu.
– Başıma bir bela geldi, sana sığındım, sen merhamet edenlerin en iyisisin.
اَنّ۪ي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَۚ
Enbiya Suresi 83
Safi, yaklaşan Eşek arılarına karşı bir hamle yapmak zorundaydı. Yapacak tek bir şey kalmıştı. Safi kanatlarını çırpmayı birden bırakıp, kendini boşluğa bıraktı. Hanne Kuzu sımsıkı tutunmuş, bir yandan duasını okurken diğer taraftan Safi’nin yaptığı manevralarla sarsılıyordu. Safi, boşluğa hızla düşerken burnu aşağıya doğru bakacak şekilde pozisyon aldı. Arkasından eşek arıları onları takip ediyordu. Safi kanatlarını tekrar çırpmaya başlayıp hız kazanarak uzaklaşmaya çalışıyordu. Bir sağa kıvrılıyor, bir sola kıvrılıyor, ağaç dallarının arasından roket gibi geçiyordu adeta. Fakat peşlerinde takip eden eşek arıları daha hızlıydı. Onları atlatmak kolay olmayacaktı. Yine böyle bir hışımla ağaç dallarının arasından geçerken, kanadının biri ağaç dalına çarpınca yalpalamaya başladı Safi. Artık yara almıştı ve daha fazla uçamayacaktı. Yalpalayarak bir ağacın dalına konmak zorunda kaldı. Eşek arıları artık her yanını kuşatmış, kaçacak imkan bırakmamışlardı. Zaten Safi’nin kaçacak gücü de kalmamıştı. Yara almış vaziyette artık uçamazdı da.
– Ssssafi kardeşşş, neden bizi uğraşşştırıyorssun. Tek başşınasssın. Bu halde bize karşşı koyamacağını bilmen gerekir.
Eşek arılarının başı olduğu anlaşılan bu arının söylediklerine sessiz kalmıştı Safi. Hanne Kuzu, büyük bir heyecanla olan biteni seyrediyor, kocaman eşek arılarının gürültülü vızıltıları ve ürkütücü bakışları karşısında çaresiz Safi’ye sıkıca tutunarak dua ediyordu.
Mehmet Akif Coşkun