Allah’a Ait Olmakla İblis’e Ait Olmanın Farkı

İbrahim Sinvar, FG’in dostu olan Yahudilerle savaştı. İkisinin de ortak noktası İslam’dı: Biri İslam’ın yüce olması ve Din’in tamamen Allah'a tahsis edilmesi için savaşıyordu. Öteki ise yeryüzünde hakimiyet Allah’sız tağutların olması için debeleniyordu. ‘Diken ve Karanfil’ ile ‘Küçük Dünyam’ kitapları bütün bu sözlerimizin en önemli iki belgesidir. Biz sussak bile bu kitaplar ve benzerleri susmayacak, hakikati gündemde tutacaktır.

Bir devre damgasını vuran bir kir yumağı eridi ve yok oldu. Dualar yerine lanetler eşlik etti gömülmesine. Tepkiler, teneşire gelmiş bir mevtanın linç edilmesi de böyle oluyormuş demek ki dedirtti. Malum: Eşeğini dövemeyen palanını dövermiş. Kitlelerin öfke damarına ve öfkenin imaline dair yazılanlar bir kere daha gerçeğe dönüştü. Her şeye rağmen biz Müslümanlara düşen, kulağımıza çarpan anlık tepki sözleri yerine, selim akılla meselelerimizi değerlendirmektir.

Siyasi mercilerce ‘Fetö’ parantezine alınan Fethullah Gülen hakkında yazmaya “bir varmış bir yokmuş…” diye başlasak yeridir fakat “bir varmış bir yokmuş…”un gerçekçi bir hikayesini işin ehilleri (rasihûn) tarafından yazılacak kitaplara havale etmek durumundayız. Biz burada mütevazı bir özet sunmak istiyoruz.

FG rumuzuyla anacağımız, medyada ‘Fetö elebaşı’ olarak tesmiye edilen Fethullah Gülen ismi, Kitabımız Kur’an’ın hikmetle ve güzel öğütle idraklerimize sunduğu ibretlik rol-modellerden birine tekabül etmektedir. Kur’an’da Allah’ın, Elçisi Muhammed (as)’dan, “Kendisine ayetlerimizden verdiğimiz fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o sebeple şeytanın kendisine tâbi kıldığı, sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini” Yahudilere (ve herkese) okuması istenmiştir. İdraklerimize sunulan bu temsile göre, bahsi geçen şahıs, Allah tarafından yükseltilmeyi istememiş aksine dünyaya çakılıp kalmış, heva ve hevesinin peşine düşmüştür. Allah bu tıyneti, üzerine varılsa da varılmasa da dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetmektedir. (A’raf, 175-176).

Kur’an’ın bu harikulade temsilinin, kendisini zorba kafirlerin emrine tahsis eden, “her türlü HİZMETinize talibim, ne iş verseniz yaparım” sapkınlığıyla Allah’ın ayetlerinden sıyrılıp çıkan ve ayetleri tahrif eden biri olduğuna dair kalbimizde hiçbir şüphenin kalmaması için aziz Kur’an’ın başka uyarılarını da bilmemiz gerekmektedir. Böylece Kur’an’ın, izzeti Allah, Rasûlü ve müminler katında değil de kafirlerin ve münafıkların yanında arayanları yeren mesajlarının (Münafikûn, 8) ne kadar taze ve bugüne ait olduklarını görürüz.

FG’in ömrü ağyara muhbirlikle, ajanlıkla geçmiştir. Yani o, dilini hep dışarıya sarkıtıp soluyanlardan olmuştur. Komünizmle mücadele derneğine kendisini kiralamış, ileriki yıllarda rüştünü ispat etmesi üzerine kiralıktan ‘satılık’a terfi etmiştir. Dârul İslam bakiyesi bir ülkede ‘Komünizmle Mücadele’ etmesi için onu görevlendirenler Büyük Ortadoğu Projesi ve ‘ılımlı İslam’ adına tamamen temellük etmişlerdir. FG dünyaya diş geçiren Siyonist-Haçlı ittifakının adamı, onların mülk ü metaı idi. Onda Müslümanlara ait hiçbir şey yoktu zarar ve ziyandan başka. Söylediklerimiz FG’e iftira ya da bühtan değildir. Başta ABD olmak üzere dünyanın kurulu düzeni tarafından kiralanmış ve satılmışlığını söylemekten hiç çekinmedi, bilakis bunu bir tefahur olarak dile getirdi. ABD Irak’ı işgal ettiğinde Pentagon’dan ve istihbarattan gelen ‘çok beyefendi’ takım elbiselilerin kendisinden nasıl ajanlık/danışmanlık HİZMETi aldıklarını, ünlü bir dervişin menkıbeleriymiş gibi anlatmıştı, bizzat kendi gazetelerinde. Ama anlı-şanlı ‘Fetö’ düşmanlığının cilvesine bakın ki, tıpkı kendi grubu gibi, öldüğü gün küfür kelimesi bulmakta zorlananlar nezdinde de zamanın müceddidi, saygın bir hoca efendiydi.

FG’i çözümleyecek oldukça mütenasip bir Kur’an terimi de Mescid-i Dırâr’dır. Medine’de münafıklar, güçlenen İslam’ın yankısından çok rahatsız olmuşlar ve İslam’a tuzak kurmaya karar vermişlerdi. Bu amaçla PARALEL bir ‘mescid’ açmışlardı. Allah da müesseselerinin adını ‘Mescid-i Dırâr’ koymuştu. Görünürde mesciddi ama gerçekte tam bir münafık üssüydü. İslam’a yönelik yıkıcı faaliyetler oradan yönetilecekti. Medîne münafıklarının kurdukları dırâr mescidi dört sütun üzerine dikilmişti. Dört özel amacı vardı, ‘mescid’ görüntüsündeki bu karanlık yapının: İslam’a, Müslümanlara ve Rasûlullah’a zarar vermek; küfür; Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak; Allah’a ve Rasûlüne savaş açmış bir adamı tarassut etmek yani yardımlaşma, dayanışma. Bugünkü dilde buna ‘yardım ve yataklık etmek’ denmektedir. Dırar, küfür, tefrika ve tarassut. Dört işlem, dört işlev.

FG’in kökü işbu ‘mescid’ görünümlü nifak merkezine kadar uzanır. O, nifak işinde maharet kazanmıştır.

İşte tam bu noktada sözü getirmek istediğimiz noktaya da gelmiş bulunuyoruz. Sözü eğip bükmeden ve sadece Allah’ın hatırını gözeterek konuşacak olursak, öncelikle hainlerden hain beğenme, bir haine bütün gücümüzle abanırken diğerlerine arka çıkma gibi bir hıyaneti de biz işleyemeyiz. Bu ülkede her kimin adına bir nifak kurumu (dırar mescidi) kurulmuşsa, bunun arkasında mutlaka ABD vardır. Nifak işlerinde FG ve mevkidaşları birer oyuncudur, asıl patron değildir. FG 21 Mart 1999 tarihinde nereye uçurulduysa ve çeyrek asır sonra kimin mülkünde öldüyse, Mescid-i Dırâr’ın sahipleri de onlardır. FG sadece ‘yüklenici firma’dır. Bu firmalardan çok var. FG ve ekibi bu iş için en uygun aktörlerden biridir. Mesela kimse siyasi partilerden bahsetmemektedir. Gazze’de bir yaşındaki bebeklere bile tahammül edemeyen Siyonistlerin FG ve ekibine, 160 ülkede bütün imkanları seferber etmelerini acaba neye bağlamalıdır?

Yukarıda, eşeğini dövemeyen palanını döver demiştik. FG’e bütün enerjisiyle öfke boşaltanlar, FG’in (ve benzerlerinin) patronu olan büyük şeytanlara selam çakmakta, hürmetler sunmaktadırlar. Aslında FG’e gösterilen sözde öfke, ABD’nin öncülüğündeki kurulu düzeni aklamak anlamına da gelmektedir. Çünkü ABD, NATO, Avrupa ülkeleri ve Ortadoğu’daki karakolları İsrail’e gıkını çıkartamayanlar FG’e veryansın etmektedirler. FG’i telin etmek kolay ama onun tasmasını elinde tutanlara laf etmek bedel istemektedir. Batının hegemonyasına ancak İslam’dan alınan güçle, Allah’a dayanarak ve Müslüman bir halkla karşı durulabilir. Toplumsal ve siyasi dayanakları Allah ve İslam olmayan, batının çöplüğünden bulup getirdikleri, batıyı zaten yeterince kirletmiş olan kavram ve değerlere yaslanan siyasi kadrolar ve sırtlarını yasladıkları demokratikleştirilmiş halk tabakaları ile şanlı bir mücadele verilemez.

Kısacası FG ne kadar kirli ise, onu sadece sloganlarla mahkûm ettiklerini sanan kadrolar da o kadar kirlidir. Terör örgütü İsrail Gazze’de çocuklarımızı öldürdükçe, “bugün iyi iş çıkardınız!” diyerek alkışlayıp sırtını sıvazlayanlar açıkça Müslümanlara meydan okumaktadırlar. Aile fotoğrafında bu batılı İslam düşmanlarıyla poz vermiş olanlar tabi ki onlara verecek bir cevap da bulamamaktadırlar.

Amerika, Avrupa ülkeleri ve İsrail’in birinci hedefi İslam’ı durdurmak, Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak, Müslümanları ulus, kabile, mezhep ve meşrep zindanlarına hapsetmektir. İslam’ı durdurmanın yolu da onu ılımlılaştırmak, nurculaştırmak, muhafazakarlaştırıp demokratikleştirmek, laikleştirmekten geçmektedir. ABD ve vekillerinin varlık sebebi İslam’la savaşmaktır. 7 Ekim’den bu tarafa yedi düvelle savaşan Gazze karşısında ‘İslam alemi’nin hal-i pür melali ortadadır. Yiyecek ekmeği bile bulamayan Hamas Müslümanları canlarını dişlerine takarak İslam’ın bütün hasımlarına karşı bir ölüm kalım mücadelesi vermektedirler. Kahir ekseriyeti Fetöleşmiş ‘Müslüman dünya’nın ise kimisi üç maymuncuğu oynamakta, kimisi de -tıpkı Mekke müşriklerinin yaptığı gibi- İsrail’in kazanması için Allah’a dua etmektedir. kimisi de var ki laftan başak bir icraat yapmadığı halde, Filistin’e en büyük yardımı biz yapıyoruz diyerek böbürlenmektedir.

Sözün burasında acı bir gerçeği bu dergide bir kere daha  dile getirmeyi borç biliyoruz. Adına ister entelektüel körlük diyelim, ister basiretin bağlanması, isterse kalplerin mühürlenmesi, kulaklara ağırlık vurulması ve gözlere perde indirilmesi diyelim, FG söz konusu olunca yakıcı kuraklık dozundaki taşlaşma ilk günkü gibi sürmektedir. Bidayette FG eleştirilerine nasıl ki ‘vatan-millet-bayrak, biraz da din’ kuramına PARALEL itirazlar yapılıyorduysa, 15 Temmuz’dan bu tarafa aynı kuramın tersine döndürülmüş biçimi olarak şeytanlaştırma sürüp gitmektedir. Buna göre, akla gelen her kötülüğü ‘Fetö’ yapmıştır. Ama mesela ABD’ne mutlak itaat, NATO’ya hayırlı işler dileme, İsrail’le normalleşme, İsrail’in katil Cumhurbaşkanını devlet töreniyle karşılama, aynı şebekenin sözde başbakanını ülkeye davet etme gibi işlerin bir suç olup olmadığı, bunları yok saymanın ahlaki bir izahının yapılıp yapılamayacağı asla bahis konusu olmamaktadır. Büyük Ortadoğu Projesine HİZMET ederken FG yalnız değildi.

TRT Haber kanalı FG’in ölümünü duyururken “vatan haini, millet düşmanı, Cumhuriyet düşmanı, din düşmanı” gibi sıfatları peş peşe sıralamaktaydı. Tamam, FG vatanın, milletin, Cumhuriyetin ve dinin düşmanı idiyse, bütün bu şeylerin dostu kimdi? FG ve ekibi [ABD hesabına] bir darbe teşebbüsünde bulunmuştu. Peki, vatan üzerinde ABD’nin ve NATO’nun, neredeyse vatanın kendisine ait olandan daha fazla üs ve dinleme merkezine sahip olmasının adı nedir? Bu vatan sevgisi midir? Buna da darbe denebilir mi?

FG iman ettiği değerler uğrunda, vesayetinde bulunduğu ABD’de öldü. Tabutla gömüldü, etrafına yastıklar konuldu, Kardinallik suçlaması haklı çıkartılırcasına İncil’in sözlerini çağrıştıran İngilizce dualar eşliğinde, açılan çukura indirildi. Tekbir getirilmesi -oldukça yerinde bir kararla!- bizzat müritleri tarafından yasaklandı. Uzun sanılan dünya hayatı meğer çok kısaymış ki, kader -herkes gibi- onu da hesap gününe aldı.

Bizler de hesap gününü aklımızdan çıkarmadan söylemek istiyoruz ki, FG Müslümana düşman, gavura dost oldu. Müslüman kadına ve tesettürüne saldırdı. Her daim İsrail’den yana oldu. Bir Yahudi hahamı gibi, İslam’ın kelime ve kavramlarını tahrif etti. Dinlerarası Diyalog ve hoşgörü bunlardan ikisiydi. Kur’an’ın siyasi hüküm içermediğini vaaz etti. Laik-demokratik paralel bir dine bağlandı. Allah’a değil güçlü zannettiklerine kul oldu. Gavurlara yanaşmakla itibar kazanacağını düşündü. Kendinde fizik ötesi birtakım güçler vehmetti. Lakin bizim itirazımız şunadır: Bütün bu sapıklıklarda FG ile aynı yolda yürümüş olanların üzeri neden örtülmektedir?

***

Sağcı-muhafazakâr kadrolarca Küçük Amerika yapılan bu ülkede FG Amerika tarafından Komünizmle mücadele adı altında Müslümanlar içine yeni bir Lawrence olarak salındığı yıllarda, Filistin’in hacmi küçük, şanı büyük beldesi Gazze’de, Han Yunus’ta bir İbrahim doğmuştu, Yahya İbrahim Hasan Sinvar. FG’in hayatı ne kadar netameli ise, İbrahim Sinvar’ın hayatı o kadar sadeydi. Bu sadelik, 22 yıllık payını Siyonist İsrail’in hapishanesinde geçirilen yıllardan alıyordu. FG bizim değildi ama İbrahim Sinvar bizim İbrahimimiz ve bizim Yahyamızdı. Bizim şehidimiz olarak da tamamladı ömrünü. İbrahim Sinvar, yok sanılan İslam Ümmetinin bir üyesi, yok sanılan İslami hareketin bir komutanıydı. Canından çok sevdiği kardeşi İsmail Heniyye’den devralmıştı bayrağı, iki buçuk ay sonra o da aynı şerefle devretti emaneti.

FG hayatını ABD, Avrupa ve İsrail gibi haydutlara adamıştı. Darul Harbin HİZMETKÂRıydı. İslam’la harp etmek için var olan bir uygarlığın ezik bir şövalyesi gibi yaşadı ve o uğurda tüketti Allah’ın verdiği nefesleri. Kısacası FG’inki şeytanın yoluydu. Yahya İbrahim Sinvar ise Darul İslam’ın hizmetkarıydı. Oğlu İsmail’le birlikte Kabe’yi yapan sonra da “Rabbimiz bizden kabul buyur” diye yakaran atası İbrahim gibi, o da Allah için yaptığı cihadı, hapishane hayatını, gördüğü işkenceleri ve parçalanmış bedenini kabul buyurması için Rabbine yakararak ruhunu teslim etti. FG’in, 7’den 70’e tüm Gazze halkının katili olan Amerika’nın minderinde canını vermiş olması, kendinde şereften bir iz bile kalmaması için yeterlidir. İbrahim Sinvar ise çok sevdiği Gazze topraklarında, düşmanın tanklarıyla, tüfekleriyle boğuşarak koydu son noktayı. Sinvar’ın bedeni, açılan tank ateşi ile toza toprağa bulandı ama emanete toz kondurmadı. Dik durdu, dik yaşadı. Yaralanmış, adeta kötürüm vaziyetteyken bile elindeki değneği düşmanın dronuna fırlatmaktan geri durmadı. Bu son hamlesi oldu.

FG ecnebi vatanında geçirdi ahir ömrünü. O, kendisini besleyenlerin kara kutusuydu zira. ABD’nin Türkiye’ye iade etmemesi bile her şeyi anlatmaktadır. Mezara götürmesi gereken sırların adamıydı. İbrahim Sinvar ise hiç kimse tarafından satın alınamadı. O kendini, cennet karşılığında Allah’a satmıştı. İtikadı öyleydi, itikadımız da öyledir. İbrahim Sinvar yatağında ölmekten korkuyordu. Allah yolunda savaşırken namazının, ibadetlerinin, yaşamının ve ölümünün Allah’a ait olduğuna bir düşman kurşununun şahitlik yapmasını arzu ediyordu. Rabbi de -inşaallah- arzusunu kabul buyurdu, duasına icabet etti ve şehidler kervanına katıldı. İbrahim Sinvar, FG’in dostu olan Yahudilerle savaştı. İkisinin de ortak noktası İslam’dı: Biri İslam’ın yüce olması ve Din’in tamamen Allah’a tahsis edilmesi için savaşıyordu. Öteki ise yeryüzünde hakimiyet Allah’sız tağutların olması için debeleniyordu. ‘Diken ve Karanfil’ ile ‘Küçük Dünyam’ kitapları bütün bu sözlerimizin en önemli iki belgesidir. Biz sussak bile bu kitaplar ve benzerleri susmayacak, hakikati gündemde tutacaktır.

İşte budur iki ayrı hayatın özeti. Hayat Allah’a teslim olundukça güzeldir. Allah müminleri zulümattan nûra çıkarmakta, tağut ise, kendisine teslim olanları nûrdan zulümatın karanlık dehlizlerine indirmektedir. Adına ‘nûr’ kelimesini iliştirenler değil, Allah’ın Nûruna (vahiy) gerçekten ram olanlar nûrludur.

FG’in ardından, ona lanet etme yarışına giren ama onunla aynı değerleri paylaşan, siyasetini onun hizmet ettiği locaların rızası uğruna yapanlar ibret alırlar mı bilemeyiz ama halihazırda böyle bir umut ışığı görünmemektedir. Kitlelere gelince, onlar hep eli değnekli bir çoban gözlemektedirler. Reisler nereye işaret ederlerse onlar oraya sevk ve idare olunacaklardır. Allah ise sadece hakkı buyurur, hakkı işaret eder, haktan yanadır. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir.

BAHÇELİ’NİN ÇIKIŞI NE ANLAMA GELİYOR?

Gazze’deki savaşın İsrail tarafından Lübnan’a taşınmasıyla birlikte, savaşın bölgesel çapta kontrollü olarak sürdürüleceği ortaya çıkmış oldu. Suriye’ye yönelik de aralıklarla devam eden ve başkent Şam’ın bile bombalandığı saldırılar, bölgede var olan statükonun değiştirileceğinin sinyallerini artık açıkça veriyor. Statükonun ABD ve İsrail lehine değiştirilmesi ise, bölge ülkelerini derinden etkiliyor ki bunların başında da Türkiye ve İran geliyor.

Bu bağlamda, Türkiye’de devletin paradigma değişikliği sayılabilecek ilk çıkış Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ekim’de TBMM’nin açılışındaki konuşması ile yapıldı. Lübnan’a saldırıların, çağrı cihazlarını patlatarak başladığı 17 Eylül’den sadece iki hafta sonra yapılan açıklamada, İsrail’in bir sonraki hedefinin Türkiye olacağı öne sürülürken, Türkiye’deki çatışmaların sona erdirilmesi ve içeride birliğin sağlanması talep ediliyordu. Meclis açılışına gelen Devlet Bahçeli’nin de, daha önce üzerine basa basa terörist olarak nitelediği DEM Parti sıralarına giderek tokalaşması, ardından CHP lideri ile samimi sohbeti, Erdoğan’ın söz ettiği ‘içeride birlik’ sözlerine ilişkin sürecin nasıl yürütüleceğinin de ilk sinyalleriydi.

Ekim ayına damga vuran gelişme, bu tarihten sonra Bahçeli’nin, terör örgütü PKK ve 1999’dan bu yana İmralı’da hapis yatmakta olan lideri Öcalan’a yönelik ard arda gelen çağrılarıydı. Türkiye’nin yaklaşık 40 yıldır mücadele ettiği ancak güçlü bir dış desteğe ve ülke içinde eylem yapma kapasitesine sahip PKK’ya bugüne kadar bu düzeyde açık ve net bir çağrı -üstelik de PKK’ya en şiddetli tepkiyi gösteren milliyetçi kanat tarafından- yapılmamıştı. Bugüne kadar başlayan uzlaşma süreçleri de birçok nedenle akim kalmıştı. 2009’da Oslo görüşmeleri ile başlayan süreç Anayasa Mahkemesinin DTP’yi kapatması ile sona ermiş, 2012’de başlatılan ‘çözüm süreci’ 2015 yılı Temmuz ayında PKK’nın saldırıları ile sona ermişti. Şimdiye kadar askıda bekletilen PKK sorununun, bizzat MHP lideri tarafından ortaya atılarak yapılan uzlaşma çağrısı, lehte olduğu kadar aleyhte bir kampanyanın da başlamasına neden olmasına karşın bu noktadan sonra, en azından Ortadoğu’daki değişim yeni bir düzene oturana dek, bu çıkıştan geri adım atılması zor görünüyor.

Sorunun bugün bu seviyede, oldukça net bir şekilde ifade edilmesinde elbette ABD ve İsrail’in bölgede oluşturmaya çalıştığı yeni düzen ve bu düzen içerisinde kendisine rol biçilen PKK ve uzantısı YPG de bulunuyor. Gazze merkezli düşünülen Amerikan destekli İsrail saldırılarının Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’i de içine alarak devam etmesi, Atlantik merkezli dizaynın, Doğu Akdeniz dahil olmak üzere bölgeyi açıkça tehdit ettiğini gösteriyor.

Öte yandan, ABD’nin Irak’tan 2025’te çekilme vaadi ve bölgede İran etkisinin de zayıflamış olması, bölgede bir boşluğun doğmasına neden olacak gibi. Türkiye’nin Suriye ile ‘normalleşme’ çabası, aynı zamanda Kürtlere, olabilecek en üst seviyeden barış eli uzatılması, İsrail karşıtlığı üzerinden İran ile doğal olarak ortaya çıkan yakınlaşma, bölgede etkinlik gücünü artırması için önemli bir imkan sunuyor. Aynı zamanda bu konuda sağlanacak barış iç siyasette de diğer sorunların üzerine örterek, özellikle ekonomik kriz nedeniyle düşen desteğini iktidara yeniden kazandırmayı amaçlamaktadır.

Bahçeli tarafından yapılan teklifin daha dumanı üzerindeyken TUSAŞ’a yönelik terör saldırısı da yine bu ay içerisinde gerçekleşti. Saldırıyı üstlenen PKK ise yaptığı açıklamada, saldırının ‘açılım süreci’ni hedef almadığını vurguladı. Saldırı için taşeron olarak PKK’lı teröristlerin kullanılması, içerideki bir kesimin açılım sürecini sorumlu tutmasına olanak sağladı, ancak saldırının uzun bir hazırlık süreci olduğu göz önüne alınırsa, MHP’nin uzlaşma teklifinin çok öncesinde planların yapılmış olduğu, Erdoğan’ın Kazan’da bulunacağı tarihin eylem için seçilmiş olduğu anlaşılıyor. Saldırının, Türkiye’nin BRICS’e üyelik başvurusu ile başlayan, batıdan uzaklaşma/eksen kayma tartışmasının bir sonucu olduğunu düşünmek daha akla yatkındır.

Bundan sonraki süreçte, Öcalan üzerinden yapılan uzlaşma teklifinin olumlu yankıları olacağı gibi hem Türkiye iç siyasetinde hem de PKK’nın şahin kanadında bu süreci kabul etmeyecek çıkışlar olacaktır. Sürecin nereye doğru evrileceğini zaman gösterecektir. Ancak şu var ki rejimin kurulduğu günden bu yana Kürt halkını Türklerden ayırarak, fıtri bütünlüğü bozan yaklaşımı 40 yıldır yaşanan terör belasının baş müsebbibidir. İslam’ın kardeşlik inancını yıkıp, vatandaşlık temelinde ve ancak bir kesimi üstün gören ulusçu yaklaşım, hiçbir kesime bir fayda sağlamıyor. Terör her toplum için ortadan kaldırılması gereken bir sorun iken, o soruna neden olan yolların da ortadan kaldırılması gerekir. Çıkar merkezli batılı dünya görüşünün açmazı olarak terör de bir sonuçtur. Rabbimizden temennimiz İslam’ın hayata ve insana güzel bakışının, sadece bizim coğrafyamızda değil dünyanın her köşesine nüfuz edebilmesidir.

İktibas Dergisi Kasım Sayısı Yorumu