Modern çağın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmış ‘Türk kimdir’ sorusuna ve yönetim sistemine verilen cevaplar bağlamında ilerlersek: Kabile tarihlerindeki Türk illerinde, kana ve soya dayalı ‘han-hakan’ ünvanlı devlet/toplum liderliği veya başkanlığı,
Devlet teşkilatı ve uyulacak toplumsal sınırları belirleme işlerinde tek hükümranlık sistemiydi; meşruiyet örfi/atalar hukuka dayalıydı.
Müslüman Selçuklu imparatorluğu İslam’ın bayrağını yükselttikten, Bağdat’taki Halife’ye dini olarak bağlandıktan yani sembolik duruma düşen Halife’ye bağlı emirlik olduktan,
1048’de Tuğrul Bey’in, İran kökenli aristokrat ve savaşçı soy olan Buveyhilerin işgali altındaki Bağdat’ı fethettikten,
1258’de Moğol saldırısıyla yakılıp yıkılan Bağdat’taki Halife’nin katlinden, halifelik Moğol saldırısını püskürten tek lider Mısır Suriye hükümdarı Sultan Baybars’ın mülkünde yeniden ihya edildikten, Baybars Haçlı seferlerinde müthiş başarılar sağladıktan sonra,
1500’lerin başında Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethine kadar, Yavuz’la birlikte kısa bir süre,
Abbasi soyundan biri dini/toplumsal işlerden sorumlu Halife olarak kaldı ama siyasi liderlik, eskisi gibi ırsi olarak devam etti.
Geçerken konu üzerinde önemli bir detayı eklemek icap eder:
Moğollar ön Asya’da belirdikten sonra Müslüman toplumların dini yapısında önemli kırılmalar oldu.
Hülagu’nun 1258’de Bağdat’ı yakıp yıkması sırasında Abbasi Halifesi Mutasım Billah katledildi. Tarihinde ilk kez halifesiz kalan İslam dünyası için yeni bir durum baş gösterdi; bu hal Müslüman toplumlarda müthiş bir travma yaratacaktır.
Bundan sonra Müslümanlar ilk kez halifesiz/ruhani lidersiz yeni bir siyasi düzene geçecektir. Bu arada,
Selçuklu hakimiyetinden bu yana İslam dünyasının manevi liderliğinin Araplarda/Kureyş soyunda olması gerektiği gibi yapılıp duran tartışmalar, Moğol hakimiyetiyle birlikte son bulacaktır.
Bundan sonra, siyasi askeri gücü ve dengeleri kendi lehine/hakimiyetine çevirebilen ‘her hanedan’, İslam dünyasının siyasi lideri olacaktır.
Nitekim Memlük sultanı Baybars, siyasi bir deha olarak Kahire’de, Mutasım Billah’ın soyundan olduğunu iddia ettiği birilerinin üzerinden yeniden ihdas ettiği halifeliğin kendi mülkünde yaşadığını duyurup kendisine katılımı meşrulaştırmak isteyecektir.
Buna rağmen siyasi rekabet ve hükümranlık duyguları altında Müslüman dünyada tek halifelik artık, eskisi gibi kabul görmeyecektir.
Bu gelişme dahi bir Halife’den yoksun kalan Müslüman dünyanın travmasını atlatamadı. Halen de atlatmış olduğu söylenemez.
Bu geçişten sonra denmeli ki;
Sultan halifelik modelinde halife, artık ‘devleti-ordusu-maliyesi- bürokrasisi’ olmayan sembolik bir dini temsilciydi. Siyasi emirlerin bağlılığını bildirdiği manevi liderdi.
Siyasi liderlerden İslam’a bağlılığını titizlikle sürdürenler yanında sultanlığı ağır basanlar da oldu.
Bu modelde halife’nin hükümranlık alanı ‘eğitim-dini bürokrasi-kadılık-ticaret-nikah-miras’ gibi toplumsal işlerin dine uygun yapılmasından sorumlu manevi yetkilerle çevriliydi.
Sultan ise, eskiden olduğu gibi dinden bağımsız örfi hukuka dayalı meşruiyetle devlet işlerini yürütmede yine tek hükümranlığını sürdüren siyasi bir hükümrandı.
Abbasi soyundan gelen halifelik 1500’lerin ortasında iptal edildiğinde halifelik, Osmanlı sultanının yetki alanına alındı. Sultanlar halifelik ünvanını pek kullanmadıkları için Şeyh-ül İslamlık makamı ihdas edildi; şeyhül islam ‘manen halife’ sayıldı.
Bütün bu uygulamalarda bahse değer olan husus, ikili bir idarenin, ikili bir hukukun ve ikili bir yetki paylaşımının olduğudur. Bu ikilik,
Devlet işlerini örfi hukuka dayalı yürüten sultanlık ki bu makam ırsiyetle geçiyordu; din/toplumsal işleri şeri hukuka dayalı olarak yürüten şeyhül İslamlık ki bu vazifeliyi sultan tayin ediyordu..
Nihayet cumhuriyet tarzı yönetim biçimine geçildikten sonra 1920’lerin başında ilkin ırsiyet temelli hanedanlık, ardından şeriat temelli şeyhül İslamlık kaldırıldı.
Yeni durumda, sultanın yerine, seçimle gelip çoğunluğu sağlayan parti liderliği/devlet başkanlığı geçerken; şeyhül İslamın yerine, devlet bürokrasisi içine alınan Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.
Bu değişimle eskiden kendi alanında özerk olan dini temsiliyet artık devletin bir kurumu olacaktır.
Dolayısıyla devlet teşkilatı ve işleri gibi siyasi; eğitim ve hukuk sistemi gibi toplumsal işler devlet/ hükümet başkanlığının hükümranlığına geçerken diyanet; mabetler, ibadetler, dini eğitim gibi dini işlerden sorumlu kuruma döndü..
Cumhuriyet öncesi uygulama ikili hukuk sistemiyle yürütüldüğü için laiklik olarak tanımlanamazdı ama Hz. Muhammed’in ve raşit Halifelerin uyguladığı, her alanın dine dayandığı, meşruiyetini dinden alan tekli yönetim biçimi olan hilafet sistemi de değildi; kendine has bir şeydi.
Muhtemelen Roma-Vatikan benzeri uygulamanın yahut Ortodoks-Bizans tecrübesinin bir benzeriydi.
Cumhuriyet sonrası geçilen siyasi ve toplumsal sistemin laiklik olarak adlandırılması,
Tüm dünyada olduğu gibi dinin tanım ve uygulama alanının devlet tarafından belirlenmesi ve dinin de devletin hükümranlık alanına dahil edilmesindendir.
Hatırlanacağı üzere laiklik; Roma/imparator ile Kilise/Papa arasında süregelen hükümranlık alanı çatışmasının,
Modern çağda tüm hükümranlığın devlete geçmesi, devletin kendi başına otonom bir kategori olması, dinin de devletin yetki alanı içine sokulmasıyla ortaya çıkmıştı.
Bu özetten sonra Türkiye’de şimdilerde gündeme gelen halifelik tartışmasına geçersek söylenecek ilk husus;
Bu meselenin
‘Cevabı baştan belli’ toplum mühendisliği soruları gibi olduğunun tespitidir. Hangi cevap şıkkını işaretleseniz toplumu dizayn eden iradenin istediği cevaplardan birini vermiş olacaksınız..
Bu hususta öze dönersek
İslam şeri hukuk sistemine dayalı bir devlet teşkilatlanması söz konusu olamayacağına ve bu meyanda bir irade beyanı ve toplumsal talep olmadığına göre;
Küresel siyaset ve evrensel demokrasi sisteminin zemininde ancak yaşayabilen kapitalist serbest pazar ekonomisinden vazgeçilemeyeceğine ve buna karşılık bir sistem modeli ve iradesi ortaya konulmadığına göre;
Modern bilgi üretim sistemi ve bu bilgiye dayalı sosyal bir sistem işleyişi sürdürüldüğüne, başına İslam’ı andırır bir kelime ilavesiyle bu sistemin aksayan yanlarını ıslahın İslamcılık sayıldığı ve bunun aksine bir bilgi üretim sistemi ve çalışması ve modeli sunulmadığına göre;
Bugüne kadar bilginin niteliği ve amacının zorunlu sonucu olarak Müslümanca sosyal bir düzen kurma niyeti ve aşaması gösterilemediğine ve bu uğurda kuramsal ve pratik örnekleme yapılmadığına.. göre
Hilafet tartışmasını üreten taraftarlarının gönlünde yatanın, bir tür tarihsel sultan halifelik sistemive pratiğinin özleminin ihsas ettirildiğini söylemek vacip olmaz mı?
Bu tartışmalar; eni sonu kurulu devlet şekli ve sosyal toplumsal düzeninde seçimle gelecek yöneticilerin başkan/cumhurun başkanı ünvanı yerine halife namıyla anılmasından başka nereye varabilir?..
Ayrıca
Ulus devletler ve toplumlar gerçekliğini veri sayıp bunun içinden çıkartılacak milli halife yahut halifelerin demokrasiyle muştulanacak yöneticiler olması, neyi değiştirmiş veya temsil etmiş olacak?
Başka bir deyişle, aklında ve fikrinde kuramsal ve pratik olarak çağdaş bir Müslüman toplum modeli veya farklı milletlerden oluşmuş bir ümmet topluluğu modeli ve bu yapının idaresi fikri ve minik pratiği olmayanların ‘nostaljik’ meramının ortaya koyacağı şey, gerçekte halifelik sistemi mi olacak?..
Bu yargıyı
Günümüz reel gerçekliğindeki uluslararası toplum ve hukuk ve kurumlar ve siyaset dünyasında, bu dünyanın bir parçası olmayı sorun etmemiş hatta bu dünya içinde modernleşerek
İlerleme-kalkınma-zenginleşme ve refah yarışına girmiş olanların, bugüne kadar halifelik sistemi ve varlık gerekçesi üzerine tutarlı İslami bir söylem ve eylem ortaya koyamamış olanlara;
Ulus devlet pratiğinde iktidara gelen dindarların yalnızca (Türk-Arap-Kürt vs.) ulusal liderlikten ve ulus sınırlarından öteye geçmeyi düşünmemiş olanlara
Bakarak söylüyoruz.
Nihayet
Hz. Muhammed’in ve raşit Halifelerin gerçekleştirdiği toplum modeli ve bu modele uygun uygulanan yönetim sistemi için ön şart;
Ulus toplum ve devletler dünyasında dolayısıyla küresel soygun ve vurgun düzeninde
Yani çağdaş Mekkelerde,
Ebu Cehillerin çadırında yer kapma, kurulu düzende kendilerine açılan alanları genişletme mücadelesi vermek değil, başka bir çadır/düzen kurma fikri ve mücadelesinin verilmesidir.
Oysa görünür gerçekte bu fikre ve pratiğe düşkünlük değil tersine yabancılaşıldığı gözlenebilir.
Özetle
Halifelik sistemine giden yolda özgün siyasi bir varlık olarak görünür gerçekliğe dönüşemeyenlerin,
Referans alacağı sistem, orijinale dönüş değil, saraylarda üretilmiş tarihsel sapmaların modern versiyonu veya onların dahi daha gerisinde bir model üretimi olacağı söylenebilir.
Hüseyin Alan / İktibas Ağustos Sayısı