A. Arslan: ‘İnsanın Arzuları Bugün Hakikatin Kaynağı Durumundadır’

“İnsan arzuları hakikati temsil eder, gerçekliği temsil ediyor bugün insan için. Dolayısıyla da insanın arzuları artık bugün hakikatin kaynağı durumunda, insanın gündelik hayatını düzenleyen otorite halindedir”

30 Kasım Cumartesi günü İktibas’a konuk olan Abdurrahman Arslan,“Hakikat ve Gerçeklik” başlığını taşıyan sohbetinde, Müslümanların zihin dünyasını derinden etkileyen Modernizm ve ardından gelen post-modernizme karşılık temelden nasıl bir yaklaşım sahibi olunması gerektiği üzerinde durdu.

Konuşmasına, Ramazan hilalini gözetleme hususunda yaşanan, takvim mi yoksa takip mi tartışmasını hatırlatarak başlayan Abdurahman Arslan yaklaşık iki saat süren konuşmasında pek çok kritik noktaya değindi.

Abdurrahman Arslan’ın konuşmasının oldukça geniş bir özetini sunuyoruz:

Batıda bu iş nasıl başladı?

Geçenlerde bir hocamız bu her zamanki bizim –tırnak içinde diyorum- hikayemizden bahsetti, dedi ki; artık bu Müslümanlar Ramazan’ı böyle ayı gözetleyerek oruç tutmaktan vazgeçsinler, artık neticede takvimlerde hesaplanmıştır, matematiksel şeylere dökülmüştür. Dolayısıyla artık Ramazan’ın gelip gelmediğini takvimlerdeki tarihlerden öğrenebiliriz. Öyle demiyor ama şunu demeye getiriyor: Yani bu ilkel usullerden vazgeçelim diye bir yazı yazmıştı. Bunu bir-iki yerde konuşuyorum, şimdi burada da izninizi alarak konuşmak istiyorum. Şimdi Avrupa’da aşağı yukarı 16. asırda -ilgilenenler benden daha iyi bileceklerdir eminim ki tarihi de, hadiseleri de- Avrupalı’da bir tek din anlayışı söz konusu iken ki bu da biliyorsunuz Katoliklikti, aşağı yukarı 1517’den itibaren rivayete göre 525’in üzerinde mezhep ortaya çıkar ve bunlar birbirleriyle savaşırlar, çünkü dindar bir toplum. Benim yaptığım İncil yorumu doğrudur, seninki yanlıştır kavgası sonucunda, rivayete göre de Alman toplumunun üçte biri bu yüzden birbirini öldürürler bu 30 yıl savaşlarında.

Tam da bu dönemde Galileo denen bir adam şöyle bir öneride bulunuyor diyor ki; “Biliyorsunuz Tanrı bize diyor ki size iki tane kitap gönderdim. Biri İncil’dir, okunan bir kitaptır, sözeldir. Bir de size tabiatı gönderdim, o da Tanrı’nın ikinci kitabıdır”. Dolayısıyla eğer biz şimdi Tanrı’nın gönderdiği İncil üzerinde anlaşamıyorsak, o zaman biz Tanrı’nın ikinci kitabı olan tabiatla ilgili çalışmalar yapalım. Tanrı nasıl olsa hükümlerini, kanunlarını İncil’de bize göndermişti, fakat aynı hüküm ve kanunları da tabiata içkinleştirmişti, tabiat da o yüzden böyle dakik dakik çalışıyor, kanunlarına göre. Newton’un da dediği gibi mekanik bir dünya, yani kanunlarına göre işte mevsimler geliyor, yağmurlar yağıyor, bütün bunların hepsi Tanrı’nın koyduğu kanunlar içinde cereyan ediyor. Ve dolayısıyla biz Tanrı’nın tabiatta koyduğu, içkinleştirdiği kanunları-yasaları bulursak, onu da hayatımıza uygularsak bu da İncil’in hükümlerinin yerine geçmiş olur, hem kiliseden kurtuluruz, hem de neticede yine dindarca bir şey yaparız, yine Tanrı’nın kanunların uygulamış oluruz. Diyor ‘tamam’.

Yalnız tabiatı okumanın dili matematiktir, o matematik üzerinden okunur, İncil gibi sözel değil. dolayısıyla genel olarak, genel kabule göre Galileo’den itibaren fizik dediğimiz dünyayı okumanın dili matematik oldu. Tabii matematik çoğumuzun zihninde kesinlik bildiren bir şeydir, bugün artık matematiğin de bir ideoloji olduğunu, matematik sistemlerin öyle çok doğru sistemler olmayabileceğini de Batılılar yine konuşuyor, tartışıyorlar.

Şimdi o günden bugüne kadar dünyayı matematiğin diliyle okumak gibi bir gelenek vardır. Bundan önce acaba matematik kullanılmıyor mu? Kullanılıyordu elbette. Biliyorsunuz rakamlar, matematik zaten Batıya ait değildir, Hint, Araplardan gelen bir şey. Şimdi buradaki sorun şuydu: Matematiğe hayatın neresinde nereye kadar yer verecektik? Dünya acaba matematiğe indirgenebilir miydi? Dünyanın dili matematik olduğundan beri elbette ki takvimlerdeki hesap kitap üzerinden dünyayı matematiksel okuyup Ramazan’ın gününü tespit edersiniz. Ama bir başka adam çıkıp diyor ki, ben dünyayı matematiğin diliyle okumak istemiyorum. Bunu çok öyle felsefi, tumturaklı, sistematik bir şekilde demiyor ama bir takım önsezileriyle Peygamberinden devraldığı bazı şeylerden dolayı diyor ki ‘ben gözetleyeceğim’. O Galileo’den haberdar değil. Burada iki tane, dünyaya farklı şekilde bakan bir bakma biçimiyle karşı karşıyayız. Benim naçizane fikrim; zihninize getirmek istediğim konulardan birisi bu.

‘Eğer siz matematiğin kesinliğinde söylerseniz, artık orada Allah ve onun yaratma fiili dışlanmıştır’

‘Takvim böyle dedi’ diyor ama takvimin arkasında, dünyanın matematiksel okunması vardır, Galileo vardır, Rönesans vardır, var oğlu vardır, o oradan geliyor buraya. Dolayısıyla bu iş öyle bizim vazettiğimiz gibi, hatta bazılarının da dediği gibi gericiler, yobazlar matematikle uğraşmak istemiyor filan… bu öyle değil, bu bir dünyaya bakma biçimidir. Bugün aslında çok zaman farkına varmadığımız bir biçimde, dünyaya bakma biçimimiz farklıdır bizim. Dünyayı okuma biçimimiz farklıdır bizim. Yani bugün bizim okuduğumuz okuma biçimi İslam’a ait değil. Ben Müslümanım ama ben Müslüman olduğum halde, ben öyle okuduğum halde bütünüyle bana ait değil. Bu demek değildir ki matematik kullanılmayacak, matematiği reddedelim; hayır o, o değil. Bir bakıma matematiğe nereye kadar yer vereceğimizle ilgilidir. Eğer siz matematiğin kesinliğinde söylerseniz, zaten artık orada Allah ve onun yaratma fiili dışlanmıştır. Bütün zaten modern fizik de, sosyal bilimler de bunun üzerine kurulmuştur. Yani burada Tanrı yok değil Tanrı vardır ama dünya bağımsızdır, insan bağımsızdır, o bağımsızdır, bu bağımsızdır, bu bağımsızlıklar üzerinden işleyen bir süreç bu. Yani Batı insanının sürekli olarak, Grek’ten beri, tanrı karşısında bağımsız olmak gibi bir huyu var, onu Prometheus hikayesinden biliyorsunuz.

Hakikat ile gerçeklik arasında bir mukayese yapmak bugün çağdaş dünyanın geldiği noktada kolay görünen bir şey değil. Çünkü artık deniyor ki, post-truth dedikleri işte hakikat sonrası bir dünyada yaşıyoruz. Bunu şimdi kavramsallaştırmaya çalışıyorlar Batılılar. Efendim, kelime anlamı için de hakikat sonrası anlamına geliyor ama bunları yeniden anlamlandırmaya çalışıyorlar, işte bu böyledir böyledir diye. Ama netice şu demektir: Anlamın buharlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Anlamın buharlaşması ne demektir? Hepimizin ortak paylaştığı bir şeyler hakkındaki anlam, artık herkes tarafından farklı şekilde anlamlandırıldığından dolayı her insan için bir şeyin anlamı farklılaşıyor. Bundan dolayı da bu kadar çok farklılaşan bir anlam dünyasında biz artık anlamdan bahsedemiyoruz. Anlam buharlaştı diyoruz. O ortak anlamlar kaybolmuştur. Mesela, ya terbiyesizlik etme dediğimizde, siz de o hareketi terbiyesiz olarak görürsünüz. Çünkü o ortak anlamımız bunun üzerine kurulmuştur. Fakat şimdi artık bu ortak anlam post-modernliğin dediği gibi patladı, çatladı, parçalandı. Dolayısıyla da herkes için kendine ait yeni bir anlam anlayışı çıktı ortaya, ben böyle görüyorum, ben böyle anlıyorum diyorsunuz. Şimdi post-modernizm bunu özgürlüğün gelişmesi olarak görüyor. Diyor ki; insanlar bunu yapınca çok daha özgür olurlar, dolayısıyla zihinleri daha özgür düşünür diyor, kendi kendisine karar verir diyor.

Şimdi uzun zamandan beri, bilhassa İslam dünyasının Ortadoğu’daki sınırlarının değiştiği-değişmediği üzerinde süren bir tartışma yaşıyoruz. Bunu, trajik bir şekilde, ümmetçiyim diyenlerin de çok ciddiye alarak tartışmasını hayretle karşılıyoruz. Çünkü o sınırlar aşağı yukarı 1900’lerde falan yoktu. Elbette ki o sınırların başkaları tarafından çizilmesi hiçbir Müslüman’ın kabul edeceği bir şey değil. Dolayısıyla sınırlar üzerindeki bir hegemonyanın başkaları tarafından yaratılmış olması elbette kabul edilmez. Fakat benim naçizane fikrim, sınırların ötesinde bugün İslam’ın değerleri deforme ediliyor, böyle bir ciddi sorunla karşı karşıyayız. Yani Ortadoğu sorununu, ben Suriye’yi kastetmiyorum sadece, bütün İslam dünyasını kastediyorum. Bütün bu kargaşa, kavga, dışarıdan müdahaleleri, genel olarak Müslümanlar petrol üzerinden düşündükleri için petrol paradigmasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Naçizane fikrim 21. asırda bunlar çok açıklayıcı fikirler değil, çünkü artık yeni enerji kaynakları bulundu, öyle çok petrol için savaş yapılmıyor.

‘Tüm kavganın nedeni İslam’ın küresel dünyaya yaptığı itiraz’

Benim kanaatime göre buradaki esas temel şey; İslam’ın küresel dünyaya yaptığı itirazdır, Batı uygarlığına yaptığı itirazdır. Tam da öyle bir itiraz ki batı uygarlığı kendine olan güvenini kaybettiği bir dönemde. Çünkü post-modernizm aynı zamanda bir güven kaybını da beraberinde getiriyor felsefi anlamı içinde. Teknolojik olarak güçlü olabilirler ama biraz da bu tabii bizim güç tanımımızla ilgili bir şeydir. Allah’ı dışladığınızda elbette ki sizin sadece askerlere, işte bombalara ihtiyacınız vardır, doğrudur, ama tabii ki “o okları siz atmadınız” ayetini de okuyup böyle gevşediğimiz zamanlar da oluyor, ama onu bugünle nedense irtibatlayamıyoruz. Haşa sanki Allah o gün müdahildi her şeye, fakat bugün müdahil değil gibi öyle bir zihinsel yapımız var, bana göre bu zihin kirlenmiştir.

Acaba bugün gerçekten İslam dünyasındaki kaosun sonucunda Batı ne bekliyor? Yani yeni devletçikler mi bekliyor, yoksa iğdiş edilmiş bir İslam mı ortaya çıkacağını bekliyor? Bana sorarsanız, bence iğdiş edilmiş bir İslam çıkacak ortaya diyor. Bunu aşağı yukarı uygulamalarında görüyoruz. Suudilerdeki kadın üzerinden, Türkiye’de kadın üzerinden Müslüman bir toplumun değiştirilmesi, Türkiyelileştirilen bir İslam uygulamalarının olması ya da Malezyalılaştırılan bir İslam’ın bizim gibi ülkelere örnek olarak sunulmaya başlanması; bütün bunlar aslında bu coğrafya üzerinde başka bir planın da işlemekte olduğunu söylüyor. Ama dediğim gibi biz gerçekten de o kadar çok anti-Batıcı vs. olduk ki bunları göremiyoruz. Elbette ki olalım, olmayalım demiyorum da ama işin içinde ya da alttan alta akıp giden bir şey var ortada, gözden kaçan, Müslümanların bence gözümüzden kaçırdığımız bir şey var ortada; buna naçizane dikkatinizi çekmek istedim.

21. asır bize şunu söylemeye çalışıyor: Yaklaşık Rönesans’tan itibaren insan veya insanlığın önüne koyulan ideallerin artık anlamsız hale geldiğini söylüyor. Bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek başta Batı, sonra da Batı harici toplumlar bu ideallerin şekillendirdiği bir gerçekliğin dünyasında yaşamaktadırlar artık ve bu tarihte, yazılı tarihte, bildiğimiz tarihte ilk defa olan bir hadisedir. İlk defa küresel çapta –tırnak içinde diyorum- bir düşünce, bir yaşam biçimi, ne derseniz deyiniz, bir mimari anlayış, bir toplum anlayışı, bir hakikat anlayışı, bir gerçeklik anlayışı bütün bir küreyi sardı ve kendine göre şekillendirdi. Dolayısıyla bu mücadeleyi sadece Müslümanlar vermiyor, yani Batıya karşı ya da modernliğe karşı mücadeleyi vermiyor; Hindular da veriyor, Taocular da veriyor, Şintoistler de veriyor, yani dini geleneklerin adamları da veriyor. Fakat bunların bir kısmının üstü örtülüyor, bize ulaşmıyor. Bizim entelijansiya da bunun üstünü örtüyor uzun zamandan beri. Hatta bakıyorum bizim Müslüman entelijansiya da aynen laikler gibi bunun üstünü örtmeye başladı. Fakat öyle değil, orada da direnç noktaları vardır. Bu son dönemlerde mesela Hindularda, Budistlerde ciddi şekilde direnç noktaları var, Şintoistlerde var. Yani bizim tabiatla olan ilişkimizi bu Batı uygarlığı bozdu diyen ciddi makaleler, yazılar yazıyorlar. Sayıları az ama yine de bu tür şeyler de vardır yani.

‘1840’larda kullanılan bir kavramla İslam tarihi açıklanamaz’

Ancak bu ideallerin bu kadar kolayca benimsenir yayınlamasının esas önemli sebeplerinden birisi teknolojik kuvvettir, bunu hemen söyleyelim. Eğer gerçekten bu teknoloji olmasaydı modernleşme de, bu Batı kültürü de diğer insanlar üzerinde bu kadar etkili olamazdı. Çünkü diğer kültürler de güçlü kültürlerdir, öyle sıradan kültürler değildir. Kültür kavramını borç olarak kullanıyorum burada, onu size söyleyeyim efendim. Medeniyet kavramını kullanmamaya çalışıyorum, kullansam bile borç almış oluyorum, onu da söylemek istiyorum. Hiçbir dinin tarihteki tecrübesi medeniyete indirgenemez. Hele bunu Müslümanların medeniyet tapıcılığı olarak yapmış olmaları bence onların bir ayıbıdır. Medeniyet çok seküler bir kavramdır. 1756’da Fransa’da ortaya çıkmış ki ana yurdu da Fransa’dır bu kavramın. Bu kavramın bizde kullanıldığı ilk tarih 1839’da sivilizasyon olarak kullanılmıştır. 1840 yılında Sadık Rıfat Paşa medeniyet kavramını ilk defa kullanıyor. Bundan önce İkinci Mahmut’a “hadariyet” kavramını kullanalım diye teklifte bulunulmuştur, o da bunu kabul etmemiştir. Dolayısıyla 1840’larda kullanılan bir kavramla siz bir İslam tarihini açıklamaya kalkıyorsanız, buradan entelektüel bir şey çıkmaz. Ne çıkar? Şu çıkar: İslam’ın tarihi, medeniyet kavramına indirgenmiş olur, Müslümanların tarihi de Osmanlı’ya indirgenmiş olur. Benim Osmanlıyla bir alıp vereceğim yoktur, her zaman söylüyorum; kim bu dine hizmet ettiyse hepsinden Allah razı olsun, ama bu tarih bir bütündür, bunu böyle parçaladınız mı o pis ırkçılığın tuzağına düşersiniz. Çünkü bu da ideolojik bir tarih okumasıdır, başka bir şey değil. Çünkü her zaman geçmişe bakmak ideolojik bir bakışı getirir beraberinde. Biz Müslümanız, Kur’an’daki kıssalardan bakarak mümkün olduğu kadar çağdaş ideolojilerin tesirinde kalmadan geçmişi okumaya çalışırız ya da çalışmaktayız. Yoksa geçmişe bakmak öyle masum bir olay değildir yani. Üstelik de ayette diyor; onlar geldiler geçtiler, siz kendinize bakın.

Bizler ya da sizler bu idealleri benimsememiş olabiliriz, hatta paylaşmadığımızı da söyleyerek kendimizi bunlardan ayrı da tutabiliriz. Ama bu bizimle sınırlı kalan bir durum, bir hadise değildir. Zira bu idealler bir bilgi evreni, bir iktidar evreni, bir toplum evreni, bir iktisat evreni, hülasa bir hayat evreni olarak artık kendini çoktan inşa etmiş haldedir ve biz de onun içinde yaşıyoruz.

Zaman olarak bu idealler günümüzde internette, mekan olarak da gökdelenlerde yerleşmiş durumdadır zaten. Bir de gördüğünüz eğitimin, edindiğiniz bilginin esasında bu ideallere ait olduğunu unutmamamız lazım. Sizi ana okulundan ya da dördüncü sınıftan itibaren Kur’an kursuna tabi tutabilirler, çocuklarımıza Kur’an okuturlar. Ama bu demek değildir ki bu idealleri inşa eden bilgiden azadedir, kendimizi kandırmayalım. Çocuklara Kur’an okutulduğunda biz bu ideallerden ya da bu bilgiden azade değiliz. Modern bilgi, eğitimde kullanılan bilgi, bilgi dediğimiz modern bilgi bütün bu ideallerin taşıyıcısıdır, isteseniz de istemeseniz de bu bilgi bu idealleri taşır. Dolayısıyla da çocuklarımızın zihnini bu bilgi formatlamaktadır. Enteresan bir şey, iki, üç yaşından itibaren çocuklar artık devlet tarafından da eğitiliyor değil mi? İlk mümin Hristiyanların Atina, Sparta gibi ülkelerde şehir devletleriyle yaptığı kavgalardan birisi de odur. Dediler ki; biz çocuklarımızdan sorumluyuz, Allah bizi sorumlu tutuyor, biz çocuklarımızı size vermeyiz. Çünkü orada çocuk anaya bağımlılığı bittikten sonra devlet alıp eğitiyordu. Dediler ki vermeyiz, onlarca yüzlerce insan öldü. Ve bu onlarca sene sürdü, en sonunda o hakkı elde ettiler. Ama onların o günkü bilincine bakıyorum da, biz bu bilincin sahipleri değiliz. Allah onlardan razı olsun.

‘Her inanç, her ideoloji ya da dünya görüşünde ‘hakikat’ telakkisi merkezi bir yer tutar’

Hakikat Arapça bir tabir olup köken olarak hakk kavramından geliyor. Allah Hakk’tır, Hakk Allah’ın sıfatıdır. Hakikat, bir şeyin aslı, esası, özü anlamına gelir. Duyu verilerinin akılla kavramanın ötesinde varlığın ne olduğunu, neyi gösterdiğinin bilinmesi demektir. Her inanç, her ideoloji ya da dünya görüşünde hakikat telakkisi merkezi bir yer tutar. Hakikat dil, anlam ve düşünce üzerinde daima kurucu bir role sahiptir; biz bunun farkında olmayız, ama öyle bir rolü vardır yani.

Hakikat, ölüm ya da ahiret karşısında aradığımız bir cevap değildir. Daha ziyade varoluş ve dünyevi gerçeklikle alakalıdır. Zira dünyayı bir hakikatin aracılığıyla anlar ve anlamlandırırız. İnsan yapısı gereği daima bir hakikat arayışı içindeki bir varlık olmuştur. Bu niçin yaşadığımıza da aslında verilen bir cevap sayılır. İnsanın yaşamını anlamlı kılan ve bir bütün haline getiren inandığı hakikat telakkisidir. Hakikat telakkisi dediğimiz şey de, herhangi bir düşünce, kanaat veya doğru değildir. Tam tersine, bizim doğruyu bulmak için kendisine teslim olduğumuz şeydir. Şöyle de diyebiliriz: Hakikat doğruyu bulmamıza imkan verdiğine inandığımız, doğrudur. Yani doğrunun üstündeki bir doğrudur. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden onun vasıtasıyla ayrıştırır veya tayin ederiz. Onu temel alarak kararlar verir, mukayese yapar, düşünce ve amellerimizi kurarken niyetimize temel yaparız. Geleceği aslında ondan hareketle düşünür ve tasarlarız. Bugün Müslümanların geleceklerini, ahiret ahiret diyoruz, ben de dahilim buna, ama geleceklerini hiçbir zaman İslam’ın hakikatine göre tasarlamıyoruz. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bir hadisinde buyuruyor; uzun emeller beslemeyiniz diyor, imanınızı zayıflatır. Bizim bugün en kısa emelimizin ömrü 10 yıldır. 20 yıllık, 30 yıllık, 40 yıllık emellerimiz var bizim yani.

‘Hakikatin kaynağının vahiy olması Müslümanların modernlikle uyuşmasını imkansız kılar’

Hakikat bir bilgi, bir kabul, bir inanç olabilir ama bunun dini olmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Bu ancak hakikatin kaynağıyla ilgili bir soru sorulduğunda gündeme gelebilir. Bundan sonra ancak hakikatin dini ya da sekülerliğini söz konusu edebiliriz. Müslümanlar için elbette ki burada hakikatin kaynağının vahiy olması önem taşır. Bu da Müslümanların modernlikle uyuşmalarını imkansız kılan sebeplerden biridir aslında.

İslam’da hakikatin kökeni vahye dayanırken modern hakikat telakkisinin kökeni tabiata dayanır. Modernliğin bizzat bilgisiyle İslam uyuşamaz, kişisel iddiam odur. Çünkü hakikat kaynağı anlamında, bilginin kökeni anlamında, epistomolojik olarak İslam’la modernliğin uyuşması mümkün değildir. Onun için bizim teologlarımız bu uyuşturma işinden vazgeçsinler. Aşağı yukarı evet 70 seneden beri bunu yapıyorduk, doğru. Ama bugün artık dünyada bir kırılma alanı doğdu. İkinci husus, biz artık modernliğin ne olduğunu biliyoruz, iyi-kötü hakikatin ne olduğunu biliyoruz, öğrendik, bütün bunları göz önüne alarak konuşmamız lazım efendim.

‘Hakikat anlamın da kaynağıdır’

Hakikat sadece doğrunun değil anlamın da kaynağıdır. Onun aracılığıyla harici dünyayı anlamlandırır ya da anlam çıkararak anlamaya çalışırız. İnsan düşünebilmek veya faaliyette bulunabilmek için daima bir başlangıç noktası ya da hareket noktasına ihtiyaç vardır. Gerçekten de insan zihni, yani insan düşüncesi ve insan amelleri bir başlangıç noktası olmadan var edilemez. Biz çok farkında değiliz ama her zaman insan bir düşünce serdettiğinde ondan önce bir başlangıç, bir kabulden hareket ederek yapar.

Efendimiz buyuruyor (aleyhissalatu vesselam), hani “ameller niyetlere göredir”, niyetleri de kuran bir bilgidir aslında ya da köken olarak bir bilgidir. Dolayısıyla hakikatin kökeninde de ister dini, ister dinsiz olsun, ama daima bir bilgi biçimi vardır. Zaten o bilgi biçimi bizi ilgilendiriyor burada. Çünkü hakikat kendi başına bir hakikat olarak gelmiyor, bir bilgi biçimi olarak geliyor, o hakikate içkin bir bilgi biçimi olarak önümüze geliyor.

İnsan neyi düşüncesine temel yapmışsa, o insanın hakikat telakkisini ya da onun açılımı olan bir parçayı yansıtır aslında. Aslında hakikat telakkisi dediğimiz şeye inanç dememiz lazım. Zira hakikat dediğimiz şey bizde inanç haline gelmiş şeydir. Diğer bir ifadeyle, zaten bir şey inanç haline geldiğinde hakikat telakkisi olma vasfı kazanıyor ya da o an için, düşüncelerinizi onun üzerinden kurmuşsanız o an için o temel düşünceniz ve temel anlayışınız sizin hakikatiniz olur. Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’in de, genel olarak Müslüman alimlerinin de söylediği gibi dinsiz bir insan yoktur. Evet, çünkü hakikaten bir insan amelde bulunması için, düşünce serdetmesi için bir hakikati onlara temel yapması lazım, yaptığı andan itibaren de o onun hakikatidir, yani o onun dinini temsil eder.

‘Her hakikat telakkisinin kendi anlam dünyası vardır’

Her hakikat telakkisi kendi müntesibinin karşılaştığı sorunları kendi anlam dünyasının içine çeker, zihinsel olarak biz bunu yaşarız. Bu, değerli ya da değersizleştirme sürecidir aslında. Mesela bugün Müslümanların zihninde değerli olan şeyler 100 yıl, 50 yıl öncesinin Müslümanlarının gözünde değerli şeyler değildi. Yani Müslüman zihin değersizleştiremiyor bugün. Kapitalizmin ya da modernliğin değer verdiği şeyleri, reklamları ya da her neyse, o da aynı nispette değer veriyor. Değersizleştiremiyoruz zihinlerimizde. Belki değersizleştirdiğimizde onun bizim üstümüzdeki hükmünü asgariye indirebiliriz, ama bunu başaramıyoruz, çünkü zihinsel yapımız, zihinsel inşamız buna elverişli değil, elvermiyor.

Ama her hakikat telakkisi, her sorunu kendi terimleri, kavramları, kalıpları, mantığı ve bunların oluşturduğu bağlamlar içinde ele alır. Önce kendi hakikat telakkimizin bu kavramlarını, kalıplarını, mantığını, bağlamları zihinde inşa edeceğiz, sonrada da Müslümanın sorunlarını çözeceğiz. Bu çok kolay bir iş değil. Ama biz başka bir şey yapıyoruz, biz bu kapitalizmi ya da modernliğin kavramları, kalıpları, bağlamlarının içine İslam’ı oradan alıp şak diye getirip koyuyoruz. Aşağı yukarı bizim son 60-70 yıldan fazladır yaptığımız budur. Sürekli olarak İslam başka hakikat ya da gerçekliklerin bağlamları içerisinde anlamlandıran bir din haline geldi.

Bunları tahlil yapar ve bu bağlamlar içinde çözümler üretecek entelektüel imkanlar açar. Çünkü bir de ayrıca çözüm öneriyor. Çözüm için siz her aracı kullanamazsınız. İşte biz araçları kullandık, o araçlar geldi bizim amacımız haline dönüştü bugün.

Hakikat kendine ait olmayan, farklı hakikat telakkilerine ait sorunlarla karşılaştığında ise yine aynı yolu takip eder. Ama bugün bizim yapmakta olduğumuzun aksine, bu meselelere kendi bağlamları içinde kendini açar. Yani kendi bağlamları içinde o meseleyi alır, o meselenin bağlamlarını dışlayarak alır, çünkü onu iyi değerlendirip anlamlandırabilmesi için onu bağlamlarından soyutlayıp bizzat kendi bağlamlarının içine yerleştirerek değerlendirecektir, ona bir cevap verecektir ya da değersizleştirecektir, her ne ise. Biz bugün tersini yaşıyoruz onu söyleyeyim.

‘İnsanın arzuları artık bugün hakikatin kaynağı durumundadır’

Hakikati öldüren şüphedir, şüpheyle hakikat bir arada olmaz. Yani bugün post-modernizmin geldiği nokta bu, şüpheyle beraber hakikat de ortadan kalktı. Post-truth dediğimiz bir hadiseyle bugün karşı karşıyayız, herkes istediğini yapar halde. Ha burada da sizin de bildiğiniz gibi, mademki ortak bir hakikat yoktur, herkese göre bir hakikat varsa, herkesin kendine göre bir hakikati varsa, bu hakikatin hakikat olduğunu bize kim söyleyecek? Beden söyleyecek yani insan bedeni, daha doğrusu arzu söyleyecek. İnsan arzuları hakikati temsil eder, gerçekliği temsil eder bugün insan için. Dolayısıyla da insanın arzuları artık bugün hakikatin kaynağı durumundadır. İnsanın gündelik hayatını düzenleyen otorite halindedir ve bu aslına bakarsanız bedenin öne çıkmasıdır.

Bu kadar dar elbiseleri kadınlara ve erkeklere giydirmeleri sizce bu modanın arkasında böyle bir düşünce yok mudur? Çünkü moda her zaman arkada bir felsefeyle birlikte gelir, blue jeans’ten tutun da diğerlerine kadar. Evet, eğer beden hakikati bize bildiriyorsa, bedenin arzuları gerçekten önemliyse… çünkü bugün gündelik politik dili de bu inşa etmektedir artık. Bugün politikada düzeni değiştirelim o bu falan, hayır, bütün bunların hiçbirisi kabul edilmiyor, reddediliyor, zaten önemsizleştirildi. Önemli olan, toplumun arzularının karşılanmasıdır. Fakat burada da temel bir sorun ortaya çıktı. Bir grup insan diyor ki, bu normal arzu değil insanlarda, sadece emtia üretilmiyor tüketmeleri için, bir de diyorlar bu çağdaş araçlardan dolayı arzu üretiliyor. Dolayısıyla önce arzu üretiliyor, ondan sonra da araba, lastik her neyse bir şeyler üretiliyor. Dolayısıyla arzuyla beraber onu da tüketiyorsunuz. Çünkü dün eskiden sadece bir emtia üretiliyordu. İnsanların ihtiyaçları vardı gidip alıyorlardı. Ama çağdaş dünyada bir de bunun karşılığı olarak bir arzu üretiliyor, özellikle de giyim kuşam hususunda falan. Obeziteyle bunun arasında bir ilişki olmadığı tabi ki söylenemez.

‘Post-modern felsefe, hudutları ortadan kaldırıyor’

Şimdi buradaki temel sorun şu: İyiyle-kötüyü, adalet-zulüm, ahlaklı-ahlaksız arasındaki çağdaş dünyanın hakikat anlayışının ortadan kalkması ile sınırlar eriyor. Ama post-modern düşünce, post-modern felsefe, post-modern siyaset diyor ki, bunlar arasındaki hudutlar erirse çatışma ortadan kalkar, çünkü diyor çatışmayı yaratan, bu sınırların keskinliğidir, ayrışmadır. Oysa diyor sulandırırsak işi, yani hakikatin tekilliğinden çoğulluğuna geçebilirsek diyor, dolayısıyla herkesin kendine göre hakikati olacağı için, dolayısıyla da insanların birbiriyle savaşmaları, mücadele etmesi, kavga etmesi gereksiz olacaktır büyük bir nispette. Bu da tabii ki hakikatin ve ona ait bilginin çoğullaştırılmasıyla ilgilidir.

Amerikalı akademisyenlerin vardığı sonuç şudur: Medreselerden türetilen bilgi, bu çatışmayı yaratan bilgidir. Türkiye 2005 yılında yanılmıyorsam Pakistan’a İmam-Hatip tecrübesini anlatan resmi bir gözlem sırasında bu söz konusu edildi.

‘İslam’da kamusal alan-özel alan ayrımı pek yoktur’

Size bir de gerçeklikten bahsetmek istiyorum. Gerçeklik, insanın düşünce ve faaliyetleriyle her türlü malzemeyi kullanarak meydana getirdiği şeydir. Yani hangi sebeple olursa olsun, insanın içinde yaşamayı sürdürdüğü kültürel, fiziksel dünyadır. İnsan bunu düşünce ve amelleriyle inşa ediyor ve insanlar arası ilişkilerle her defasında yeniden üretilir bu gerçeklik. Buna hayat alanı diyoruz, içinde hayatımızı sürdürdüğümüz. Özel ve kamusal diyeceğim, özel ve kamusalı içine alan bir ayrım ama yine de bir not olarak söyleyeyim, İslam’da kanaatime göre özel ve kamusal alan ayırımı pek yoktur, yani bu Batılı sosyal teorinin bize verdiği ve Müslümanların da düşünmeden üzerine atladıkları bu teori, çok İslam’a uygun bir şey değil diye düşünüyorum. Çünkü kamusallık nedir İslam’a göre? Daha doğrusu şöyle söyleyelim: İslami bir kamusallık üzerinden konuşabilir miyiz? Bu neye tekabül eder? Ya da bir caminin kamusallığını söz konusu edebilir miyiz eğer biz bir kamusallık konuşacaksak? Bir kamu fikri var mı İslam’da? Çünkü çok soyut bir kavramdır bence. Bütün bunlar size az önce dediğim gibi yaşadığımız gerçekliğin zihinlerimiz üzerindeki egemenliğini ifade ediyor.

İşte nedir? Sivil toplum. Tamam da nedir bu? Bu gerçeklik içinde tamam bunu konuşuyoruz ama bizim gerçekliğimizin içinde bunun ne anlamı vardır? Valla doğrusunu isterseniz olmuyor! Niye olmuyor onu da bilmiyorum. Olması gerekir mi? Evet, olması gerekir. Niye derseniz, çünkü Müslümanlar yüzbinlerce öğrenci okutuyorlar artık, pes yani değil mi? Peki bunlar ne yapıyorlar okuyunca? Bunları öğreniyorlar, bunların şimdi papağanlığını yapıyorlar. Babaları diyorlardı ki, bu kafir kanunlarla hükmedilmez. Şimdi çocukları hâkim olmak için kuyruğa girmişler. Bizim trajedimiz…

Yapmaya çalıştığım şey şu: Hakikatle gerçeklik arasındaki ilişkiyi, onu anlatmaya çalışacağım ve diyeceğim ki, Müslümanların bugün içinde yaşadıkları gerçeklik İslam’ın hakikatine uygun değil, isterseniz sosyal gerçeklik deyin. Buna kültürel gerçeklik diyebilir miyiz? Bana sorarsanız diyemeyiz, çünkü kültür kavramı bence İslam’ın, Müslümanların kullanabileceği bir kavram değil, öyle düşünüyorum, sebepleri de var, belki sonra konuşabiliriz. Ama yine de kültürel de diyebiliriz, buna şimdilik en azından bir itirazım yoktur.

Öyle biz laik değiliz, laikliğe karşıyız deyince öyle olunmuyor, yani problemin kendisi bu’

Burada esas anlatmaya çalışacağım belki biraz sonra inşallah başarabilirsem, bu gerçekliklerin içinde Müslümanların kendilerine göre bir gerçeklik dünyaları artık kaybolmuştur, eridi, bitti, yani kırıntıları var. Acaba Müslümanlar kendi hakikatleri üzerinden yeniden bir gerçeklik kurabilirler mi? Çünkü, gerçeklikle Müslümanın hakikati ayrışmışsa burada imanla amel, muamelat ayrışmış demektir artık. Bu bir tipik laikliktir, buna laiklik demeye gerek yok artık, Müslümanlar bu anlamda bence laikiz, buna ben de dâhil olmak üzere, bunu kabul etmemiz lazım. Öyle biz laik değiliz, laikliğe karşıyız deyince öyle olunmuyor, yani problemin kendisi bu. İşte ben de olunmadığını artık konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Herkes konuşsun, Müslümanlar, endişesi olanlar, hepimiz konuşalım, çünkü çok dar ve sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz. Olunmuyor derse bir arkadaş olur desin, onun da aksini söylesin, burada neticede Müslümanız, ortak endişelerimiz vardır. Yani öyle dışarıdan, yukarıdan böyle empoze ederek şey etmek istemiyorum, bir arayışın insanıyım ben de sizin gibi. Ama olunmuyor, bu kadar tarihi tecrübenin sonucunda geldiğimiz noktada görünen o, olunmuyor. Olunabileceğini diyen varsa, bunu da konuşalım, bence yolları üzerinde konuşalım diye düşünüyorum.

İnsani bir faaliyet olarak düşünce ve amel daima bir başlangıç noktasını gerektirir, var edebilmemiz için. Bu ise işte bizi hakikatle hemen buluşturuyor, yani insan eylemi ve düşüncesi hakikate bağımlıysa o zaman insan bir eylem ve düşüncede bulunduğunda aynı zamanda o hakikati de yansıtmış olur. İşte zaten gerçeklik de insanın düşünce ve eylemleriyle dışarıya yansıttığı şeydir demek istiyorum. Ama bu yansıttığı şey onun hakikat anlayışından bağımsız değildir, öyle gibi görünür ama öyle değildir, onu biraz anlatmaya çalışıyorum. Zira bir sebebe, bir hakikat telakkisine yaslanmazsa düşüncemiz ve amelimiz, var olamaz, yani mümkün değil düşünce üretmek. Yani isimler öğretilmesiydi Âdem asla ve asla düşünce üretemezdi, çünkü bir başlangıç noktası gerekiyordu, çünkü o şekilde Cenabı Allah o zihni yaratmıştı. Bu demektir ki, insan düşüncesi ve ameli daima bir hakikate ya da bir sebebe bağımlıdır. Hatta İsfahani’ye göre, sebep insanı ilme götüren bir şeydir. Allah’ın sıfatlarından biri de sebep yaratmasıdır. Ben İsfahani’den bir alıntıda okumuştum, okuduktan sonra doğrusunu isterseniz ufkumu çok geliştirdi. Çünkü bunlardan, ben kendim içim söyleyeyim, sizi tenzih ederek söyleyeyim, bunlardan çok haberdar değiliz. Çünkü niye? Laik eğitimden geldik. Ama Cenabı Allah’ın sıfatlarından birisinin sebep olduğunu ve sebebin de -elbette ki hiçbir şey Cenabı Allah’tan bağımsız değildir haşa- ama sebebin de insanı ilme götürdüğü önemli bir şeydir.

Bugün herkes bunu çok iyi biliyor ki, bilim kesinlik bildiren bir şey değil, artık o bitti, o dönem kapandı’

Hayat alanı, bu sebeple düşünce ve amelin kendisinden neşet ettiği hakikat telakkisine göre şekil bulur. Öyle görünmez ama öyledir. Bugünkü modern hayatta da böyledir. Konumuzdan kaçacağız, ama anlatmak için size söyleyeyim. Bir adam hakime müracaat ediyor diyor ki ‘bu çocuk benim değil’. Hakimin yaptığı iş, hemen bunu üniversiteye göndermektir, yani böyle bir şikâyet vardır. Üniversite ne yapıyor bunu? DNA’sına bakıyor, sonra oradaki bulgulara göre düşüncesini gönderiyor. Hâkim aslında kendisi karar vermiyor burada. O toplumda geçerli olan, toplumun kendisine temel aldığı hakikate göre karar veriyor. Orada hakikat pozitivizmdir. Pozitivizmi kim temsil eder? Üniversite temsil eder, bilim adamı temsil eder. Bilim adamı diyor ki, bunun DNA’larının -yani orada da kesinlik yok ama- DNA’larının işte yüzde 95’i öyle diyor. O zaman diyor ki, sen bu çocuğun babasısın ya da değilsin. Yani bu da bir okuma biçimidir. Ama Allah’ın Resulü (aleyhissalatu vesselam) da buyuruyor ki; çocuk kimin yatağında doğmuşsa onundur. Bu da dünyayı okuma biçimidir, onu size söylemeye çalışıyorum, bu farkı biraz açıklamaya çalışıyorum. Belki örneklerim zayıf da olabilir, ama bu fark o dünyayı okuma biçimimiz.

Ha diyeceksin ki, öyle değil, onda da kesinlik yok. Artık bugün herkes bunu çok iyi biliyor ki, bilim kesinlik bildiren bir şey değil, artık o bitti, o dönem kapandı. Öyle diye diye yutturdular insanlara, Hıristiyanlara da bunu yutturdular, bizlere de yutturdular. O dönem kapandı. Bilim adamı da diyor ki yüzde 95 isabetlidir. Peki, bizimkisi ne olacak? Bizimkisi ahiret. Resulullah’ın dediğini uygularsanız öyle bir şeyiniz varsa ahirete gidince Cenabı Allah hepsini demiyor mu size göstereceğiz. Haşa, sözünden caydığını mı düşünüyoruz? Haşa, haşa. O zaman orada halledeceğiz zaten işimizi. Niye bu kadar endişe ediyoruz ki? Niçin kesinlik arıyoruz? Bir Müslümana kesinlik aramak yakışmaz. Kesinlik Batı düşüncesine ait bir hastalıktır, o da hiçbir zaman bulamamıştır. Sofistlerden beri geldiği noktada da bulamamıştır bunu. Bugün de işte bak bulduk bulduk dedi, dogmanın kesinliği gitti. Pozitivizmin kesinliği? O da gitti, post-modernizmin rölativizmi geldi. Onun için bizim ilim ehlimiz ne demiş? Doğrusunu yine de Allah bilir, hükmünü verdikten sonra yine de böyle diyor. Çünkü niye derseniz? Fani olan bir dünyada, fani olan bir varlığın kesinlik araması bence mantığa da, her şeye de aykırı bir şeydir.

Aslında bakarsanız, algı yaşadığı gerçeklikten etkileniyor. Fakat, nihayetinde eğer çok çok iyi analiz yaparsak algımızın da kökeninde kısmen de olsa hakikatten kırıntıları buluyoruz. Onun çok farkında değiliz, biz o anlamda çok analitik davranmıyoruz gerçekten. Mesela Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyuruyor, ‘ameller niyetlere göredir’. Biz gerçekten bunu analiz ediyor muyuz? Mesela bir amelde bulunuyoruz, bazen işte niyetimiz buydu, bu olmadı diyoruz. Ama bütün amellerimizin aslında bir niyet içerdiğini, o niyetin de, niyeti kuranın da bir bilgi olduğunu, çünkü biz halis ameller diyoruz, iyi ameller diyoruz, kötü ameller diyoruz. Bütün bunları kategorize eden, iyi ve kötü ayrışmasını neye dayanarak yapıyoruz? O bilginin kendisine dayanarak yapıyoruz.

Bugün çağdaş dünyayla temel problemimizin kaynağında bu bilgi meselesi var’

Hakikatin kökeninde bir bilgi var, zaten vahiy de bir bilgi olarak bize geliyor, biz ona inanıyoruz, onu imana dönüştürüyoruz. Allah’ın lutfedip bize gönderdiği vahye baktığınızda bir bilgidir. Buradaki yani o okuma biçimlerinde de sorunumuz şudur: Bu bilginin kökenini nereden seçeceğiz? Onun için ben naçizane bu örnekleri veriyorum. Ben bu bilginin kökenindeki o pozitivizmi seçmek istemiyorum. Bu bir tercih olmalıdır en azından. Benim zihnim de buna göre olmalıdır. O bilginin kökenine itiraz etmeye çalışıyorum ben, çünkü bizim modernlikle, bugün çağdaş dünyayla temel problemimizin kaynağında bu bilgi meselesi var. Onun için istediğiniz kadar çocuklarınızı eğitin, sizin dediğiniz gibi olmayacaklar, benim dediğim gibi de olmayacaklar. Tamam, dış şartlar, cep telefonu o bu, bütün bunları kabul ediyorum unsur olarak ama neticede ilkokuldan itibaren verilen o bilgi o zihni şekillendiriyor.

Faucault bence bu konuda güzel şeyler söyledi, bilgi bir iktidar içeriyor. Bu küçük bir şey değil ki. İslam’ın bilgisi de iktidar içerir, elbette ki Allah’ın iktidarını içerir, biz onunla kul oluruz. Adam doğru söylüyor, her bilgi bir iktidar içerir. Hiçbir zaman tarafsız bir bilgi yoktur, tarihte olmamıştır da. Ama biz bilgiye öyle masumiyet yüklüyoruz, bilmem ne diyoruz. Bu konuda Ataullah İskenderi’nin sözü çok hoşuma gider: Söylenen her söz içinden çıktığı kalbin libasını taşır. Bence bu bütün post-modern felsefeyi yıkacak bir cümledir; o kadar, bitti. Ne öyle pozitivizm, doğruluk, kesinlik… Batı zihninden çıkmış şeyler. Zaten biraz öğrendikçe bakıyorsunuz ki arkasında başka şeyler var. Kendileri zaten söyledi, post-modernizmi biz icat etmedik ki, onlar dediler. Artık pozitivist bilgi, doğru bir bilgi değildir.

Ortak hakikat telakkisine de ‘ortak iyi’ de demektedir siyaset teorisi. Ama bugün post-modernizmle birlikte bu ‘ortak iyi’ teorisi de çöktü, çünkü ‘Kime göre iyi?’ sorusu çıktı ortaya. Fakat tabii ki ortak iyi olarak da tanımlamış olsak, o bizim sosyal gerçekliğimizi temsil eder.

Gerçeklik bir tarafıyla soyuttur, insan ilişkileri olarak önümüze gelir ama bu ilişkiler kökeninde hakikat telakkisi tarafından düzenlenmiş, bu da kendine has bir mantık içerdiğinden sistemseldir. Ama nihayetinde ilk defa kendisini düşünce ve insan amelinde, ameli olarak gösterdiğinden dolayı gerçekliğin bir tarafı soyut bir şeydir. Biz gündelik hayatımızda ilişkilerimizde bu soyut anlamda bu gerçekliği üretiriz ama somut değildir. Çünkü hareket olarak, amel olarak, eylem olarak onu var ederiz, sürekli olarak var ettiğimizden dolayı da bu gerçekliği de aslında o hakikate bağlı kalarak, ama farkına varmadan, yeniden üretmiş oluruz. Ve tabii ki bu da bir sistem haline geliyor.

Diğer tarafıyla da bu ilişkiler maddi fizik, fiziki yapılar, yani kurumlar meydana getirerek insanın ve değişen gerçekliğin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendini yeniden üretirler. Her gerçeklik insanla ilgili olduğundan birbirlerine benzeyen bir ortak tavra sahiptir. Gerçekten de yani burada eğer din açısından bakarsak Hindu’nunki, Hıristiyan’ınki, Musevi’ninki, dinsizinki, onların gerçeklik dediğimiz o var oluş biçimlerine baktığımızda, bir yere kadar bütünüyle benzerdir, çünkü biz insandan bahsediyoruz; yiyen, içen, ağlayan, sızlayan insandan bahsediyoruz. Ama bir yerden sonra farklılaşıyor, ben bunu yemem çünkü benim dinim haram kıldı bunu, ben bunu yemem çünkü benim dinim bilmem ne diyor buna, ben bu kadına böyle davranmam, çünkü benim inancım ya da dinim böyle diyor. İşte tam da bir noktadan sonra bu farklılaşıyor, yoksa birdi. Ondan dolayı da bu ortak tarafımız, bu benzer tarafımız bizi aldatmasın, biz bunun üzerinde konuşmuyoruz, yani diğer tarafıyla konuşuyoruz. Dolayısıyla her gerçeklik nitelik olarak, mahiyet olarak bir diğerinden farklıdır. Tabii bu onların hakikat telakkilerinin onlara koyduğu yasakla, serbestlikle de alakalıdır.

Eğer siz zamanı sabitleyemiyorsanız Batılı anlamda, pozitivist anlamda bir bilim elde edemezsiniz’

Her hakikat telakkisi sadece düşünce ve ameli değil zaman ve mekanı da kendine göre anlamlandırır. Eğer bana sorarsanız bugün Müslümanlar zamanı da, mekanı da hiçbir zaman İslam’a göre artık anlamlandırmıyorlar. Yeni yetişen gençlere bakarsanız, Cuma dediği gece, Cuma’yı Cumartesi’ne bağlayan gecedir. Bir kere zaman kavramı bitmiş, Müslüman çocuklarda zaman kavramı bitmiş. Bizim gibilerde de çok az var, o da aşınmış. İslam’a göre zaman, biliyorsunuz akşam ezanıyla evvelki günün akşam ezanı arasındaki zamandır.

Benim burada aslında söylemek istediğim, bundan sonra gelen. Bizde gece yarısı hiçbir zaman aynı ana gelmez ister Cuma ister Perşembe gecesi olsun. Dolayısıyla hiçbir zaman modern takvimdeki gibi Batının pozitif zihnini şekillendirdiği gibi zaman bizde sabit değildir. Eğer siz zamanı sabitleyemiyorsanız Batılı anlamda, pozitivist anlamda bir bilim elde edemezsiniz. Bu zamanın da sabitlenmesiyle de ilgili bir şeydir. Çünkü modernlik yeni bir zaman ve yeni bir mekan kavrayışı getiriyor ve bu da statik bir yapıdır, değiştiği andan itibaren. Çünkü Allah müdahil değildir. Yaratmıştır, çekilmiştir kenara. Burada statik bir zamanla, statik bir mekan kavrayışıyla karşı karşıya geliriz. Onun bu şekilde içine kapalı olması, kendi yasaları içinde hareket etmiş olması, ondan yasa çıkarma hakkını bize verir, imkanını verir, şüpheyi ortadan kaldırır. Bu Tanrı’nın bağımsızlaşmasıyla başlayan bir süreçtir. Önce Tanrı bağımsızlaşır, sonra insan bağımsızlaşır, sonra da dünya bağımsızlaşır. Bu meselelere girmek istemiyorum.

Doğal yasa’ denilen tabiat kanunlarının karşılığı Sünnetullah değildir

Ben İslami bir eğitimden gelmedim. Ama İslam’la ilgili olanlara şunu söylüyorum; mesela İslamcılık uzun zamandan beri şöyle dedi: Tabiat bilimleri kanunlarının karşılığının Sünnetullah olduğunu söyledi. Ben Sünnetullah’ın ne olduğunu bilmiyorum. Ama şunu söylüyorum: Ben tabiat kanunlarının ‘natural law’ dedikleri şeyin ne olduğunu biliyorum ve o asla ve asla Sünnetullah’ın karşılığı değildir ve olamaz da. Sünnetullah’ın ne olduğunu ama bilmiyorum, onu da size söyleyeyim. Ama bizim İslamcı düşüncenin, pozitivist kanunlara karşı söylediği şeylerden birisi de budur. Dediğim gibi bakın ben Sünnetullah’ı bilmiyorum, ben öyle bir eğitimden gelmedim, iyi ki de gelmedim. Ama ben ‘natural law’ diye bize tercüme edilen tabiat kanununu tabii kanun olarak tercüme edilenin içerik olarak, muhteva olarak, çıkış olarak üzerine yaslandığı temel olarak baktığınızda onun asla Sünnetullah’la bir alakasının olmayacağını söyleyebilirim ve söylüyorum da…

Pozitivizmin putları entelektüel dünyamızın içinde kırılmadan Müslümanca düşünemeyiz’

Batılı anlamda tabiat kanunlarının karşılığı değildir, en başta bir kere köken olarak değildir. Sünnetullah dediğiniz Allah’a ait, Allah’ın koyduğu kanunlardır. Tabiattakiler öyle değildir, çünkü tabiatı okuma dediğimiz bir şey çıkacak ortaya, ben buraya değinmek istemiyorum. Az önce okuma biçimi dedik ya biz tabiatı okurken gerçekten de öyle tarafsız bir gözle mi okuyoruz? Batının bize uydurduğu, uyuttuğu bir şey var efendim: Tarafsız, nesnel. Tarihin bence en aldatıcı kavramıdır o nesnel, objektivizm. Kendileri de zaten diyorlar artık nesnelcilik kalmadı, objektiflik kalmadı.

Bunlar pozitivizmin tabularıdır, bunların yıkılması lazım ki biz Müslümanca düşünebilelim. Yani benim kişisel olarak kendi çapımda yanlış-doğru olabilir, söylediklerimin hepsi doğrudur demiyorum ama yapmaya çalıştığım budur. Bu pozitivizmin putları entelektüel dünyamızın içinde kırılmadan Müslümanca biz düşünemeyiz. Var mı öyle bedava? Orada tabiat kanununu göreceksin, gideceksin burada karşılığı nedir İslam’da? Sünnetullah, hadi buyur getir koy. Sivilizasyonu göreceksin, nedir bu? O zaman Medine’den türetelim bunu, Medeniyeti türetin efendim! Nedir burada? Sivil toplum. Bu nedir? Bizim cemaatler var, tamam sivil toplum… Böyle bir bedavacılık olur mu? Bunun adı entelektüellik olur mu şimdi sizce? Biz şimdiye kadar bunu entelektüellik olarak yaptık geldik bugüne kadar. İslam sosyolojisi, İslam psikolojisi, İslam bilmem neyi falan filan, bütün bunların hepsini söylüyorum size. Toplum sözleşmesi, sosyal kontrat kavramını çekip alın Batının bütün sosyal bilimleri çöker, çünkü hepsi bunun üzerine kuruludur.

Hadi bakalım bizim akademisyenlere de söylüyorum, cesaretleri varsa çekip alsınlar. Benim tarihimde sosyal kontrat denen bir şey var mı? İnsanın insana savaşı var mı? Hobbes var mı? Locke var mı? Yok.

Bedavacılık yapa yapa entelektüellik üretiyoruz zannettik bugüne kadar’

Efendim İslam anayasası yapmak! Marifet mi bu, marifet mi bu ya? Ayıp ya… Mecelle’ye İslam kanunlarını kodifiye etmiş, yani zeka birisi, muhterem birisi Allah razı olsun diyeyim ama burada İslam kanunları kodifiye edilmiştir. Batı kanunları örnek alınarak kodifiye edilmiştir, böyle bir şey olabilir mi? İslam kanunu, içtihadı dondurmuşsun sen, sen onun işini bitirmişsin. Sen onu alacaksın ulus-devletin eline vereceksin, ulus-devlet alacak onu kullanacak istediği gibi. Anayasa hareketlerine bakın, Batıda 1850’lerden itibaren başlıyor, bundan önce öyle doğru düzgün anayasal hareket yok. İngiltere’nin bildiğim kadarıyla da anayasası yok zaten, 1600’lerden yasalarını yorumlayarak getiriyorlar buraya. Böyle bir bedavacılık olur mu? Ve biz bu bedavacılığı yapa yapa zaten entelektüellik üretiyoruz diye zannettik bugüne geldik.

Bu post-modernizmin yıkılmasıyla birlikte -bunu ben keşfetmiş değilim yanlış anlamayın, ben kimim ki keşfedeyim- ama dünya kırılma süreci yaşıyor. O zaman biz, bu kırılma sürecinde birçok doğrumuzla yeniden konuşalım. Doğruysa doğru eyvallah ona bir diyeceğimiz yok. Ama böyle Batıda gör, burada bir takım üret, burada gördüğünü burada üret. Bu İslam’ın yakasını bırakalım bence, günah bu dine de ya… Bu İslam mecbur mu sizin her dediğinize cevap vermeye?

Bir de bir bakın bu din ne diyor? Nereye bakmıyoruz? Soracağım burada en son sorum o. Hakikaten bu din nasıl bir gerçeklik kurmak istiyor? Hiç düşündük mü? Allah rızası için ya… Hep yaptığımız bugünkü gerçekliğe bu dini adapte etmek. Eyvallah tamam da peki bu dinin hiç mi gerçeklik kurma iddiası yoktur. Adam diyor ki, İslam bir kıyafet getirmez, tamam güzel, bir itirazımız yok iyi. Peki, benim bu üstümdeki kıyafet bunun sahibi yok mu? Bunun sahibi moda değil mi? Bunu diyen profesör teoloji fakültesinin bir adamı. Bunun sahibi yok mu? Bunun sahibi moda değil mi kardeşim? Peki, modanın bir kıyafeti var da, dinin niye bir kıyafeti olmasın? Ha bunu illa da böyle giyeceksin, blue jean giyeceksin ya da pamuklu giyeceksin öyle bir kaide yok, ama buna rağmen bir takım şeyler getirmiş değil mi? Kaideler koymuş. Geniş olsun, bilmem ne olsun. Hiçbir şey olmazsa Allah rızası için, Batının 1850’den önceki kıyafet tarihine bir bakın, bakın ne kadar bize benziyor. Ya bu kadar böyle bedavacılık olur mu?

Çinlilerin yaptığı taklitçilik, onların dininden bağımsız değerlendirilemez’

1935’lerde kıyafet devrimi oldu erkekler kurtuldu! Bak bütün bedenim görünüyor! Efendim başörtüsü, efendim kadın… Tamam da benim de kıyafet problemim var, niye bunu konuşmuyoruz? Konuştuk konuştuk da ne oldu zaten, başörtüsü ne hale geldi? Streç içindeki başörtüsüne dönüştü. Peki niye geldik? Orada herhangi bir şahsı ben suçlayarak konuşmuyorum, peki bizi buraya ne getirdi? Onun için, yani affınıza sığınarak söylüyorum, yani bu böyle Batıda gördüğümüzün muadilini üretmekten bence… ben çünkü bu işten çok iğreniyorum, çünkü çok taklitçi. Hayatımda taklitçiliği de sevmiyorum. Çinliler bunun mükemmelini yapıyor! Tarihte hiçbir zaman Çinliler kadar Batıyı taklit eden olmadı ve olmayacak da. Onların yaptığı taklidi onların dininden bağımsız da düşünen Müslüman bence dünyanın en aptal Müslümanıdır. O taklit Taoizm’den bağımsız ele alınamaz, değerlendirilemez. Niçin bu kadar başarılıdırlar, bunun üzerine bir iyi kafa yoralım. Batıyı bu kadar taklit etmede Çinlileri örnek alıyorlar bizimkiler, yani bizim dinimiz buna el vermez. Bir yerde o zurnanın zırt dediği gibi bir şeyler çıkar ortaya ve çıkıyor da zaman zaman zaten, istedikleri kadar üstünü örtsünler.

Şimdi bütün tarih boyunca bütün toplumlar kendi hakikatlerinden neşet eden yaşam biçimlerini, düşüncelerini, amellerini diğerlerinden, başka hakikatin sahiplerinden ayrı tutarak, koruyarak bugüne geldiler. Biz de böyle yaptık, Hindular da böyle yaptı, öbürleri de böyle yaptı, Hıristiyanlar da böyle yaptılar yani. Bu tarihin genel akışı. İnsanoğlunun yeryüzündeki tabii duruşunun bir gereğiydi bu. Eğer siz sosyolojinin o uyduruk kavramlarıyla tarihe bakmıyorsanız, işte bu feodal kalıntıdır, bu bilmem nedir, bu ağa’dır, bu şeyh’dir, bu bilmem nedir diye bakmıyorsanız; insanın, insanoğlunun tarihteki o fıtri yapısının genel akışı içerisinde baktığınızda aşağı yukarı bu meselede bunu görüyorsunuz. Biri bir diğer dine geçiyor, değiştiriyor yok mu? Var. Elbette ki geçirgenlikler var. Tarihte insanlar her zaman bu anlamda bir geçirgenlik içinde oldular. Bak, ulus-devlet insanları hapsetti bir toprağa. Her zaman başka yerlere gidip gezen insanlar vardı, ama vasıtanın yetersizliği, bilmem neden dolayı bunların sayısı azdı ama geziyorlardı insanlar. Biz şimdi öyle düşünüyoruz ki yani tamam vasıtalar var istediğimiz yere istediğimiz anda gidiyoruz tamam. Ama biz zannediyoruz ki, bizden önceki kavimlerin hiçbirisi bir yere gitmemiş, hepsi dağ başında yaşamış, kendi başlarına bir diğerinden haberdar olmamış. Böyle bir tarihsel kesit yok yani. Ama bize biraz da modernlik bu şekilde empoze etti.

Fakat bu dediğimiz farklılık efendim birden böyle bir içsel çöküntüye uğradı. Modernlikle birlikte birden bire başladı, bütün bunlar sadece kendi aralarında bir değişim değil de, hakim bir kültür tarafından, hakim bir bilgi tarafından, hakim bir hakikat telakkisi tarafından bunlar değiştirilmeye başlandı yani. Dediğimiz gibi en başta da teknolojik bir güç arkasında duruyordu. İnsanlar da dediler ki, bu teknolojiyle kendimizi koruyalım saikiyle ortaya çıktılar. Fakat şimdi sadece bu modernlik değildi, şimdi bu post-modernizm çıktı ve bu da toplumları içten çürütüyor değiştirmiyor. Mesela modernlik allak bullak etti bütün toplumları değiştirdi, o bütün yapıları, dinlerin anlayışını, dini yaşama biçimlerini. Böyle düşündüğünüzde hakikaten 4 bin yıllık Çin toplumunu değiştiriyor. Efendim en azından 4 bin senelik Hint toplumunu değiştiriyor. Kaç bin senelik Afrikalı insanı değiştiriyor böyle allak bullak ediyor her şeyi bunlar. Şimdi tamam bu bir bilhassa da başlangıçta fiziksel olarak bir değişim geldi. Fakat şimdi post-modernizm içsel bir çürütme olarak geliyor, yeni bir değişimle geliyor, yeni bir değişim telakkisiyle geliyor ve bu değişim telakkisi çürütücü bir şey.

‘Her değişim ideolojiktir’

Biliyorsunuz her değişim ideolojiktir! Ne diyelim, modernlikten aldığımız kopyayla beraber. Efendim işte tabiattaki hani o meşhur şey var ya her şeyin kanunu değişmektir falan filan hikayeleri var ya, o uyduruk uyduruk hikayeler, bunlara bakarak biz de öyle… ama her değişim ideolojiktir.

Tarihte ya da varlık aleminde üç çeşit değişim görüyoruz. Birisi kozmolojik değişimdir işte günlerin batması, ayın çıkması, güneşin batması her neyse. İkincisi, bireysel ve toplumsal değişimdir, bunlar ise ideolojiktir, yani insanın iradesinden bağımsız ele alınamazlar. Sosyoloji kurulduğu zaman toplum yasaları açısından ele alıp açıklamaya çalıştı, ama sökmedi bu. Yani çok açıklayıcı olmadı. Toplumun yasaları var dediler, ama toplumun yasalarının ortaya çıkmadığı görüldü, öyle bazı küçük tecrübelerin dışında. Çünkü eğer yasa varsa o zaman biz insan iradesinden bahsedemeyiz. Eğer benim yani bu toplumun bir değişim yasası varsa, demek ki ben de bu toplumda yaşıyorum, demek ki benim de bu değişim o yasasına uymak durumundayım, o zaman benim irademden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, burada biz Müslümanların ciddi bir problemi vardı yani, çünkü Batıdaki gibi bir değişim yakalamak istiyorduk, bir değişim tanımı yapmak istiyorduk. Çünkü geçmişten getirdiklerimizden biraz da kurtulmak istiyorduk. Aslında üçüncü dünya ülkelerinin de bir problemi de buydu yani. Çünkü o yüzden değişimin ideolojik olup olmadığını, değişimin yönünü, değişimin niteliğini hiçbir zaman tartışmadık, konuşmadık. Hatta ve hatta ilk dönemin İslamcıları bence bunu çok iyi de konuşmuşlar, yani iyi kötü o zamanın şartları içinde konuşmuşlar. Ama bilhassa 60’lardan itibaren Müslümanlar bunu konuşmadılar. Bu, Müslümanların entelektüel zafiyetini gösteriyor. Demek ki, o ilk dönemin İslamcıları -ben bir iki tanesinin makalesini okumuştum Sebîlürreşad’da- hakikaten de yani orada konuşuyorlar.

Batıda da biraz konuşuluyor bu, öyle çok konuşulmuyor değil. Mesela 1900’lere gelmeden, gazete insanı sekülerleştiriyor mu sekülerleştirmiyor mu diye bir tartışma açılıyor, bunu konuşuyorlar. Hatta geçenlerde bir kitap aldım -daha okumadım- eleştiri seküler midir diye? Evet yani. Hepimiz diyoruz İslam dünyasında eleştiri yoktur diye. Tamam da eleştiriden ne anlıyoruz? Bu da çok önemli. Tamam diyelim ona bir itirazımız yok. Tamam da biz eleştiriden ne anlayacağız? Eğer bizim bir hakikat telakkimiz varsa, bir hakikate bağlıysak bizim eleştirimiz o hakikatin çizdiği sınırlar içinde kalabilir ancak. Batılı anlamda yapamayız biz, öyle her şeyi konuşamayız, her şeyi yapamayız, tartışamayız, her şeyi eleştirinin konusu yapamayız. Tanrıyı eleştirinin konusu yapamayız ya da tanrıyı bizim analizimizin nesnesi yapamayız, Peygamberi haşa yapamayız, yani bir sürü şeyi yapamayız biz. Ondan dolayı bu da öyle çok ideolojik bir tutumdur, yani eleştiri dediğimiz şey de.

Ben eleştiriyi yok saymıyorum, eleştirinin niteliği üzerine dikkat çekmeye çalışıyorum. Evet biz de diyoruz ya hani eleştiri pek yoktur, tamam bunu kabul ediyorum, bunda bir problemimiz yok da, ama bize eleştiri nedir, bizim için eleştiri ne olabilir, onu da bence diyorum konuşalım. Nasıl söyleyeyim, ben Sartre gibi bir eleştiride bulunamam, yani işte Tanrı’yı, peygamberi, onu, bunu… yani bir Prometheus’den kaynaklanan, yani kutsal karşısında her şeyi eleştirme hakkını kendinde bulan bir kültür var Batıda, ben işte oraya dikkat çekmek istiyorum, diyorum ki ben öylesini yapamam, onu demek istedim, yoksa eleştiri olmaz diye bir şey yok.

Arkadaşlar, benim bildiğim kadarıyla 1960 yılına kadar Batıda sosyal bilimler başlığı altında okutulan her şey ‘İdeolojik Bilimler’ başlığı altında okutuluyordu. Sosyoloji başta olmak üzere 1850 yıllarından itibaren Batıda sosyal bilimler, fizik bilimleri taklit ederek, onların yöntemlerini kullanarak kendilerini tırnak içinde science (bilim) yapmak istediler ve bu çaba böyle geldi. Ama epeyi zamandan beri, özellikle de bu kültür sosyolojisinin ortaya çıkmasıyla birlikte, hermenötikin ortaya çıkmasıyla birlikte, tarihselcilğin ortaya çıkmasıyla birlikte o bilimsellik şeyi artık kenara attı. Zaten fizik bilimlerinin de bilimsellik niteliği… Bilimsellik dediğimizden şunu anlıyoruz: Yani mutlak doğruyu bildirme anlamında, bu da çöpe at.

BİR DİNLEYİCİ-  Sosyoloji bir bilim değil mi diyorsunuz?

ABDURRAHMAN ARSLAN- Evet evet.

BİR DİNLEYİCİ-  O zaman İbni Haldun, yani bir bilimsel şeyi yok, bilimsel bir çalışması yok mu?

ABDURRAHMAN ARSLAN- Doğrusunu isterseniz ben İbni Haldun’un öğrenciliğimde Mukaddimesi’ni okumuştum, ama ona katılmıyorum, o tarihle dini birbirinden ayırarak konuşuyor, kişisel olarak onu kabul etmem mümkün değil. Bu onun büyüklüğüne zarar getirmez, yani o çok büyük bir insan.

Sosyolojide birey ve toplum kavramları vardır, İslam’a uymaz’

Sosyoloji yeni dönemin kavramıdır, bence çok soyut bir şeydir. Cemaate karşı cemaati reddederek konuşmuştur. Oysa ben İslam toplumunu kuran önemli unsurlardan birisinin cemaat olduğunu düşünüyorum her ne kadar bugün kirletilmiş olsa da, her ne kadar cemaat ve ümmet kavramları bazı Müslümanların ağzında kirletilmiş olsa da. Ama ben yine de bu kavramları Müslümanlar için, tırnak içinde ‘Müslümanların sosyolojisi’ açısından önemli buluyorum. Dolayısıyla da sosyoloji mesela cemaat kavramını kabul etmiyor. Ben ondan dolayı öyle söylüyorum. Ben sosyoloji okudum, ama kabul edemem, çünkü onun dünyasında toplum kavramı vardır, toplum da benim kabul edeceğim bir kavram değildir. Çünkü toplumun ne olduğunu iyi kötü sosyolojinin sayesinde öğrendiğim için onu kabul edemiyorum.

Birey mesela. Bir Müslüman olarak ben bir kulum, ben birey olamam, kendimi birey olarak tanımlayamam. Çünkü birey doğru ve yanlışa ilişkin nihai kararın, otoritenin kendisi olduğunu söyler. Oysa doğru ve yanlışa ilişkin nihai kararı ben vermem, inancıma müracaat ederek, referansta bulunarak cevap veririm. Yani ben her şeyden azade olmuş bir otorite değilim, onun için konuşmalarımda biri benden evet ya da hayır cevabı bekler, ama ben ona karşılık inşallah derim, üçüncü bir şahsa göndermede bulunurum onun iznini almak üzere. Dolayısıyla burada biraz farklı bir şey var ortada.

İslam kültürü’ ifadesi yerinde bir ifade mi?

Kültür üzerine bir makale yazmak için 5 yıl önce başladım, çok samimi söylüyorum 5 yıldır o makaleyi bitiremedim. Bunun sonrasında vardığım nokta o. Eğer bana sorarsanız ne zaman icat edildi? Size şunu diyebilirim: 1835 yılında kültür kavramı ilk defa bugünkü anlamda kullanılıyor. Ama onun önüne İslam kültürü dediğinizde, diyorsunuz ki bu Hazreti Muhammed aleyhissalatu vesselamla birlikte doğup gelen bir şey gibi Müslümanın zihninde yer ediyor. Şimdi böyle düşündüğünüzde de, Müslümanca bir düşünce, Müslümanca bir entelektüel çaba doğmuyor, problem burada.

Ben laik kavramların dünyasında haşır neşir olan bir zihnin sahibiyim. Bakıyorum ki, o gerçekten de alabildiğine kirli, alabildiğine çıkmaz, zihnini çıkmaza sokmuş, hayatını çıkmaza sokmuş, bütün benim çabama rağmen sokmuş. Ama bundan da temizlenmeden de iyi-kötü -iyi-kötü diyorum- bir mümin gibi yaşamak da kolay değil gibi geliyor bana. Bu kendimle hesaplaşmamla ilgili bir şeydir, o yüzden söylüyorum. Yoksa medeniyet kavramı konuşulur. Ama dediğim gibi 1756’da icat edilmiş bir kavramla siz nasıl İslam tarihini açıklamaya çalışırsınız? Mesela gelenek kavramı da öyledir. Siz az önce dediniz, kültür ve geleneği birlikte şey yapıyorum. 1940’larda icat edilmiş “gelmek” kelimesinden türetilmiş bir kavram.

Şimdi siz medeniyet kavramını Medine’den türettiniz, ama siz bütün bir İslam tarihini medeniyet kavramı üzerinden okuyorsunuz. Acaba bu kavram sizin bunu okumanıza elverişli midir? Ben onu söylemeye çalışıyorum. Mesela Batı diyor ki işte, feodalite. Ama ben bakıyorum, benim memleketimde onun feodal dediği şey, yoksulların bir bakıma da babası. Tam karşılığı değil. Feodal dediğiniz nedir, işte yarı kölelerin toprağında çalışan, toprağını sattığında köleleri de onunla beraber satan bir adam. Ama ben bu tarafa bakıyorum, bu Türk filmlerindeki gibi değil bu adam. Yani o adamın hastasıyla bilmem neyiyle ilgilenen birisidir. Hatta bir kısmı da dindar birisidir de, hatta cebinden masraf da eden birisidir. Yani demek istediğim şu: Ha yanlışlıkları vardır, o ayrı mesele de, ama Batı’daki o feodalin karşılığı değil bu.

Söylediklerimin birçoğu tartışma açacak şeyler bunu biliyorum efendim. Benim de maksadım o zaten, yoksa kendimi bir şey zannederek buraya gelmedim, bir şey zannederek de konuşmuyorum, yani dedim ya tartışılsın.

Bunları niçin söylüyorum ya da bir kez daha tekrarlarsak; Müslümanlar bir zamandan beri artık İslam’a ait olmayan bir hakikat telakkisinin kabulleri, ideallerine göre bir sosyal gerçekliğin dünyasında yaşıyor. Ezan ve minarelere ya da tesettür ve cübbeye bakarak yanılmayalım. Hatta günümüz politik dilinin İslam’ın kavramlarıyla dolmaya başladığı da bizi yanıltmasın. Hoparlörlerin sonuna kadar açılan düğmeleriyle başkalarını rahatsız edecek kadar yüksek sesle ezan okumak bir ülkeye İslam’ı getirmez. Tam tersine, eğer gözlemliyorsanız, ben biraz evvel o büyük camide namaz kıldım, iki saf olduk, bu aynı şey Fatih’tedir. Ben aşağı yukarı 15       seneden fazladır Fatih camisinde teravih kılarım, bu son dört-beş yıldır caminin sadece üçte biri doluyor, onun da yarısı Suriyeliler. Demek ki olmuyormuş, başka bir yerde sorun var.

Bir şey var, birisi dışarıdan geldiğinde görüyor ezandan, Cuma gecelerinden işte İslam ülkesi, dıştan böyle. Demiş ya, dışı sizi yakar, içi beni, şimdi tam da geldiğimiz nokta bu.

Biraz evvel kendi kendime söyledim, ya dedim buradakiler çok farkında değil, orada (İstanbul’da) iyi-kötü her şey İslam’ı çağrıştırıyor ya, ama bakıyorsunuz İslam yok. O caminin hocası ezanın bir mısrasını bitiriyor, öbürsü ikincisine devam ediyor, böyle bir ahenk oluşuyor, güzel de bir şey oluyor. İşte tamam, bunu dediğinizde, tamam şeriat geldi, İslam geldi, bütün zulümler bitti, her şey tamam diyorsunuz. Ama bakıyorsunuz ki birisi karısını kesmiş, birisi siyanürle intihar etmiş, birisi bilmem ne olmuş, artık memlekette dürüst adam kalmamış, güvenilir adamları arıyoruz bulamıyoruz. Ne oluyoruz, nedir bu? O zaman bir şey daha ilave edeyim. Sadece çürüdüğünü fark etmeyen insandır, ya da toplumdur. Tabiattaki her şey, canlı olarak her şey, çürüdüğünü belli eder, koku olarak belli eder, renk olarak belli eder, görünüş olarak belli eder. Ama insanoğlu çürüdüğünde asla ve asla belli etmez, çünkü kendisi de o çürüyen dünyanın içinde zihni şekillendiği için çürüdüğünün farkına varmaz; esas insanoğlunun problemi bu bence.

Şimdi bugün bu gerçekliği inşa edenler Müslümanlar artık. Dün belki başkalarıydı ama bugün artık bu gerçeklik Müslümanların elinde yeniden üretiliyor, onun için aktörler bize yabancı değil. Bir arkadaşım öyle diyor, “beraber namaz kıldık, döndü bana dedi ki aslında senin cezan idamlıktır dedi, bakma dedi. Sonra geldik buraya, 8 sene verdi bana beraber namaz kıldığımız hakim.” Aktörler bizden. Aktörler Müslüman olduğundan bunun doğurduğu erozyonları, çürümeleri, çatışmaları açıktan görmemize mani oluyor, ama kalben yine de bir şeylerin doğru gitmediğinin farkındayız. Sorunlarımızı İslam’a göre çözüyoruz denilen her seferinde trajik bir şekilde bu gerçeklik dünyası da bizim Müslümanlığımızı biraz daha çözmektedir. Bunun başta gelen sebeplerinden biri de, sorunlarımızı çözelim derken İslam’ı bu gerçekliğin bağlamlarını, ideallerini, ilişkilerini süreçlendiren kurucu mantığının dünyasına taşıyarak onun bağlamları içinde anlamaya ve çözmeye çalışıyoruz. Bugün -bağışlayın beni ama- Müslümanların ezici bir çoğunluğu, ama teologlarımızın hemen hemen hepsi bence aynı şeyi yapıyorlar. Bu yüzden İslam bugün bu gerçekliği anlamlandıran otorite olmaktan çıkmıştır artık. Bu, İslam’ın hakikatine göre bir gerçeklik kurmak değil, mevcut gerçekliği İslam’la meşrulaştırmaktır. Bugün Müslüman akıl bu gerçekliğin içinde iki zihinli bir hale gelerek kirlenmiştir. Biz buraya bu kirlenmiş akılla geldik ve eğer bugün geldiğimiz yerden şikayetçiysek savunduğumuz fikirler bizi buraya getirdi. O zaman biz tekrar geriye dönüp bence bu fikirleri yeniden analiz etmeliyiz. Bu da İslami entelektüel düşüncenin canlanması için bence bir başlangıç noktası olabilir. Kırıp dökmeden, eskiden yaptığımız gibi insanları mahkum etmeden, ama bence bir analiz yapmalıyız, özellikle de kavramsal düzeyde bir analiz yapmalıyız. Her şeyin muadilini bularak İslami bir düşüncenin olmayacağını artık anlamış durumdayız, bunu biz değil artık dünyanın geldiği nokta söylüyor.

Kanımca şu soruyu sorarak düşünmeye yeniden başlayabiliriz: Acaba İslam bizden nasıl bir gerçeklik kurmamızı istiyor? Sahi nasıl bir gerçeklik kurmamızı istiyor? Yoksa bizi başı boş mu bırakıyor bu din?

Teşekkür ediyorum, fazla uzatmayayım.

BİR DİNLEYİCİ: Toplumun yasaları yoktur sözlerinizi soracaktım.

ABDURRAHMAN ARSLAN: Bakın arkadaşlarım diyebilirler vardır, ama ben olduğuna inanmıyorum, ben kabul etmiyorum onu. Bu bir tercih meselesidir, ben kabul etmiyorum. Dediğim gibi ben sosyoloji okudum. Müslüman bir topluluğu inşa hususunda sosyolojinin hiçbir rolünün olmaması gerektiğini, onun kavramlarının bilhassa olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ben kendime ait bir sosyal dünyayı İslam’ın imkanlarıyla kurabilirim diye düşünüyorum. Bu din bu imkanı bana vermiştir diye düşünüyorum. Bu, öbürlerini ret etmek değil. Batıyı, yani modernliği ret etmemin temel sebebi, onun hakikatinin tabiatta olmasıdır, ki bu zaten Hıristiyanlığın da kabul etmediği bir şeydir, haklı olarak değildir, ki arızalı olmasına rağmen. Ama dediğim gibi, hakikat eğer tabiatta içkinse ve bu bilgi de oradan üretildiyse, o bilgi benim için artık problemlidir.

Ben biraz da bu işi bilgi düzeyinde, epistemolojik düzeyde şey yapıyorum, burada çok felsefi meselelere girmek istemedim, bir felsefeci de değilim zaten. Ama dediğim gibi, eğer bilgi bir iktidar içeriyorsa, toplumun zihnini inşa eden bir özelliği varsa -ki vardır, ki vahiy de böyle bir özellik taşır, normal insanoğlunun şeyi de- o yüzden, bilgi ideolojiden bağımsız üretilmiyorsa, bu durumda Batının Rönesans sonrasında bilhassa, her şeyi bütün ilişkileri kopararak, Tanrı’yla olan ilişkileri de kopararak, pozitivizm üzerinden kurmuş olduğu teoriyi ya da ürettiği bilginin -ben bütünüyle kötüdür demiyorum ama- Müslümanların dünyasında kurucu bir rol oynayamazlar, oynamamaları lazım. Kurucu bir rol diyorum ama.

Mesela toplum kavramını kurucu bir rol olarak alamayız, benim dünyamda mümin ve mümine vardır, mümin de yoktur tek, çünkü benim dünyama Adem’le Havva bir mümin ve mümine olarak gelmişlerdir. Ben dünyada tekil bir insan olarak, insanların birbiriyle savaştığı… öyle değil, benim dünyamda öyle bir şey yok. Bir aile olarak gelmişlerdir ve bu dünyayı o aile üzerinden kurmuştur Cenabı Allah, tekil bir insan üzerinden değil yani. Ha dolayısıyla da benim için bu iki aktörün kimliği önemlidir. Onun için mesela güzel bir sınıflandırma. Mesela birey, birey kimdir? Dişi midir, erkek midir, gavur mudur, Müslüman mıdır belli değil, çünkü soyutlanmış, o birey vatandaşa dönüştürülmüştür. Vatandaş kadın mıdır, erkek midir belli değil. Ama soyutlamasaydı, sosyal teoriyi, demokratik teoriyi bunun üzerine kuramazdı Batı. Kötü mü yapmış? Kendisine göre bir tutarlılığı var, çünkü eski Grek’ten beri nomosla ethos uyuşum halinde olması lazım diyor, bizde o da yok. Çünkü bizim seçip temsil ettiklerimiz, bizim kültürümüzü, dünya görüşümüzü, dinimizi orada temsil edecekler, bizim dediğimizi yansıtacaklar. Ama bizim gibi modernleşen toplumlarda böyle bir şans yoktur, onun için bizde ahlakla hukuk kopmuştur, oysa Batıda ahlakla hukuk örtüşür, bizde de bu böyledir, İslam hukukuyla İslam ahlakı örtüşür. Ondan dolayı da hukuk olmadığı için ne oldu? Ahlak ayaksız kaldı, Hıristiyanların düştüğü hataya düştük, hataya demeyelim de duruma düştük. Onlar da şeriatı ihmal ettiler kötülüklerinden değil, ama Hıristiyanlık bir ahlak dini olarak ortaya çıktı. Şimdi bizim burada da böyle, çünkü ahlak ayıplar, ama hukuk cezalandırır, herkese haddini bildirir, dolayısıyla burada bir örtüşme vardır. Onun için Batıda nomos ve ethos örtüşmesi çok önemlidir, ama bizde böyle bir durum yok ortada. Şimdi kalmışız ortada böyle, yani bu haliyle.

Bir de, modernliğin toplum dediği şeyi kurma biçimine eğer bakarsanız onun çok İslam’a uygun olmadığını bence görürsünüz. Kavramın ortaya çıkışı yanlış hatırlamıyorsam 1850 yıllarıdır. Ama tabi bu demek değildir ki her yapılan kötü. Ama şöyle: Eğer siz paradigmanızı kendiniz kurmuşsanız o zaten orada selektif olur, yani dışarıdan geleni biraz dönüştürerek kendi bünyesine katar, doğrudan doğruya değil, ama dönüştürerek katar. Fakat bizim şimdi önümüzde bir paradigmamız yok, bizim esas problemimiz burada, onun için biz öfkeliyiz, fazla tepkiseliz, zaman zaman gerektiği halde hoşgörü gösteremiyoruz. Niye? Çünkü tehdit altındaki bir beden nefsi müdafaa halindedir ve öfkelidir, bunu herkesin kabul etmesi lazım, başta da Batının kabul etmesi lazım, bu bizimle ilgili değil. Bütün farklı kültürleri -kültür diyorum- bu hale getirdi o, iğdiş etti. Bu, Batı düşmanlığı değil, bunu size söyleyeyim. Ama oradaki zavallı sıradan vatandaşın da bilmediği bir düşmanlıktır bu, kültürüyle, bilgisiyle, onuyla, bunuyla.

Bakın, bu eğitimi Müslümanlar fazla uyanmasınlar diye uyuşturarak veriyorlar, uyuşturarak veriyorlar. Durup dururken bu kadar okulun imam hatipe dönüştürülmesi, Çad’da ilahiyat fakültelerinin kurulması, Pakistan’da imam hatip liselerinin kurulması sizce bir tesadüf müdür bu? Onlar hangi bilgiyi orada üretecekler sizce ve kime karşı? Niçin bütün bunlar kurulurken Veziristan’daki 900’ün üzerinde medreseleri Amerikan uçakları bombaladı? Orada El Kaide yoktu zaten, yoktu. Çünkü orada üretilen bilgi Batıyla mutlak anlamda çatışma üretiyor dedi post-modern siyasetçiler, verilmiş karar buydu yani. Ve bu antagonist çelişkilerin ortadan kalkması lazım. Burada da böyle, Müslümanlar Kemalizm’le, Kemalizm de Müslümanla barışacak, bunu söke söke yapacaklar. İşte tam da bu post-modern siyasetin getirdiği bir şeydir bu. Şimdi sizinle aslında kültür üzerine de konuşmak lazım…

Fakat doğrusunu isterseniz konuşmak istemiyorum, çünkü çok daha detaylı, benim de işin içinden çıkamadığım bir durum var ortada. Diyorum ama, benim de içinden çıkamadığım ortada bir durum var. Evet, Batının bilgisi açısından, modern bilgi açısından sorarsanız, evet, kesinlikle o bilginin Müslüman zihne girmemesi lazım. Bana bıraksalardı 16 yaşına kadar bütün çocukları İslam’ın klasik eğitiminden geçirirdim. Çünkü niye derseniz, bak bütün bunlar ister imam hatipte okusun, isterse ilahiyatta, Batının modern bilgisiyle tanışan bütün zihinler yenilginin içine düşüyor.

İstanbul’da ben bakıyorum, en çok okunan Peter Berger’dır din sosyolojisi üzerine yazmış. Bizim ilahiyatçılar bu konuyu onun gibi düşünüyorlar, o ne diyorsa onun gibi konuşuyorlar, düşünüyorlar. Böyle bir şey olur mu? Böyle bir şey olur mu? Bilginin sınıflamasını biz mi yaptık? Ben niçin onların sınıfladığı bilgiye… hatta bırakın onu, ansiklopedi kurmak bile ideolojik tasniftir. Ansiklopedistlerin Fransız Devriminden önce yaptıkları neydi? Ansiklopedi dediğiniz bilginin ideolojik tasnifidir, maddelerin seçimi falan filanı. Bizim İslam adına yaptığımız (ansiklopedi), İslam’a ne kadar uygundur sizce? Bilginin tasnifini bırak da, o maddeleri yazanın da dünya görüşlerinden çok mu bağımsız, çok mu nesnel bize bilgi verecekler ya da başka bir bilgiyi!

Şimdi Hocam, bunları niye söylüyorum? Çünkü Batıda bütün bunlar artık konuşulan şeyler, en çok konuşulan bu son dönemlerde: “Biz çocuklarımızı niçin eğitiyoruz?” Bu soruya cevap arıyor Batılılar. Birisi diyor devlete köle yapmak için, biri diyor meslek edinmek için, bir diğeri iyi vatandaş yetiştirmek için. Sahi Müslümanlar ne bekliyor? Bu soruyu soruyorlar mı Müslümanlar kendilerine? Bakın hepinize soruyorum, kendime de çünkü soruyorum her gün, ben sordukça hanım da bana kızıyor. Soruyorum. Sorsalardı bence bazı konularda konuşabilirdik değil mi? Çünkü benim de konuşmaya ihtiyacım var, benim gibi bir sürü insanın da.

Peki, teşekkür ediyorum, sağ olun.

BİR DİNLEYİCİ- Şimdi sadece karşılığını istemek için soruyorum, sevmediğinizi biliyorum ama. Kültür ve medeniyet kavramlarına rezerv koyuyorsunuz, bunları kapsayabilecek ya da bunları ret edecek ayrı bir kavramınız var mı, yani bunların yerine deruhte edebileceğimiz bir kavramınız yok mu? Kelime olarak söyleyebilirsiniz varsa tabi.

Bir de esas sorum şu: Modernizm tarafından kurulan bu zihinden sonra kendi kelime ve kavramlarımıza sıhhaten dönebileceğimizi -çünkü hakikatin neşret ettiği yeri kaybettik- düşünüyor musunuz, bunun yolu nedir?

ABDURRAHMAN ARSLAN- Şimdi ben lisedeyken bu kültür ve medeniyet arasındaki ilişkiyi hiç çözememiştim, çünkü kültür diyorlardı yerlidir, millidir; medeniyet evrenseldir. Tamam da, bu yerelle evrensel nerede örtüşüyor, nerede birleşiyor? Yani nasıl oluyor bilmiyorum. Bunu Ziya Gökalp’in de bildiğini zannetmiyorum, anladığını da zannetmiyorum. Ama o günün şartları içinde Türkçülük için bu önemli bir şeydi, çünkü bir kavmin kültür değiniz şeyini üretmek, o topluma onu şey yapmak önemliydi…

Artık ulus-devletlerin dünyasında yaşıyoruz, ama ben bir Müslümanım. Şu soruyu sordum geçenlerde kedime: Ya sahi bütün bu ümmetin çocuklarını okutacak ders kitapları hazırlasak, yani işte coğrafya, neyi okutuyorlarsa, nasıl hazırlayabiliriz? Bir baktım coğrafya millileştirilmiş. Coğrafya kelimesinin ortaya çıkışı bile çok yakın zamandadır, 100-200 yıl öncedir. Çünkü hepsi de milli. Tamam da peki, İslam’da bir coğrafya kavramı var mı? Yok. Toprak kavramı var mı? Var. Peki İslam toprakla insan arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyor? Bilmiyoruz ya da biliyoruz da her neyse. Ama bugün ulus-devletinki gibi böyle bir ilişkiden bahsetmiyor.

Zaten bir kere programın kendisi şu: Sadece 1940 ile 60 arasında 40 çeşit tanımı yapılmış kültürün. Bugün 80’in üzerinde kültür tanımı var, 140’ın üzerinde de ideoloji tanımı var. Şimdi bir kısım insanlar, ukalalar diyor ki, İslam’ı ideoloji ettiniz. Ya tamam da, ideolojinin bir yerine baktığınızda dini tarif ediyor, bu birbiriyle çok öyle ayrışan bir şey değil. Bu böyle olunca ideoloji, bu böyle olunca da işte dindir diye böyle bir ayrışma yok. Bu kültürde de böyle, çünkü Batılılarda en çok üzerinde konuşulan, ama bugüne kadar da bir mutabakat sağlanmamış bir kavram kültür.

Benim fikrimi sorarsanız, ben her zaman onu söylüyorum, her gittiğim yerde diyorum, bence Müslümanların kültürü olmaz, Müslümanların kültürü sünnettir, bunun başka alternatifi yoktur. Eğer gerçekten Müslümanlar kültür üzerine ciddi bir araştırma yapsınlar ve tartışma açsınlar, bak görecekler ki kültür kabul edilebilir bir kavram değil Müslümanlar açısından.

Hars, toprağı ekip biçmektir, zaten kültivasyon da, cult da Latincede toprağı ekip biçmektir. Ziya Gökalp toprağı ekip biçme anlamına gelen kültivasyonu alıyor, Arapça hars kavramının karşılığı olarak. Bakın dikkat edin, orada da hemen bunun karşılığını arıyor ama kültürün niteliği üzerine konuşmuyor, düşünmüyor, söylemiyor. Tam da böyle oradan alıyor, kopya kopya şak diye koyuyor buraya. Onun içeriği nedir, olabilir mi, olamaz mı?

Ama şunu da söyleyeyim: O dönemde zaten Müslümanlar bunu düşünecek durumda değiller. Yani ben onlara, Allah hepsinden razı olsun diyorum, kötülük atfetmek için söylemiyorum bunu, o dönem öyleydi ama biz şimdi artık başka şeyler öğrendik. Onlar filin ayağına bakarak, ayağını yoklayarak fili tarif ediyorlar. Ama biz iyi-kötü bugün bir literatüre sahibiz, okuyoruz, tercüme edilen kitaplar var, modernliğin ne olduğunu biliyoruz, hiç vakit kaybetmeden post-modernin ne olduğunu açıklayıcı kitaplar yayınlandı. Mesela benim gençlik dönemimde Mukaddime’yi bulamamıştım, bir tane adam bana iyilik olsun diye sahaflardan, Allah razı olsun, beni seven bir ağabeyimdi, gittim Milli Eğitim’in basım evinden bana 3 cildini bulup getirmişti, kitap yoktu doğru düzgün. Yabancı kitaplar da zaten doğru düzgün yoktu, biraz da solun tekelindeydi, istediklerini tercüme ediyorlardı, yani böylesine bir süreç. Ama biz şimdi bunları biliyoruz, onların onları getirdiği eleştirileri de biliyoruz. Hatta ve hatta ben kendimi katarak söyleyeyim, benim yaptığım eleştirilerin büyük çoğunluğu da onlardan alınmış, öğrenilmiş eleştirilerdir. Ama ben bir Müslüman olarak diyorum acaba ne söyleyebilirim bu konuda? Bunun da peşinde olmamız gerektiği kanaatindeyim, yoksa öyle her şeyiyle öyle saf, Batıdan ayrı bir şey söylüyor değiliz, çünkü zaten öyle bir eğitiminden de gelmiyoruz zaten.

İktibas