Zümer Suresi’nden Şirk ve İhlas Dersleri

Demek ki, şirkten arınma ve ihlas ile Allah’a yönelme, böyle bir anda kulun Allah’tan başka ibadet ve dua edilecek birisinin bulunmadığını, bütün hücreleriyle hissetmesi halidir. İşte sair zamanlarda da böyle olursa kul dini sadece Allah’a has kılmış, sadece O’nu mabud tanımış olur. Yoksa inancına ve ibadetlerine şirk karıştırabilir.

İnsana ufak bir zarar dokunsa bütün kalbiyle sadece Rabbine yalvarır. Ama ardından Allah ona sırf kendi lütfu olan bir nimet bahşetse az önce O’na yaptığı yakarışı unutur, üstelik başkalarını da O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler koşar. Böylelerine söylenecek söz şudur: Sen küfrünle biraz daha ye iç eğlen, çünkü sen ateşin adamlarındansın (Zümer 8). Demek ki, şirkte ısrar eden birisine artık laf kâr etmez, üstelik o başkalarının da doğru yoldan çıkmasına sebep olur.

İnsanın bu psikolojisi başka surelerde de vurgulanır:

Gemiye bindikleri zaman Allah’a, dini sırf O’nun bilerek yalvarırlar, ama O onları kurtarıp karaya çıkarır çıkarmaz hemen şirk koşarlar (Ankebût 65).

Din, içtenlikle boyun eğme, itaat etme, karşılık verme demektir. Borç da karşılığı verilmesi gerekli bir sorumluluk olduğu için, bu kelimeden olarak ‘deyn’ diye isimlenir. Din de bir borçtur, Allah’ın hakkını sadece O’na ödeme demektir. O halde şöyle de diyebiliriz: Din borçtur, borç da dindir.

Böyle ayetlerde ‘dinin sadece Allah’a has kılınması’, boyun eğilecek manevi güç, etki ve hükümranlığın sırf O’nda olduğunun bilinmesi anlamında kullanıldığı açıktır. Yani imdada koşabilecek yegâne manevi güç O’dur demektir. Demek ki, insanın şirkten bütünüyle arınabilmesi için Allah’tan başka kimsenin böyle bir manevi gücünün olmadığını bilmesi gerekir.

‘Sizi karada da denizde de dolaştıran O’dur. Siz bir gemide olsanız ve gemi, tatlı bir rüzgâr ile içindekileri alıp götürse, tam onlar buna sevinirlerken şiddetli bir rüzgâr çıksa ve her yönden gelen dalgaların arasında kalsalar, tam kuşatıldıklarını anladıklarında, eğer bizi bundan kurtarırsan kesinlikle şükredeceğiz diye nasıl dini sadece Allah’a has kılarlar, O’na yalvarıp dua ederler (Yunus 22). ‘Ama O onları kurtarır kurtarmaz yeryüzünde hakları olmayanı elde etmek için hadlerini aşarlar…’ (23).

Demek ki, şirkten arınma ve ihlas ile Allah’a yönelme, böyle bir anda kulun Allah’tan başka ibadet ve dua edilecek birisinin bulunmadığını, bütün hücreleriyle hissetmesi halidir. İşte sair zamanlarda da böyle olursa kul dini sadece Allah’a has kılmış, sadece O’nu mabud tanımış olur. Yoksa inancına ve ibadetlerine şirk karıştırabilir.

Gemi örneğinin yerine bugün uçağı koyabiliriz. Hava boşluğu sebebiyle türbülans yaşayanlar bu manzarayı görmüşlerdir. İnsanlar o anda nasıl can havliyle ‘Allah’ derler. Ya da bir deprem anında. İşte halis yani katıksız ve ortaksız din budur. Zümer’den devam edelim:

‘De ki, ben dini sırf Allah’a has bilerek O’na ibadet etmekle emr olundum. Ve bana, ilk önce benim buna boyun eğmem emr edildi. De ki, eğer ben Rabbime isyan edersem büyük bir günün azabından korkarım. De ki, ben dinimi sırf Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk ederim (11-14).’ Demek ki, dini sırf Allah’a has kılmamak O’na isyan etmektir.

‘Tağut’a kulluk etmekten sakınanlar ve Allah’a içtenlikle yönelenler, işte müjdeyi hak edenler onlardır, böyle kullarımı müjdele (17).’ Demek ki, tağutu kabullenmek de bir şirktir.

Tuğyan, güce dayalı azgınlık demektir. Buradan gelen tâğut, Allah’ın ahkâmını reddeden ceberut kişiler ve yönetimlerdir.

‘Allah bir misal veriyor; bir adam düşünün, aralarında didişip duran pek çok ortağa ait. Bir de sırf bir kişinin olan bir adam. Bunlar eşit misal olabilirler mi? Elhamdülillah! Yok, onların çoğu bilmiyor (29)’.

Bir olan Allah’a kul olmak, ya da pek çok kula kul olmak, başka yol yok.

‘Onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, kesinlikle Allah derler. De ki, o halde söyleyin bakayım, eğer Allah bana bir zarar dilese sizin Allah’ı bırakıp o yalvardıklarınız, O’ndan gelen zararı def edebilir mi? Ya da O bana bir rahmet dilese onlar O’nun rahmetini engelleyebilir mi? De ki, Allah bana yeter. Tevekkül edenler O’na tevekkül etsinler (38).

Demek ki müşrikler de Allah’ı biliyorlardı ama aracı olarak putlara tapıyorlardı, oysa zararı da kârı da ancak Allah yaratır, Allah’a güvenip dayanan bir kul kârın da zararın da ancak O’ndan gelebileceğini bilir. Gökleri ve yeri yaratan Allah buna kadir değil midir?

Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi ediniyorlar. De ki, onlar hiçbir şeye sahip olmadıkları ve akılları ermediği halde böyle mi yapacaksınız?’ (43).

Burada şefaatçilerin cansız putlar kalıbıyla değil, insanlar kalıbıyla verilmiş olması düşündürücüdür. Yani insanların da şefaatçi olarak düşünülüp kurtuluş için onlara güvenilmesi de böyledir.

Gelecek yazıda ilginç bir olayla bitireceğiz inşallah.

Yeni Şafak / Faruk Beşer