Zulüm

Şirkle tevhidin, imanla küfrün, İslam’la beşeri ideolojilerin farkını ortaya çıkarmayıp, bilakis örten bütün tutum ve davranışlar zulümdür; diğer bir adıyla küfür ve şirktir. İslam'da amaç-araç arasında mufarakat değil, muvafakat vardır. Araçlarımız ve yöntemimiz de en az akidemiz kadar İslamî olmak zorundadır.

Arap, kazılması uygun olmayan bir yeri kazdığı zaman, ‘zalemtü’l-arda’ (yere zulmettim) demektedir. Bu durumda o yere mazlum, çıkan toprağa da (mazlum anlamında) zalîm denmektedir. ‘Zaleme’l-vâdî’, vadinin daha önce hiç olmadığı kadar su ile dolmasını ifade etmektedir. Yoğurt yapılan sütü, henüz yoğurt tutmadan içmek zulümdür. Kurdun sürüye çobanlık yapmasını istemek de (hem sürüye, hem de kurda) zulümdür. Bir hadiste işaret edildiği üzere, yolda dikilerek yolu işgal etmek zulümdür. Çünkü yol herkesindir.

Za-le-me fili, kişinin hakkını noksan vermek, malını gasp etmek, bir şeyi, ait olduğu yerden başka yere koymak, yersiz yapmak gibi anlamlara gelmektedir. Dilbilimciler ve ulemanın ekserisi zulmü şöyle tanımlamışlardır: bir şeyi, ait olduğu kendine has yerden başka yere koymaktır. Bu, ‘başka yere koyma’ eksiltmekle de olabilir, artırmakla da; zamandan saptırmakla da olur, mekândan saptırmakla da. Zulmün sözlük anlamını daha iyi kavramak için, Arap dilindeki bazı kullanımlarına göz atmamız gerekmektedir.

İster az olsun, ister çok, bir hakkı tecavüz etmek zulümdür. Kısacası zulüm haddi aşmaktır. Büyük günah için de, küçük günah için de zulüm sözcüğü kullanılır. Mesela, aralarında kabili telif olmayan bir fark varsa da, işlediği hatadan dolayı Âdem’e ‘zalim’ dendiği gibi, İblis’e de zalim denmiştir. Her iki eylemin özünde de, haddi aşmak vardır.

Dilbilimci Rağıb el-İsfehanî üç türlü zulümden bahsedilebileceğini belirtmektedir. Birincisi insanla Allah arasındaki zulümdür. Bunun da en büyüğü küfür, şirk ve nifaktır. (Şirk en büyük zulümdür). İkincisi, kişi ile insanlar arasında vuku bulan zulümdür. “Bir kötülüğün cezası, onun dengi bir kötülüktür” ilkesi bu zulmü açıklar. Üçüncüsü ise kişi ile nefsi arasındaki zulümdür. “Onlardan kimi nefsine zulmedendir” ayeti buna işaret etmektedir. Hakikatte bu üç çeşit zulmün hepsi de, kişinin nefsine zulüm yaptığı gerçeğinde odaklanır. Zalim, zulmetmeye ilkin kendi nefsinden başlar.

Za-le-me fiilinin zalâm (karanlık, gecenin başlangıcı), zulmet (nûrsuzluk) gibi pek çok türevi vardır. Zulmet cehalet, şirk ve fısk yerine kullanılır; zıddı nûr’dur.

Kur’an terminolojisinde zulüm kelimesi ‘karanlık’ anlamında da kullanılmaktadır. Kur’an’ın ışık-karanlık ya da nûr-zulumat zıtlığına ilişkin temsilleri çok öğretici ve ufuk açıcıdır. Münafıkların, deyim yerindeyse bir atımlık barut kadar olan sözde fikirlerinin kifayetsizliği, köksüzlüğü ve hedefsizlikleri bu temsille anlatılır. Zifiri karanlık gecede mahsur kalmış bir grup insanın bir ateş yaktığını düşünelim: ateş çok kısa bir süreliğine etrafı aydınlatmaktadır ama ömrü çok kısadır ve ateş söner sönmez, oradakiler tekrar karanlıkta kalırlar. Burada karanlık gece ile küfür, yaktıkları ateşle, dünya görüşleri sembolize edilmiştir. Karanlıktaki insanlar ise bütün kâfir ve münafıklardır. Allah onların ışıklarını söndürmüş ve kendilerini koyu karanlıklarda bırakmıştır. (2/Bakara, 17). Ayette ateş yakmak, ziya ve nûr gibi aydınlığa delalet eden sözcüklerin karşıtı olarak sadece ‘zulümât’ kelimesi kullanılmıştır.

Şimdi, münafıkları anlatan temsildeki kasvetin dozu biraz daha artırılmaktadır. Bu sefer, zifiri karanlık gecede gök gürlemekte, şimşekler çakmakta, sağanak halinde yağmur yağmaktadır. Böyle bir ortamda (mahsur kalmış) kişiler (münafıklar), yıldırımlardan (vahiy) korkmakta, ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkamaktadırlar. (2/Bakara, 19). Adeta gözlerini kör edecek şekilde çakan şimşeklerin (bir an kendilerine doğru gibi görünen şeytanî fikirlerin) ışığında birkaç adım atmaktalar fakat şimşeğin aydınlığı geçip de, karanlık bastırınca (azleme aleyhim) oldukları yerde çakılıp kalmaktadırlar. (2/Bakara, 20). Dünya görüşleri iflas etmiş, hareket imkânları tükenmiştir. İşte bu kişiler, Allah’ın ayetlerini yalanlayan, karanlıklar içinde kalmış ‘sağır’ ve ‘dilsiz’lerdir. (6/En’am, 39). Allah’ın, ölüyken diriltip de kendisine bir nûr verdiği, onunla insanlar arasında başı dik olarak ve tökezlemeden yürüyen insanla, karanlıklar içinde (fi’z-zulümât) kalmış ve oradan hiç çıkamayacak olan kimse bir olabilir mi? (6/En’am, 122).

Kâfirlerin hakikatten nasiplenmemiş, acınası hallerini anlatan bundan ağır temsiller de var: Engin bir deniz… dalga üstüne dalga… yukarıda ise kara bulutlar… karanlık üstüne karanlık… (zulümâtun bağduhâ fevka bağd). İnsan, dalgalar içinden elini çıkartsa, kendi elini bile görecek halde değil. (24/Nûr, 40). Hemen buraya girdirilmesi gereken bir ara not: insan da anne karnında üç katlı bir ‘karanlık’ (zulümat) içinden geçerek gelmiştir dünyaya. (39/Zümer, 6). Gece zaten karanlık olur ama yine de ‘karanlık gece’ deriz. (10/Yunus, 27). Gecede insanlar karanlıkta kalırlar. (fe-izâ hum muzlimûn) (36/Yasin, 37). Bu temsillerde, bir nur’a muhtaç insan varlığı anlatılmaktadır. Öyleyse insan, bu karanlıklardan kendisine nur/aydınlık bahşeden Rabbini unutur da, kendi kendine yettiğine inanırsa bu, gerçek bir zulüm olur.

Zaleme fiili eksik bırakmak, noksan, kusur anlamında da kullanılır. (ve lem tezlim minhu şey’en) (18/Kehf, 33).

Zulüm/zulümât’ın zıt anlamının ‘nûr’ olduğu, Kur’an’da çok belirgin şekilde işlenmiştir. Allah mü’minlerin velisidir; onları zulümattan nûra çıkartır; kâfirlerin velisi ise tağuttur, onları nûrdan zulümata götürür (2/Bakara, 257) ayetinde nûr-zulümat zıtlığı çok keskin bir şekilde işlenmiştir. Vahyin gayesi, insanları zulümâttan nûra çıkartmaktır. (14/İbrahim, 1). Musa’ya inen vahyin (bütün vahiylerin) gayesi de buydu. (14/İbrahim, 5). Biz insanları zulümattan nûra çıkartmak için Allah bize vahiyle yardım etmiş (33/Ahzap, 43), apaçık ayetler indirmiştir. (57/Hadid, 9; 65/Talak, 11). ‘Karanlıklar’ anlamındaki ‘zulümât’ kelimesi mecazen, kâfirlerin dalaleti (6/En’am, 39); yerin karanlıkları (fî-zulümâti’l-berri); (6/En’am, 59); karanın ve denizin karanlıkları (zulümâti’l-berri ve’l-bahri) (6/En’am, 63, 97; 27/Neml, 63) için kullanılmıştır. Körle gören bir olmadığı gibi, zulümâtla nûr da bir olmaz. (13/Ra’d, 16; 35/Fatır, 19-20).

Kur’an öncelikle insanın kendi nefsine zulmetmesinden bahseder. Henüz yeryüzünde ilk yaratılışta insan, Allah’ın men ettiği ‘yasak ağaç’tan tatması halinde, zalimlerden olacağı yönünde uyarılmıştır. (2/Bakara, 35; 7/A’raf, 19). Buna rağmen Âdem ve eşi, şeytanın vesvesesine yenik düşerek yasağı ihlal etmiş, yasak ağaçtan tatmışlardır. Yine de sonuçta suçlarını anlamışlar ve “Rabbimiz, nefsimize zulmettik” (Rabbenâ zalemnâ enfusenâ) diye Allah’a yakarmışlar (7/A’raf, 23), Allah da onların tevbesini kabul etmiştir. (2/Bakara, 37). İnsanın bu ilk yaratılışta yasak ağaçtan tattığı için zalimlerden olması, küfür ve şirk türünden bir tuğyan, kâfirce bir isyan değildir. ‘Yasak ağaç’ sembolüyle anlatılmak istenen, aslında insanın, kendi üzerine ‘insan olmak’ gibi, taşımakta zorluk çekeceği büyükçe bir yükü yüklenmiş olmasının tasviridir. Kuşkusuz insan bu yükün altına kendi iradesiyle girmiş değildir. Kısacası bu kıssa ile anlatılmak istenen, “ey insan, sen ne ile mükellef kılındığının farkında mısın?” uyarısıdır.

Nitekim Kur’an, bu meseleye daha vazıh bir şekilde işaret etmiştir. Göklerin, dünyanın ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ‘emanet’i insan yüklenmiştir! Peki, böyle bir emanet yükünün altına girmeyi insanın kendisi mi istedi? Hayır! Ama buna rağmen insan, bu ödevlendirilişi yüzünden ‘zalûm’ ve cehûl’ (çok zalim, çok cahil) sıfatıyla tavsif edilmektedir! (33/Ahzap, 72). Bunun anlamı şu olmalıdır: İnsan türü, Allah’ın kendisine tevdi ettiği ‘emanet’e layık hareket etmeyecek ve zalim / cahil olacaktır. Zaten insan (yaratılıştan) çok zalim ve çok nankördür. (zalûmen keffâr) (14/İbrahim, 34). Allah’ın bahşettiği sonsuzca nimetin kadrini bilip şükür etmelidir.

İnsanın nefsine zulmetmesi, kendine yazık etmesi, başını belaya sokması, hiç yoktan kendine iş çıkartması anlamındadır. Bunu, bazı peygamberlerin yakınmaları açıkça ortaya koymaktadır. Mesela Musa (a.s) henüz kendisine risalet verilmemişken, Mısır’da kavga eden iki kişiden Mısır’lı olana bir darbe indirmiş ve adamın ölümüne sebep olmuştu. Olaydan duyduğu pişmanlığı, “Rabbim nefsime zulmettim, beni bağışla…” (Rabbi innî zalemtü nefsî) diye dile getirmişti. (28/Kasas, 16). Bir insanın canına kıymak, Allah’a eş koşmaktan sonra en büyük günahtır. Fakat bu günahın hem dünyada hem de ahirette bir bedeli vardır. Haksız yere adam öldüren kişi, bu bedeli ödemekle mükelleftir. Adam öldürenin nefsine zulmetmesi işte budur. Musa’nın yakarışı, adam öldürmekten duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir. Adam öldüren, dünyada hiçbir ceza ile karşılaşmasa bile, cinayet işlemenin vicdanında oluşturduğu azap, hayatı boyunca onu rahatsız edecektir.

Yunus Peygamber’in “Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.” (innî kuntü mine’z-zâlimîn) şeklindeki tevbesi (21/Enbiya, 87), yerli yerinceydi. Çünkü risalet görevini yarı yerde bırakarak öfkeli bir şekilde kavmini terk etmesi, bir Nebî’ye yakışmayan bir hataydı, nefsine zulüm (yazık) etmişti ama işte hatasını anlamış pişman olmuştu.

Sabâ Melikesi ise, Süleyman Peygamber’in sarayında karşılaştığı mucizevî olaylarla irkilmiş, hayatını şirk içinde geçirdiğinin birden farkına vararak, “Rabbim, ben nefsime zulmetmişim” itirafı eşliğinde, “Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbi Allah’a teslim olma” bahtiyarlığına ermiştir. (27/Neml, 44).

Kur’an dilinde ‘nefsine zulmetmek’ terimi sıradan bir yazık etme değil, şirk ya da küfre düşme anlamında kullanılmıştır. Peygamberlerin (İbrahim-İshak) soyundan muhsin kimseler olacağı gibi, nefsine zulmedenlerin de olacağının beyanı (37/Saffat, 112-113), mü’min-kafir ayrımını çağrıştırmaktadır. İnsanlar bu anlamda üç sınıfa ayrılmaktadır: nefsine zulmedenler, orta yolu tutanlar ve hayırlarda yarışanlar. (35/Fatır, 33). Hayırlarda yarışanların mü’minler olduğunda hiç kuşku yoktur. Orta yolu tutanların ise denizde kendilerini dalgalar kuşatınca Din’i Allah’a has kılan, ama karaya inince de küfre geri dönmeyip, orta bir yol tutanlar olduğunu (31/Lokman, 32) Kur’an’dan anlamaktayız. Üçüncü grup olan “nefsine zulmedenler” ise şirk içinde yaşamaya devam edenlerdir. Aksi halde, melekler “nefislerine zulmedenler”in canlarını alırken, Allah’ın geniş arzında niçin hicret etmeyip de (küfre ve şirke katlandıklarını) sorgularken, “biz ülkemizde mustaz’aftık” mazeretlerinin kabul edilmeyişini ve yerlerinin cehennem oluşunu (4/Nisa, 97; 16/Nahl, 28) izah etmek mümkün olmazdı.

Mesela Allah’ın kendisine verdiği zenginlik (bahçe) ile şımaran, dünya malını ebedi sanan nankör (18/Kehf, 35), nefsine zulmedenlerin tipik bir örneğidir. “Nefsime zulmettim” sözünün Peygamberlere de izafe edilmiş olması, bu terimin temelde küfür ve şirk anlamına geldiği tezini çürütmez. Nefse zulmetmek, yerine göre, hata işlemek anlamına da gelmektedir. Bir Peygamber’in (mesela Yunus) nefsine zulmetmesi, o hatasından dönmediği takdirde akidesini bozacak derecede ciddi bir hatadır. Dolayısıyla boyutu ne olursa olsun, insanın nefsine zulmetmesi, tevbe etmeyi gerektiren bir isyan durumudur. (3/Âl-i İmran, 135). İsrailoğulları, kendilerine bazı temiz/helal şeylerin haram kılınmasına sebep olacak kadar nefislerine zulmetmişlerdi. (4/Nisa, 160). Bu durumda nefsine zulmetme keyfiyetini mü’minlerin basit bir hatası gibi yorumlamak mümkün değildir. Nefislerine zulmedenlerin, Peygamber’e gelerek Allah’tan af dilemeleri, Peygamber’in de kendileri için istiğfarda bulunması salık verilmektedir. (4/Nisa, 64). Nefsine zulmeden ya da bir günah işleyen, Allah’tan bağışlanma dilerse, bağışlanması umulur. (4/Nisa, 110). Kur’an’ın, nefsine zulmedenleri inzar etmek için indirilmiş olması (46/Ahkaf, 12), bu insanların dalalette bulundukları anlamını teyid etmektedir.
Şu halde denebilir ki, bütün kâfirler, bütün şirk koşanlar nefislerine zulmetmektedirler. Bunların en tipik örnekleri Nemrut gibi, Firavun gibi tağutlardır. Nemrut, Allah’ın kendisine verdiği mülkten dolayı şımarmış; kendisinin de Allah gibi hayat verici ve öldürücü olduğunu iddia etme cüretini göstermişti. Ancak İbrahim’in, Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir çağrısı üzerine apışıp kalmıştı. (2/Bakara, 258). Nemrut kendisine zulüm ediyordu, çünkü kendisini Allah kadar güçlü sanıyordu. Hem hakkı olmayan bir iddiada bulunuyor, hem de altından kalkamayacağı ağır bir yüke yelteniyordu.

Firavun ailesi de Allah’ın ayetlerini yalanlamak suretiyle zulüm işliyorlardı. (8/Enfal, 54). Kur’an’ın Firavun kavmine ‘zalim kavim’ demesi (26/Şuara, 10; 7/A’raf, 150) boşuna değildir. Hatta onları ‘zalim kavim’ olarak adlandıran, bizzat kavmin içinden biri, Firavun’un mü’mine eşidir. (66/Tahrim, 11). Tufanla helak edilen Nuh kavmi (11/Hud, 44) ve Eyke halkı da (15/Hicr, 78) ‘zalim kavim’ler arasındaydılar.

Küfür ve şirk aslında insan aklının salim bir şekilde işleme özelliğini yitirmesinin bir sonucudur. Akıl dengesini kaybeden kâfirler, mesela İbrahim Peygamber’i, müşrik kavminin putlarına yaptığından dolayı ‘zalim’ olarak nitelendiriyorlardı. (21/Enbiya, 59). Yani kavminin nazarında İbrahim zalimdi! Kavram kargaşası denilen şey tam olarak budur işte. Çünkü İbrahim, putların ilah olmadıklarını, İlah’ın Allah olduğunu göstermek istemişti. Bir hakkın, ait olduğu yere konulması da işte budur. Değerleri izafileştiren ve kavramları tahrif eden bu ilkesiz saldırganlık günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Bu durumda kavmini değil de, İbrahim’i mi putperest kabul edeceğiz? Tabi ki bu hususta nihai sözü Kur’an söylemektedir. Kur’an’a göre sözde ilahlara tapmak, mesela bir buzağı heykelini tanrılaştırmak gerçek anlamda zulümdür, insanın nefsine zulmetmesidir. (2/Bakara, 51, 54, 92).

Kur’an’ın anlam dünyasında en büyük zulüm hiç tartışmasız şirktir. (31/Lokman, 13). Bunun sebebi çok basittir. İnsanı ve her şeyi yoktan var eden, insana her türlü nimeti veren Allah’ı bırakıp da, hiçbir şey yaratamayan, hiçbir yarar ya da zarar veremeyen sıradan varlıklara tapınmak büyük bir haksızlıktır. (10/Yunus, 106). Şirk koşan insan, en büyük hakkı, ait olduğu yerden koparmış, hiç olmayacak bir yere yakıştırmış olur. Yeryüzünde olabilecek en büyük haksızlık budur. Bunun için kâfirler zalimlerin ta kendileridir. (2/Bakara, 254). Kâfirin zalim olduğu söylendiğinde gasp, darp, cinayet, tecavüz, soygun gibi bir cürüm işlediği akla getirilmemelidir. Kâfir, Allah’ı, Allah’a ait hakikatleri örtmüş, görünmesini engellemiş, küfranı nimette bulunmuştur; onun için dünyanın en büyük zalimidir.

Zulüm kavramını hiçbir ayet, “imana zulüm karıştırmak” terimi kadar güzel açıklayıcı değildir. Şöyle diyor Kur’an: “İman edip de, imanına zulüm karıştırmayanlar var ya, işte güven onlar içindir ve hidayete ermiş kimseler de onlardır.” (6/En’am, 82). İman ve zulüm kelimelerinin doğası bundan daha güzel açıklanamazdı. Türkçede iman deyince inanmak, zulüm deyince ise güçlünün zayıfı ezmesi akla gelmektedir. Oysa imana zulüm karıştırmanın mahiyeti anlaşıldığı zaman, zulüm terimi de gerçek anlamını bulmuş olacaktır.

Ayetin “imanlarına zulüm karıştırmayanlar” cümlesinde ‘karıştırmak’ anlamında, lebise-yelbisu fiili kullanılmıştır. (ve-lem yelbisû imânehum bi-zulmin). Lebise fiili ba harfinin esre yazılmasıyla giyinmek, fetha yazılmasıyla (lebese) bir işi, içinden çıkılmaz hale getirmek üzere karıştırmak anlamını ifade etmektedir. Rağıb el-İsfehanî, lübs’ün aslı, bir şeyi örtmek (setr etmek)tir demektedir. Müfessirlere göre, imana karıştırılmaması gereken zulüm, küfür ve şirktir. Öyleyse mü’minler, imanlarını örtecek, imanlarını bozacak bir zulüm ve şirk işlemekten kaçınmak durumundadırlar. Bu ayeti işitince bazı sahabenin, “hangimiz nefsimize zulmetmeyiz ki” diye bir kaygıya kapıldıkları, Rasulullah’ın ise onları uyardığı bildirilmektedir. Lokman’ın oğluna öğüdü olan, “Allah’a şirk koşma, doğrusu şirk büyük bir zulümdür!” (31/Lokman, 13) ayetinin bunun üzerine indiği rivayet edilmektedir. (Buhari, Tefsir). İnsanın, kendisine fayda da, zarar da veremeyecek olan bir ‘hiç’ mesabesindeki varlıklara tapınması, gerçekten büyük bir zulümdür. (10/Yunus, 106).
Tevhidle şirkin birbirinden keskin çizgilerle ayrıştığı kavşak noktası ancak imanın ve şirkin ne olduğunun tam bilinmesiyle tespit edilebilir. Eğer bu bilgiye vakıf olunmazsa, tevhidle şirki birbirinden ayıran sınırlar birbirine katışacak, siyah ve beyazın hayatın tek renkleri olmayıp, grinin tonlarının da varlığı iddialarıyla insan aklı saptırılacaktır. Tarih boyunca şirk ustaları hep böyle çalışmışlardır. Şirk ustalarının en büyük hedefi, her müminin imanına bir kez ve birazcık olsun zulüm bulaştırabilmektir. Çünkü bu sayede herkes şirke ortak edilecek, şirksiz imanın (nebevî iman) imkânsız olduğu gibi bir telkinde bulunulacaktır.

Şu halde, imanımıza zulüm karıştırmamak için peygamberler gibi bir tevhid akidesine sahip olmamız gerekir. Peygamberler Allah’a iman davasından başka ırk, kavmiyet, vatan, ‘şanlı mazî’, atalar, insan tapıcılığı (hümanizm), özgürlük (liberti), insan hakları gibi hiçbir geleneksel veya modern putu yüceltmemişlerdi. İmana zulüm, bu ve benzeri söylemlerle ve Allah’ı gereği takdir edememekle karışmaktadır. Tevhid akidesi bu söylemlerle bozulmaktadır. İmanımıza zulüm karıştırmamanın yolu, akidemizi tamamen Kur’an’dan devşirmek, Kur’an’a alternatif olarak imal edilen mistik hezeyanları, modern hurafeleri akidemizden tamamen silmektir. Dahası, Kur’an’ı kendimize değil, kendimizi Kur’an’a uydurmaktır.

İslam nazarında en büyük zulüm akideye taalluk ettiğine göre, kişinin ya Allah’ı gereği gibi takdir edememesi, ya da hiç yüceltilmemesi gereken varlıkların tanrı gibi yüceltilmesi zulümdür. Bu anlamda Kur’an bizi, Allah’a iftira atmaktan (Allah’a yalan yere iftira atmak: ifterâ ala’llahi’l-kezibe) şiddetle sakındırmaktadır. Zira Allah’a iftira atanlar zalimlerdir. (3/Âl-i İmran, 94; 6/En’am, 93, 157; 11/Hud, 18; 61/Saf, 7). Allah’tan başka ilahlar edinmek, Allah’a atılabilecek en büyük iftiradır. (18/Kehf, 15).

Allah’a iftira atmanın bir boyutu Allah’ın ayetlerini yalanlamak (6/En’am, 21; 7/A’raf, 37; 10/Yunus, 17; 18/Kehf, 15; 29/Ankebut, 68); bir boyutu, Kur’an’ı (vahyi) Muhammed’in uydurduğunu, bu uğurda bazı insanlarla yardımlaştığını iddia etmektir. (25/Furkan, 4). Mekke müşrikleri bir ara Muhammed (sav)’in büyülenmiş (meshur) biri olduğuna kanaat getirmişlerdi. (17/İsra, 47; 21/Enbiya, 3; 25/Furkan, 7-8). Vahiy almakla hiçbir ilişkisi olmadığı halde, “bana da vahyolundu”; “ben de Allah’ın indirdiği ayetlerin benzerini indiririm” iddiasında bulunmak (6/En’am, 93) da, Allah’a iftira atmanın bir şeklidir. Bu iftiracılar zalimdirler çünkü Allah’a ait hakkı kendilerinde vehmetmekte, Allah’a ait sıfatları, Allah’ın yetkilerini kendilerine de teşmil ederek haddi aşmaktadırlar. Buna Kur’an’dan şöyle bir örnek verebiliriz. Bir kimse, Allah yasaklamadığı halde herhangi bir hayvanın etini haram kılarsa, o kişi, kendisinde haramı ve helali belirleme yetkisi olduğu vehmine kapıldığı için (6/En’am, 144) gerçek bir zulüm işlemiştir. Çünkü haramı ve helali belirleme yetkisi sadece ve sadece Allah’ındır. Bu yetkiyi Allah, Peygamberine bile vermemiştir. Allah açıkça, keyfi bir şekilde “şu helaldir, şu haramdır” diye ahkâm kesmeyi yasaklamış (16/Nahl, 116); bu şekilde ahkâm kesenlere itaat etmeyi de onları rab edinmek saymıştır. (9/Tevbe, 31). Kısacası, Allah’ın hududunu çiğneyenler zalimlerdir. (2/Bakara, 229).

Bir peygamberden, kendilerine Allah’ı göstermesini istemek de bir nevi Allah’a iftira atmaktır. İsrailoğulları, Peygamberleri Musa’dan, Allah’ı apaçık göstermesini istemişler, aksi takdirde kendisine inanmayacaklarını bildirmişlerdi. (2/Bakara, 55; 4/Nisa, 153). İsrailoğulları’nın bu küstahça talepleri, Mekkelilerin Muhammed (a.s)’dan, kendilerine gökten yazılı bir belge (kitap) indirmesini istemeleri (4/Nisa, 153) üzerine söz konusu edilmişti. Onların bu istekleriyle Mekke kafirlerinin, Allah’ı ve melekleri karşılarında görmek veya Peygamber’in göğe çıkıp, oradan yazılı bir belge getirmesi istekleri (17/İsra, 92-93) birbirine ne kadar da benzemektedir. Ehli Kitab’ın ve müşriklerin bu taleplerini, gayb konusu olan Allah’a iman etmenin ‘zorluğu’ olarak anlamak gerekir. Gayba iman etmek gerçek imandır. Kâfirler, beş duyu organıyla algılayamadıkları Allah’a inanmakta haliyle güçlük çekmektedirler. Panteizm ve vahdet-i vücut gibi felsefeler de ehli kitabın ve Mekke müşriklerinin bu talepleriyle örtüşen bir teozofik temele dayanmaktadır. Vahdet-i vücut, sanki görülmeyen bir Allah’ı, görünür yapmak çabası gibidir ve insan-ı kâmil gibi teorilerle, Tanrı’yı ete-kemiğe büründürmek istemektedir.

Allah’ın kelimelerini değiştirmek, kavramları tahrif etmek de bir zulümdür. İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine emrettiği, şehre (Kudüs’e) tevazu ile girip oradaki nimetlerden yemeleri ve “Rabbim bizi bağışla!” (hıtta) diye dua etmeleri gibi sözlerini değiştirmişler, başka sözlerle tahvil etmişlerdir. Bunun için onlar zalimdirler. (2/Bakara, 59; 7/A’raf, 162). Zulmün her çeşidi, kavramları tahrif ederek işe koyulmaktadır.

Her türlü sapma ancak Kur’an’la doğrultulabilir. Zalimler ise, kendilerine Allah’ın ayetleri hatırlatıldığında, hiç değilse Saba Melîkesi gibi nefislerine zulmetmiş olduklarını itiraf etmek ve “işittik ve itaat ettik” diye teslim olmak yerine, gurur ve kibre kapılmakta, uyarıdan yüz çevirmekte, böylece de en büyük zulmü işlemektedirler. (18/Kehf, 57; 32/Secde, 22).

Allah yegâne hakikat iken, O’nun adını yasaklı hale getirmek ne büyük bir zulümdür! Allah’ın mescidlerinde Allah’ın isminin anılmasını engellemek, zulümlerin en büyüğüdür. (2/Bakara, 114). Allah’ın mescidlerinde (el-Mescidü’l-Haram’da) Mekke kâfirleri Allah’ın adının anılmasını -hem de Allah adına- engelliyorlardı. Bu, kaba-saba bir engel oluştu; doğrudan ve açık saldırı idi.

Müslümanlara açıkça savaş açmışlar, Beytullah’ı Müslümanlardan esirgiyorlardı. Günümüzde ise mescidlerde Allah’ın adı, Mekke kâfirlerininkinden daha sofistike yöntemlerle yasaklanmamaktadır. Mescidler sureta ibadete açık tutulmakta ama nebevî bir misyonu yerine getirmeleri kesinlikle istenmemektedir. Mescidlere biçilen rol, laik-demokratik İslam’ın misyonerliğidir. Oralarda, Allah’ın adının değil, laik-demokratik ideolojinin en yüce (otorite) olması istenmektedir.

Akidelerine zulüm karıştıranların, pratik hayatta bu zulümlerini devam ettirmemeleri için ne gibi bir sebep vardır? Bir Müslüman, hayatını Allah’ın buyruklarına göre tanzim etmezse, en büyük zulmü işlemiş olur. Bunun içindir ki Kur’an indinde, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler zalimlerdir. (5/Maide, 45). Allah’ın indirdikleri ile hükmetmek demek, sadece ibadetlerde değil, muamelatta, cezalandırmada, eğitim-öğretimde v.b. Allah’ın emirlerini, başvurulması gereken yegâne merci olarak bilmek demektir. Hayatını vahye göre düzenleyen insan usulsüz şekilde yetim malına tamah etmez (4/Nisa, 10); haram mal yemez (4/Nisa, 29-30); hırsızlık yapmaz (12/Yusuf, 75); faiz alıp-vermez (2/Bakara, 279); bahçe sahipleri gibi cimrilik etmez (68/Kalem, 29); boşadığı eşini mağdur etmek için boşama sürecini uzatmaz (2/Bakara, 231); boşadığı kadını evinden kovup sokağa atmaz (65/Talak, 1); savaş emri gelince, sıvışıp gitmez (2/Bakara, 246) ve şehadeti gizlemez. (2/Bakara, 140).

Mü’minlerle kâfirlerin ayrışması tevhidin gereğidir. Müminlerle zalimler arasında hiçbir velayet bağı olamaz. Allah mü’minleri, kâfirleri dost (velî-evliyâ) edinmekten şiddetle sakındırır. En yakın ana-babaları, kardeşleri bile olsa kâfirleri (9/Tevbe, 23), İblis’i (18/Kehf, 50) velî edinmek mü’minlere haram kılınmıştır. Çünkü kâfir ana-baba ve kardeşler zalimdirler. Zalimler dost edinilemezler. Zalimleri dost edinmek, onların zulümlerine ortak ve destek olmak demektir; yeryüzünde zulmün devam etmesine katkı sağlamaktır. Sırf anne-babamız olduğu için kâfir bir insanı velî edinirsek, kâfirliğe -Allaha rağmen- değer katmış, kâfirin değersizliği ilahi ilkesini aşındırmış oluruz.
Zalimlerin yardımcıları da, velileri de yoktur ve olmamalıdır. (5/Maide, 72; 42/Şura, 8). Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. (45/Casiye, 19). Allah zalimleri sevmediğine göre (3/Âl-i İmran, 57, 140), mü’minler onlara nasıl sevgi besleyebilirler? Kâfirleri veli edinenler, velî edindikleri zümrelerle aynı kategoriye girerler. (5/Maide, 51). Mü’minlerle din uğrunda savaşanlar, mü’minleri yurtlarından çıkartanlar ve çıkartılmaları için kâfirlere yardım ve yataklık edenler velî edinilemezler. Onlarla dost olanlar zalim sıfatını kazanırlar. (60/Mümtehine, 9). Mü’minlerin zalimlere düşmanlığı konjonktürel değil, ilkeseldir. (2/Bakara, 193).

İbrahim Peygamber’in, “soyumdan da önderler yap!” duasının, soyundan zalimlerin de çıkabileceği gerekçesiyle Allah tarafından geri çevrilmiş olması (2/Bakara, 124), velayette soy bağının bir öneminin olmadığını göstermektedir.

Bir kıble konusu bile kâfirlerle müminler arasındaki ayrışmanın, kâfirin kâfiri, mü’minin de ancak mü’mini velî edinebileceğinin en bariz örneğidir. Peygamber kıble konusunda uyarılmakta, şayet bunca ‘İlim’den sonra onların kıblesine dönecek olursa, zalimlerden olacağı açıkça ihtar edilmektedir. (2/Bakara, 145). Bu durumda, salât için yöneldiğimiz kıbleyi gölgede bırakacak şekilde makro planda kıble tayini sayılabilecek siyasal ve kültürel tercihler, daha açıkçası, liberal demokrasi düşüncesini çağın en geçerli yaşam tarzı olarak tebcil etmek, günümüz kanaat ve siyaset önderlerinin safını belirlemede önemli bir göstergedir. Ayetlerin açık nassına göre, bu insanların kâfirleri velî, mü’minleri düşman edindiklerinde tereddüte düşmemek gerekir. Oysa mü’minlerin Allah’tan ve (mü’minlerden) başka velileri yoktur. Zalimlere öykünmek azabı mucip bir sapmadır. (11/Hud, 113).

Zulüm hiçbir şekilde cezasız kalmayacaktır. Zalimler, yaptıkları zulmün karşılığını er veya geç tadacaklardır; bu bir sünnetullah’tır ve sünnetullah’ta değişme söz konusu değildir. Zalimlerin dünyada iken tadacakları iki türlü cezadan bahsedilebilir. İlk olarak, her zalim, zulmünün ürününü dünyada iken mutlaka devşirecek; ikinci olarak da, zalimler değişik biçimlerde helak olacaklardır.
Toplumsal fitnelerden kaçınmamak, elbirliğiyle fitne-fesada, ahlakî çürümeye karşı durmamak (11/Hud, 116), cezası dünyada iken görülecek suçlardandır. Üstelik bu cezalar, bir toplum içinde sadece zulmü işleyenleri değil, onlara seyirci kalanları da kapsayacaktır. (8/Enfal, 25). Islah edici toplumları helak etmek Allah’ın muradı değildir. (11/Hud, 117). Allah, sorumluluklarını yerine getirmek maksadıyla uyarı görevini yerine getiren salih kulları gözetmekte, onları helak etmek istememektedir. (7/A’raf, 164-165; 19/Meryem, 72; 27/Neml, 53). Zalim kavimleri kuşatan fitnenin terör, yolsuzluk, uyuşturucu, fuhuş, güçlülerin zayıfları ezmesi gibi türlü biçimleri vardır.
Azgınlıkta ileri gitmiş nice zalim kavimleri Allah, birbirinden farklı biçimlerde helak etmiştir. Allah’ın azabı ansızın veya göz göre göre (6/En’am, 47); geceleyin ya da gündüz vaktinde (7/A’raf, 4-5) gelebilir. Zalimler inkılâptan inkılâba sarsılacaklardır. (26/Şuara, 227). Allah zalimleri adeta çivileyerek yok eder. (27/Neml, 51). Çok zaman da bir zalimin celladı, yine bir zalimdir. (6/En’am, 129). Helak edilmek de belli bir yasaya bağlıdır, bir zamanı vardır. (18/Kehf, 59). Allah, zulümleri nedeniyle her kavmi anında helak etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Allah acele etmez, cezayı, tayin ettiği süreye bırakır; o süre gelince de bir saat bile ertelemez. (16/Nahl, 61). Zaten Allah, uyarıcı elçiler göndermediği hiçbir anakenti helak etmemiştir. (28/Kasas, 58-59).

Zalim kavimlerin helak edilmelerinin sebeplerinden biri de, kendilerine mucizeler verildiği halde peygamberleri inkâr etmiş olmalarıdır. (10/Yunus, 13; 7/A’raf, 103; 27/Neml, 14). Kur’an’da Nuh, Âd, Lut, Semud, Eyke kavimleri ve İsrailoğulları’nın acı sonları anlatılır. Bunların hepsi de zalim toplumlardı. (28/Kasas, 59). Semud kavmi Salih’in devesini kesmek suretiyle zulmün zirvesine çıkmışlardı. Bu, onların helak edilmeleri için tayin edilen sürede bardağı taşıran son damlaydı. (11/Hud, 66-67; 17/İsra, 59). Sünnetullah gereği, helak edilen zalim kavmin yerini başka bir kavim almıştır. (21/Enbiya, 11). Kesin olan bir şey varsa o da, zalimlerin asla iflah olmayacaklarıdır. (6/En’am, 21 v.b.). Nice memleketin zalim halkı Allah’ın emri ile yok olmuştur. Onların kalıntıları ibreti alem için durmaktadır. (22/Hac, 45).

Zalimlerin dünyada yaptıkları harcamalar da hiçbir değer ifade etmez. Nasıl ki bir sam yeli ekini kavurup yakarsa, zalimlerin harcamaları da öyle ‘yanık’ mesabesindedir. (3/Âl-i İmran, 117).
Zalimler dünyada iken nasıl bir inkılâpla devrileceklerse, ahirette de Allah’ın azabı onların yakasını bırakmayacak, müstehak oldukları cezaya adaletin gereği olarak çarptırılacaklardır.
Ahirette ceza demek cehennem azabı demektir. Bunun başka bir anlamı olamaz. Dolayısıyla zalimlerin ebedi yurdu cehennemdir. Bunu haber veren çok sayıda ayet bulunmaktadır. (3/Âl-i İmran, 151; 5/29; 10/Yunus, 52; 34/Sebe, 42). Devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl imkânsızsa, zalimlerin cehennemden kurtulmaları da öyle imkânsızdır. (7/A’raf, 40-41).  Cehennemin duvarları onları çepeçevre kuşatacaktır. (18/Kehf, 29). “Zalimleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleri ilahlarını toplayın. Onlara cehennemin yolunu gösterin; onları tutuklayın, çünkü onlar sorumludurlar!” denilecektir. (37/Saffat, 22-24). Cehennemde ziyafetleri, tomurcukları şeytanların başları gibi olan zakkum ağacı ve içecekleri de kaynar sudur. (37/Saffat, 62-67). Bundan da öte, cennetteki mü’minlere Allah selam göndereceği halde, cehennemlik zalimlere Allah’ın laneti ulaşacaktır. (7/A’raf, 44; 11/Hud, 18; 40/Mü’min, 52).

İyi bilinmelidir ki, ahirette zalimlerin hiç ama hiç kayıranı, yardımcısı, şefaatçisi olmayacaktır. (40/Mü’min, 18; 25/Furkan, 19). Zalimler o gün, bütün yeryüzü mülkü kendilerinin olsa, azaptan kurtulmak için feda ederlerdi ama maalesef böyle bir şansları olmayacaktır. (10/Yunus, 54; 39/Zümer, 47). Onlar, Peygamberle yoldaş olmamanın pişmanlığını yaşayacaklar (25/Furkan, 27; 14/İbrahim, 44) ama son pişmanlık işe yaramayacak (42/Şura, 44; 43/Zuhruf, 39); mazeretleri kabul edilmeyecektir. (30/Rum, 57). Önemli olan önceden, kuvvetin bütünüyle Allah’a ait olduğunu bilip anlayabilmektir. (2/Bakara, 165). Hâlbuki zalimler dünyada iken, zevalsiz olduklarına kesin olarak inanıyorlardı. (14/İbrahim, 44). Allah’ın ise acelesi yoktur, vaadinden de dönmez. İnsanların bin yılı Allah katında bir gün gibidir. (22/Hac, 47). Demek ki, uzak görülen azap aslında ne kadar da yakındır!

Küfreden zalimler o halleriyle ölürlerse Allah onları bağışlamayacaktır. (4/Nisa, 168). Ancak tevbe etmeleri müstesnadır. Kim bir zulüm işler de ardından, o zulme bedel bir güzellik (hüsn) yaparsa, Allah’ı ğafûr ve rahîm olarak bulacaktır. (27/Neml, 11). İnsanlar, işledikleri zulmün günahından ancak tevbe ederek kurtulabilirler. (13/Ra’d, 6). Bir zulüm işledikten sonra tevbe edip durumunu ıslah edenin tevbesini Allah kabul eder. (5/Maide, 39). Belki de asıl zulüm, zulümden sonra tevbe etmemektir. (49/Hucurat, 11).

Bilinmelidir ki hiçbir mücrim kâfire, hiçbir zalime Allah haksız yere -zalimce- ceza vermez. Kur’an’ın ifadesiyle, Allah insanlara zerre ağırlığınca bile zulmetmez. İnsanlar kendilerine zulmederler. Zulüm işleyen insan dünyada kendi belasını hazırladığı gibi, ahirette de kendisine cehennemi kazanmaktadır. Kur’an onlarca ayette “Allah insanlara zulmetmez lakin insanlar kendilerine zulmediyorlar” (“fe-mâ kâne’llahu li-yazlimehum velâkin kânû enfusehum yazlimûn” ve benzeri) mealinde uyarı yapmaktadır.[1] Bazı ayetlerde ise Allah’ın zerre ağırlığınca bile zulmetmeyeceği vurgulanmaktadır. (4/Nisa, 40). Acaba indi ilahî’de bu meselenin bu şekilde vurgulanmasına neden gerek duyulmuştur?

Demek ki toplumlar, maruz kaldıkları her türlü belanın sebebini öncelikle kendilerinde aramalıdırlar. Yanlış kader telakkisi neredeyse Allah’ı her türlü bela ve cefadan sorumlu tutma noktasına gelmiştir. Oysa toplumlar adeta Allah’a, kendi kaderlerinin nasıl olması gerektiğini bir proje halinde sunmaktadırlar; Allah da o projeye göre yaratmaktadır. Ahirette her nefis, hak ettiği karşılığı eksiksiz alacaktır. Herkese, kazandığı tastamam verilecektir.[2] Şayet orada hak edilenler tam olarak verilmeseydi, bu zulüm olurdu. Allah ise zulümden münezzehtir. Benzer şekilde, cehennemi hak edenlere de tamamen adaletle hükmolunacak, hak etmedikleri bir ceza verilmek suretiyle asla zulmedilmeyecektir. (10/Yunus, 54).

Bir yerde zulüm varsa, orada mazlumdan da bahsedilmesi gerekir. Bu durumda zulmün ne olduğu, zalimin ve mazlumun kim olduğu iyi tespit edilmelidir. Şu bir gerçektir ki, çok zaman insanlar, zulme bile bile katlanmakta, zulmü def etmek için ellerini dahi kıpırdatmamaktadırlar. Zulmü defetme işini, miskin bir aymazlıkla Allah’a havale etmekte, bunun adını da tevekkül v.b. koymaktadırlar. Bu durumda insanların ‘mazlum’ rolünü oynamaları ya hamakat, ya da hıyanetten ileri gelmektedir. Ali Şeriati bu tavırsızlığa ‘istihmâr’ (eşekleşme) demektedir. Çünkü insanın, kendisine haksız yere yüklenen yüklere itiraz etmemesi ancak bu şekilde ifade edilebilir. Bu bağlamda, imkânları varken hicret etmeyip, kendilerini ‘mustaz’af’ yerine koyanları Kur’an reddetmekte, bunun sadece bir ‘kaçış’ olduğunu yüzlerine vurmaktadır. Bu şekilde şirk içinde yaşayıp da zulme rıza gösterenler cehenneme layık görülmektedirler. (4/Nisa, 97). Ancak hicrete güç yetiremeyen kadın-erkek ve çocuklar hariç tutulmakta (4/Nisa, 98); zulme uğradıktan sonra hicret edenler Allah’ın yardım ve desteğine layık görülmektedirler. (16/Nahl, 41).
Bunun da ötesinde, zulme uğrayan, yurtlarından haksız yere çıkartılanların savaşmaları da Allah’ın muradıdır. Zulme uğrayan mü’minler Allah yolunda savaşmalılar ki, bu vesileyle azgın zalimlerin önü alınabilsin. Aksi takdirde, yeryüzünde Allah için yapılmış nice mabedler yıkılıp harap olacaktır. (22/Hac, 39-40). Dolayısıyla kendirini savunan mazlumlar kınanamazlar. (26/Şuara, 227).
Zulüm, zalim, mazlum kelimelerinin bolca zikredildiği söylem her zaman revaçtadır. Fakat çok zaman bu terimlerin yerli yerince kullanılmadığı bir gerçektir. Nice zamanlar bir zulüm, mazlumluk olarak anlatılmaktadır. Yerine göre zalimden merhamet dilenmek, zalimlere destek vermek, dua etmek, zalim (kâfir) sistemleri oy vererek desteklemek ve sistemin bekasını sağlamak salih amelmiş gibi gösterilmek istenmektedir. Oysa bu tutum ve davranışlar zulmün ta kendisidir. Mesela hâkimiyetin Allah’tan gasp edilip, kayıtsız şartsız halka verildiği deklare edilen bir Meclis’e vekil olarak seçilen bir kadının yemin ettirilmeyerek dışarı atılması ve vekillik hakkının elinden alınması, dindar zümreler nezdinde, eşi bulunmaz bir zulüm örneğidir! Hâlbuki zulmün en büyüğü, bir meclisin, kendisini ilahlık makamında görerek hüküm koyma hakkını uhdesine almasıdır. Böyle bir mecliste, o sistemin soyut veya somut tanrıları adına yemin ederek, laik-demokratik yasalar yapmak ve o yasaları yürütmek maksadıyla vekil olmak, o meclisle aynı zulme ortak olmaktır. Şu veya bu gerekçeyle meclise alınmayarak, böyle bir zulmün içerisine girememiş bir kişinin ‘zulme uğradım’ söylemi, uyuşturucu, gasp ve soygun gibi işler yapan bir suç şebekesine alınmadığı için şikâyetçi olan, ‘halim-selim’ bir kişinin ‘haksızlığa uğradım’ yakınmasına benzemektedir.
Benzer şekilde, birçok İslamî ödevi yerine getiremeyen insanlar, maruz kaldıkları haksızlıkları anlatmak isterken, belki uğradıkları mağduriyetlerden daha büyük ideolojik cinayetler işlemektedirler. Bu tür cinayetlerde ilk ve en büyük zulmü, Allah’ın kendilerine tevdi ettiği kulluk görevlerini ‘hak’ ve ‘insan hakları’ olarak adlandırmakla işlemektedirler. Mesela mü’min kadınlara başlarını örtmelerini yasaklayan kâfir bir rejimden başörtüsüne özgürlük istenebilmektedir. Böylece o kâfir otorite, ‘hak’ istenebilecek meşru bir mercii statüsüne, ‘bizden olan ulul emr’ mesabesine yükseltilmektedir. Zulüm burada durmamakta, ‘iç hukuk’ yolları tükenince dışarıya, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurarak zulmün çapı büyütülmekte, ilahlar hiyerarşisinde AİHM’in ruçhaniyeti tescillenmektedir.

Yine aynı zihinsel kodlara sahip dindarlar, zikredilen bu mağduriyetlerin giderilmesi uğrunda, başka zalimlerle işbirliği yapmakta en küçük bir sakınca görmemekte, düşmanının düşmanını dost zannetme gafletine düşmektedirler. Hâlbuki Kur’an’ın, müminlerin kâfirleri velî-evliya edinmelerini yasaklayan emirleri çok açıktır. Kâfirler birbirlerinin, müminler de birbirlerinin velî-evliyasıdırlar. Küfür tek millettir, İslam da tek millettir. Kâfirler ne kadar birbirleriyle çekişseler de, ideolojik akrabadırlar. Dolayısıyla bir mü’min bir kâfirden hiçbir zaman, kulluğunu alakadar eden bir konuda istimdat etmemelidir. Kavminin mele ve mütreflerinden namaz kılma hakkı isteyen bir Peygamber hiç görülmemiştir. Müslüman olmayan bir başka zalimden, dini uğrunda yardım istemek şöyle dursun Kur’an, Allah’ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşan kimselerin -şayet orayı değiştiremiyorsak- yanlarında kalmayı bile zulüm saymıştır. (6/En’am, 68).

Kısacası, şirkle tevhidin, imanla küfrün, İslam’la beşeri ideolojilerin farkını ortaya çıkarmayıp, bilakis örten bütün tutum ve davranışlar zulümdür; diğer bir adıyla küfür ve şirktir. İslam’da amaç-araç arasında mufarakat değil, muvafakat vardır. Araçlarımız ve yöntemimiz de en az akidemiz kadar İslamî olmak zorundadır.

Peki, Kur’an’ın bütün bu emirleri çok vazıh iken, neden bu zulümler hala işlenmeye devam edilmektedir? Bunun bir tek cevabı vardır: demek ki hak, kulluk, zulüm, şirk ve tevhid gibi temel kavramlar yeterince bilinmemektedir. Bu durumda yapılacak iş, ilmimizi artırmaktır. İlimsiz olarak hevaya uymak gerçek bir zulümdür. (30/Rum, 29). En makbul iman da, içine zulüm karıştırılmamış imandır.


[1]-Bkz. 3/Âl-i İmran, 17, 182; 8/Enfal, 51; 9/Tevbe, 70; 10/Yunus, 44; 11/Hud, 101; 16/Nahl, 33, 118; 22/Hac, 10; 24/Nur, 50; 26/Şuara, 209; 29/Ankebut, 40; 30/Rum, 9; 40/Mü’min, 31; 43/Zuhruf, 76.

[2]-Bkz. 2/Bakara, 272; 3/Âl-i İmran, 25, 108, 161; 4/Nisa, 49, 77, 124; 6/En’am, 160; 8/Enfal, 60; 16/Nahl, 111; 17/İsra, 71; 19/Meryem, 60; 20/Taha, 112; 21/Enbiya, 47; 23/Mü’minun, 62; 36/Yasin, 54; 39/Zümer, 69; 40/Mü’min, 17; 45/Casiye, 22; 46/Ahkaf, 19.