Uzunca bir süredir, esas meselelerimizi hayatının merkezinde tutan samimi kardeşlerimle İslâm dünyasının ahvâline dair dertleşmek ve hasbihal etmek üzere, Türkiye içinde ve dışında seyahatlere çıkıyorum. Çok çeşitli çevrelerde, kurumlarda, gruplarda dışarı açık ve kapalı gerçekleşen bu sohbetlerin hepsinde, şu izlenimim artık sabit bir kaide haline gelmiş bulunuyor: Kalplerini öldürmemek diye bir derdi olan insanlar boş lafa, hamasete, ispatı olmayan afakî tahmin ve hayallere, tutmayan ama sürekli tekrarlanan sözüm ona öngörülere, her şeyin sürekli siyaset üzerinden yorumlanmasına, günlük politik mevzuların gecemizi-gündüzümüzü işgal etmesine doymuş durumdalar. Teorik varsayımlardan pratik vazifelere ve eyleme geçmek isteyen canlı bir dinleyici kitlesiyle karşılaşıyorum her seferinde. Bu durum da, ister istemez, benim onlara hitap biçimimi ve söyleşilerin içeriğini şekillendiriyor. Ütopik ve afakî şeyler yerine, hayata dokunan, somut ve şimdiyi ilgilendiren konuları konuştuğumuzda, “İşte harcadığımız vakte değdi” hissini daha çok yaşıyoruz, hep birlikte.
Konu Müslümanların ortak dertleri, acılarımız ve dramlarımız olduğunda, yaşanan sıkıntıların sürekli tekrarlanmasının da meseleyi anlamsızlaştırdığını gözlemliyorum. Mesela Kudüs’ün işgal altında oluşunun devamlı vurgulanması, bir yerden sonra dinleyicinin ilgisinin yitmesine yol açıyor. Aynı durumun Suriye, Yemen, Doğu Türkistan ve diğer kanayan yaralarımız için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Bir noktadan sonra artık “acı edebiyatı”na dönüşen tasvirlerin sürekliliği duygusal doymuşluk yaratırken, elden bir şey gelmemesinin getirdiği bıkkınlık da bu tokluğun üzerine tuz-biber ekiyor. Hal böyle olunca, “dram tasviri” içerikli konuşmalardan bir netice de hâsıl olmuyor. “Gündemde tutalım” kaygısıyla, acılı coğrafyalar devamlı sahneye sürüldüğünde, en samimi insanlar bile duyarlılıklarını kaybediyor; dramlar ve trajediler normalleşiyor, sıradanlaşıyor. Keza bu “gündemde tutma kaygısı”na bir de sosyal medya paylaşımları eklendiğinde, “kan ve gözyaşı dolu birkaç acıklı kare” paylaşan herkes, görevini yaptığını düşünerek hayatının rutinine geri dönüyor.
Bu hassas sinir uçlarını fark ettiğimden beri, konuşmalarımda aşağıdaki üç noktaya bilhassa odaklanmayı daha doğru bulmaya başladım. Önce kendime, sonra dinleyenlere “Karşımızdaki kaos tablosuyla nasıl baş edelim?” sorusunun şahsî bir cevabı olarak.
* Birçok yönden, İslâm dünyasının en müreffeh, rahat ve nasipli ülkelerinden biriyiz. Hatta bazı noktalarda, ilk sıradayız. Şikâyet ettiğimiz, yanlış olduğunu düşündüğümüz ve düzelmesini istediğimiz sayısız şeye rağmen, içinde bulunduğumuz halin şükrünü hakkıyla eda etmemiz mümkün değil. Özellikle yurtdışına yaptığım her seyahatin ardından, -hangi ülkeden geliyor olursam olayım- uçağım İstanbul’a inerken, bu durumu bir kere daha teyit ederek dönüyorum. İçinde yüzdüğümüz konfordan ötürü sabrı, şükrü ve tevekkülü unutmaya başladığımız hoyrat hayatlarımızda, bu hakikatin farkına varma mecburiyeti, başlangıç noktasını oluşturuyor. Şımarıklık ve boş vermişlik içinde geçireceğimiz bir dakikamız bile yok.
* Uluslararası dengeler ve İslâm dünyasının mevcut hali gözönüne alındığında, acılarla sınanan Müslüman coğrafyanın halinin kısa sürede ıslah olması ve tümüyle düzelmesi mümkün görünmüyor. Bu nedenle, “acı tasviri edebiyatı”nda patinaj yapmak yerine, “Eldeki mevcut şartlarda ve malzemeyle, somut olarak hangi adımlar atılabilir?” sorusuna kafa yormak en doğrusu. Elden ne gelebileceğini görmek ve buna göre harekete geçmek için de, İslâm coğrafyasının dününü-bugününü kapsamlı bir şekilde bilmek ve tanımak gerekiyor. Tanımadığımız bir dünya ve onun meseleleri hakkında, isabetli tavrı nasıl alabileceğiz?
* İslâm dünyasının çeşitli yerlerindeki çatışmaları, dramları ve savaşları konuşurken, mevzuyu sloganlara boğmak, aktörleri dövüştürmek, zalimler arasında taraf tutmak gibi alışkanlıklar, son kertede vicdanımızın ölmesinden başka bir yere yaramıyor. “Parlak analiz” kılığındaki birçok söz öbeği, aslında kalbimizin sıhhati hakkında alarm zilleri anlamına geliyor. Çeşitli platformlarda laf yarıştırırken, yorum yaparken veya tezlerimizi savunurken, coğrafyamızın garibanları için somut şeyler yapma enerjimizi de hızla tüketiyoruz. Bizi somut eyleme ve daha ahlâklı tavır almaya sevk etmeyen sözlerin, aslında vakit kaybı olduğu gerçeğini ıskalıyoruz. Dramları sürekli güncel siyaset ve tuttuğumuz taraf üzerinden tartıştığımızda, derme-çatma naylon çadırları kar altında kalan mülteciler, eşyaları yağmur sularında yüzen fukaralar, açlıktan ölen bebekler ve daha niceleri, gözümüzden ve gönlümüzden silinip gidiyor. Oysa politik tartışmalar hiçbir aç bebeği doyurmuyor, hiçbir yetimi giydirmiyor, hiçbir acıyı da dindirmiyor…
Tarihin en fırtınalı ve en elemli dönemlerinden birinde yaşıyoruz. Hepimiz hem kendimizin hem de zamanımızın şahidiyiz. Hem kendimize hem de İslâm dünyasına karşı asgari sorumluluğumuz, sıcak gündemin ayartıcı iğvâları karşısında kalbimizin ölmesine müsaade etmemek olmalı. Somut olarak atılacak adımların hepsi, sağlam bir kalbin vereceği doğru direktiflerle başlayacak çünkü.
Yeni Şafak / Taha Kılınç