Tenkid

Müslümanlar, Peygamber (a.s)ın verdiği kararları bile dikkatle takip etmişler, eğer Muhammed (a.s) onlara vahiy gereği değil de, kendi kişisel kararı olarak bir direktif vermişse, bunun üzerinde görüş belirtmişler, hiç değilse, “öyle değil de şöyle olsa daha iyi olmaz mı ya Rasûlullah?!” diye bir görüş ileri sürmüşlerdir. Allah’ın Rasulü’nün de bundan rahatsız olduğuna ilişkin bir bilgi mevcut değildir.

Arapçada ‘ne-qa-de’ (kaf harfi ile) fiili para v.b. şeylerin iyisini kötüsünden bilip ayırt/temyiz etmeye denir. İn-te-qa-de fiili bir şeyin kusurunu göstermek, ayıbını ortaya koymak demektir. Bir kelâmı tenkid etmek, içindeki kusurları ayıklayarak, sözdeki güzellikleri ortaya çıkartmak demektir. Tenkid edene münekkid denir. Türkçe’de tenkid yerine kullanılan ‘eleştiri’, bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek maksadıyla incelemek şeklinde tanımlanmaktadır.

Görüldüğü gibi tenkid, kusurlu (ayıplı) olan bir şeye müdâhale edip, doğrusunun ve hatasız olanın ortaya çıkması yönünde bir düzeltme (tashih) çabasıdır. Tenkid deyince akla Kur’an’ın gelmemesi imkânsızdır.

Kur’an mükemmel bir tenkid kitabıdır. O, yanlış olan her şeyi tenkid eder. Hatır gönül adına hiçbir yanlışa göz yummaz, savsaklamaz. Çünkü yanlış karşısında sessiz kalmak, yanlışa ortak olmak anlamına gelir. En azından yanlışın devam etmesine sebep olur. Hatta Peygamber (a.s) bu durumu ‘dilsiz şeytan’ olmak şeklinde tanımlamıştır.

 Kur’an’ın yanlış bulduğu ve tenkid ettiği ilk ve en önemli şey, insanların, sonuçta kendi elleriyle yaptıkları, ürettikleri, kendilerinin eseri olan birtakım nesnelere (putlara) tapmalarıdır. Kur’an bunların kendilerinin hiçbir şey yaratamayan, bilakis yaratılmış varlıklar olduğunu hatırlatarak, bunlara tapmanın akıl dışılığını ortaya koyarak, putperestliği tenkid eder. (37/Saffât, 95; 16/Nahl, 20; 25/Furkan, 3).

Tenkid her zaman ‘kavli leyyin’ ile olmayabilir. Bazen şok edici bir eylemle tenkid etmek gerekebilir. İbrâhîm Peygamber’in, elindeki balta ile puthâneye girmesi bunun tipik bir örneğidir. Putları kırdıktan sonra baltayı en büyüğünün boynuna asan İbrâhîm, bu hareketiyle kavminin, “bir heykel yerinden kalkıp da nasıl diğer heykelleri elindeki baltayı kullanarak kırar?” demesini hedeflemiştir. İbrâhîm’in beklediğini söyleyen kavim, kendi eliyle/diliyle kendini çürütmüş, yerinden kımıldaması söz konusu olmayan bu taş kütlelere tanrısal payenin verilmesindeki akıl dışılığı anlamış olmasına rağmen, iman etmemekte diretmişti. Bu da kuşkusuz İbrâhîm’in (münekkid’in) görev alanı dışında kalmaktadır.

İbrâhîm Peygamber, toplumun önderi Nemrut’la tartışırken bu sefer balta almamıştır. Onun yerine, tabiat kitabını (kevnî ayetleri) okuyarak Nemrut’un iddialarını çürütmek istemektedir. İbrâhîm’in, Allah’ın yaşatan (yaratan) ve öldüren olduğunu söylemesi üzerine, inkarcı, kendisinin de dirilten (yaratan) ve öldüren olduğunu ileri sürmüştür. Bunun üzerine İbrâhîm, “Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir” demiş ve münkir, verecek bir cevap bulamamıştır. (2/Bakara, 258).

Kur’an, hem tenkid yapar, hem de, imansızlarla giriştiği tartışmada onlara, eğer Kur’an’ın ihtiva ettiği imanî gerçekleri eleştirmek istiyorlarsa bu konuda kendilerine yardımcı bile olabileceğini telkin ederek, nasıl eleştirebilecekleri konusunda kendilerine taktik öğretir. Yani Kur’an, kendi tezlerinden yüzde yüz emîn bir kelam sahibi rolüyle, îmandan kuşku duyanlara, kendisini eleştirmenin yollarını öğretmektedir. Böyle bir metodu ancak, kendisine güveni tam olan birisi kullanabilir. Çünkü, istediği tartışma yapıldığı taktirde, onun tezi üzerinde ittifak etmekten başka bir sonuç ortaya çıkmayacaktır. Doğru düşünme yöntemi doğru bir sonuca götürür.

Buna bir örnek vermek gerekirse, Kur’an’ın Allah katından Muhammed (a.s)a inzal edilmiş bir vahiy değil de, Muhammed’in kendisinin uydurduğu bir kitap olduğu iddiasını çürütmesi üzerinde durulabilir. Kur’an basitçe diyor ki: “Eğer kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içindeyseniz, haydi onun benzeri bir sure de siz getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz Allah’dan başka şahitlerinizi de çağırın!” (2/Bakara, 23). “… Eğer doğru söylüyorsanız Allah’dan başka çağırabildiklerinizi çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin!” (11/Hûd, 13).

Kur’an’ın bu çağrısı, bir doğrunun teslim edilmesi amacına yönelik, gayet gerçekçi bir çağrıdır; bir iddiada bulunandan, iddiasını ispatlama çağrısıdır. İddia edildiği gibi Kur’an Muhammed’in bir uydurması ise, bunu iddia edenler de birer insan olduklarına göre, Kur’an benzeri, en azından onun bir suresi kadar bir kitap yazmalarından daha doğal ne olabilir! Üstelik de Muhammed bir tek kişi iken, müşriklerden, bu işte yardımına baş vurabilecekleri bütün adamlarını da çağırmaları salık verilmektedir. Bu yapılamadığına göre, Kur’an’ın ilahî kaynaklı olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol bulunmamaktadır. Kabul etmemek ise, bile bile bir gerçeğin inkârından başka bir şey değildir.

Kur’an tenkid usulü kabilinden son derece önemli ilkeler belirlemiştir. Kur’an’ın riayet edilmesini istediği bu ilkelere, başka herhangi bir ideolojinin ulaşmışlığı vâkî değildir. İlk olarak Kur’an, tenkidde bulunacak kimseye, haber kaynağını kontrol etmesini salık verir. Haber kaynağı sağlam olmayan kişinin tenkidi, hedefine ulaşmamaya mahkûmdur. Kur’an şöyle der: “Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi takdirde bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz de yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6).

Bir şeyi tenkid etmek için öncelikle o şeyi iyi anlamak gerekir. Tenkid ettiğimiz kişiye iftira atılmış, sözleri çarpıtılmış veya en azından, yanlış anlaşılmış olabilir. Dolayısıyla fâsık ve münâfık haber kaynaklarının haberlerine karşı son derece titiz olmalı, verdikleri haberlerde çarpıtmanın olabileceğini mutlaka hatırda tutmalıdır. Uluslar arası büyük medya kanallarının haberleri nasıl da çarpıttıkları göz önüne alınırsa, Kur’an’ın bu ikazı daha iyi anlaşılır.

Öte yandan Kur’an, bir topluluğa duyduğumuz kin ve öfkenin, o topluma adaletli, insaflı ve ölçülü davranmamıza engel olmaması gerektiğini hatırlatır. (5/Mâide, 8). Belli ki kin ve öfke duymak, bir düşmanlığın, aradaki bir çekişmenin belirtisidir. Kur’an bunu mümkün görüyor ve fakat böyle bir toplumu eleştirirken adaleti elden bırakmamayı bize emrediyor. Şu halde eleştirirken haklı yere eleştirmeli, bir hakkın ortaya çıkması için eleştirmeli, eleştiri, haksızlığa ve kişisel çıkarlar üzerine bina edilmemelidir. Bu demektir ki, bir topluluğa öfke duyuyor olmamız, ona yönelttiğimiz her eleştiride mutlak surette haklı olmamız anlamına gelmemektedir. Türkçe’de bu İslamî ölçü, “yiğidi öldür hakkını inkâr etme!” özdeyişi ile ifade edilmiştir. Bu cümledeki ‘yiğit’ yerine ‘gâvur’ sözcüğünü koysak, maksadımızı daha iyi anlatmış oluruz. Gâvur da olsa, doğrusuna doğru demek dürüstlüktür. Hakkın ve adaletin ikame edilmesi için böyle bir dürüstlük gereklidir. Kaldı ki, düşmanımız, bizdeki hak ve adalet duygusunu, insaf ölçüsünü görmeli ve Müslümanın amacının ‘adam karalamak’ değil, gerçeğin ortaya çıkartılması olduğunu iyice anlamalıdır.

Günlük dilde “Tenkid yapıcı olmalıdır” temennisini hemen herkes kullanmaktadır. Aslında tenkid zaten yapıcıdır, öyle olmak zorundadır. Yapıcı olmayan tenkid ya sövgüdür, ya da cidaldir. Eğer tenkid kırıcı, insanları küstürücü ise, o artık cidale dönüşmüş demektir. Cidal (cedelleşme), hakkın ortaya çıkması için değil de, cephede düşmanına teslim olmamak için canını dişine takan asker psikolojisiyle, her iki tarafın da, rakibi karşısında mağlup olmamak için tamamen nefsânî bir taarruza girişmesi demektir. Cedelleşen insanlar her yolu deneyerek, muhatabına cevap yetiştirmeye çalışır. Kur’an cidalci insanların vasıflarını sayarken, bir konu hakkında bilgisi, yol gösterici bir rehberliği ya da aydınlatıcı bir yazılı belgesi olmaksızın tartışmanın ne kadar anlamsız olduğuna dikkat çeker. (22/Hac, 3,8). Ayrıca insanın, bilgisi olduğu konuda tartışmasının haydi normal kabul edilebileceğini ama ya, hiç bilgi sahibi olmadığı konuda ne diye tartışıp durduğunu sorgular. (3/Âl-i İmran, 66). İnsanoğlu herhangi bir delile dayanmadığı halde tartışmaya (cidale) pek düşkündür. (18/Kehf, 54). Tenkid edilen insan, izzeti nefsine kapılır da bir kez olsun inatlaşırsa, artık onunla müzakere etmek fayda değil zarar getirir ve amaç hâsıl olmaz.

Tenkid yapan kişi, muhatabın olayı kişiselleştirdiği ve nefis müdafaasına başladığı anda, bu işten vazgeçip, tenkidi orada bitirmesi uygundur.

İnsan psikolojisi göz önüne alınarak, yerine göre tenkidi, isim vermeden yapıp, muhatabın, eleştiriden kendine düşen payı almasını ve durumunu düzeltmesini tasarlamak nebevî ahlâka uygundur. Peygamberimiz de bu metodu çok zaman takip etmiştir. Hatta Kur’an’ın metodu da ağırlıklı olarak bu şekildedir. Tenkidin amacına ulaşması ve istenenin hasıl olması için bu metod daha muvafıktır. İnsanların dalalette bulunmaları kendisini üzen ve hidayete ermelerinden sevinç duyan mü’minler bu metodu takip etmelidirler. ‘Yapıcı tenkid’ denilen de bundan başka bir şey değildir. Bununla beraber, orta yere yapılan eleştiriden muhatap, alması gereken payı almıyorsa, kişileri bizzat tenkid etmekten de kaçınmamalıdır. Bu durumda hatır gönül endişesi taşımak, o kişiye iyilik değil, kötülük olarak düşünülmelidir.

Konuyla ilgili olarak Kur’an Peygamber’e hitaben, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle; o zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki en yakın bir dost oluverir.” (41/Fussilet, 34) buyururken, insan psikolojisine nasıl da önem verdiğini göstermektedir.

Peygamber’e düşen, inanmayan insanları Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet etmesi ve insanlarla en güzel bir biçimde tartışması (mücadele etmesi)dir. (16/Nahl, 125). Davet etmek aynı zamanda o insanı tenkid etmek demektir. Çünkü kişi, içinde bulunduğu dinî/akidevî durum İslam olmadığı için, İslam olmaya davet edilmektedir. Dolayısıyla davet ederken, amaç, nasıl ederim de o insana mesajımı anlatabilirim kaygısına müstenid olmalıdır. Bu anlamda muhatabın, bizim sözlerimizden ne anladığı önemsenmeli, bizim ona ne dediğimiz değil.

İşte Kur’an’ın bu genel ilkeleri doğrultusunda Peygamberimizin, tenkid ederken yapıcı bir üslup kullandığı, etrafından insanları boşaltıcı ve itici değil, kazanıcı ve çekici bir dille yaklaştığı bilinmektedir. Anlatmaya çalıştığımız bu ‘dil’ beden, kelam ve kalp dilinin birlikte işe koyulduğu bir dildir. Peygamber’in Mü’minleri tenkid sadedinde onlara yumuşak davrandığına Kur’an tanıklık etmektedir. (3/Âl-i İmran, 159). Rivayete göre bu ayet, Uhud savaşında Rasulullah’ın Ayneyn geçidine yerleştirdiği okçular hakkında nazil olmuştur. Bu okçular, sıkı sıkıya tembih etmesine rağmen, komutan Peygamber’in sözünü dinlememişler, yerlerinden erken ayrılmışlar ve Uhud savaşının neredeyse büyük bir felakete dönüşmesine sebep olmuşlardı. Bu şekildeki bir görevi ihmal, Peygamber’in dışında bütün askerî sistemlerde ölüm cezasını gerektiren bir suç olarak algılanmaya elverişlidir. Peygamber’in ise bu okçuları azarladığı bile bilinmemektedir.

Rasulullah’ın Tebük savaşına katılmayanlardan üç Müslümanı tenkidi ise, sonuç itibariyle oldukça sert ve dokunaklıdır fakat asla şahısları kırmamış, tahkir etmemiş, alay etmemiştir. Zaten sert muameleyi o üç kişi de hak ettiklerinin bilincindedirler.

Peygamberimiz, hizmetlisi Enes’i bir işe gönderdiği halde saatler geçmesine rağmen gelmemiş, onu aramaya çıktığında sokakta arkadaşlarıyla oynarken bulmuştu. Yavaşça yanına sokulup, müşfik bir gülümsemeyle, gönderdiği işe niçin gitmediğini sorduğunda Enes’in, unuttuğunu söylemesi üzerine, “haydi git o işi yap” demiştir. Öte yandan, her aile gibi onun evinde de bazı tatsız tartışmaların olduğu bilinen bir gerçektir. Hanımlarının, onu rahatsız eden bazı tutumlarına karşı Rasulullah Muhammed’in tenkidi, “eğer dünya metaını istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim” (33/Ahzap, 28) demekten ibaret olmuştur.

Tenkidle sövgü, tenkidle alay, küçümseme ve kişiliğe saldırı birbirine karıştırılmamalıdır. Tenkid ne kadar içten ve samimi olursa, başka bir anlatımla, ne kadar Allah rızasına yönelik olursa, o kadar verimli olacaktır. Tenkid edilen şahıs, tenkid edenin iyi niyetini anlamalı, samimiyetini görmelidir. Aksi takdirde muhatabın, savunma pozisyonuna geçmesi beklenir bir durumdur. Bilindiği gibi Kur’an, müşriklerin tanrı edindikleri şeriklerini hiçbir şekilde tasvip etmemekte, hiçbir doğruluk payı tanımamaktadır. Her fırsatta, Allah’ın dışında tanrı edinilen varlıkların anlamsızlığını dile getirmektedir. Fakat Kur’an asla onlara sövmemekte ve sövmeyi de yasaklamaktadır. (6/En’am, 108). Bunu şöyle anlamak gerekmektedir: Etki-tepki prensibi gereği, muhatabın savunma pozisyonuna geçmesine ortam hazırlanmamalıdır.

Fikir tartışmalarında daha çok fikirler üzerinde durulmalı, fikirler tenkid edilmeli, insanların şahısları hedef seçilmemelidir. Her ne kadar şirke istinâd eden bütün dinler, düşünceler ve ideolojiler hakîr ise ve Kur’an da şirki mütemadiyen tahkîr ediyorsa da, şirk içinde olduğuna inandığımız insanların doğrudan kişiliklerine hakaret ettiğimizde artık ‘yapıcı tenkid’ orada bitmiş, nefis müdâfaası başlamış demektir. Arzulanan sonuç ise bu değildir. Bu anlamda, insanların ayıp ve kusurlarını deşifre etmek de tenkid zannedilmemelidir. Hele de, mü’min birini tenkid ederken, birbirlerimizin kusurlarını sayıp dökmeyi Kur’an bilhassa yasaklamıştır. (49/Hucurât, 12). Bir hayrın ortaya çıkmasını hedefleyen bir Müslüman, ucuz saldırı yollarına başvurarak, kestirmeden rakibini alt etme düşüncesine kapılmamalıdır.

Bu arada, hemen her devirde bulunagelen, kendilerini İslam’a nisbet eden fakat icraatlarıyla, amel ve düşünceleriyle İslam inancına zarar veren, Müslümanları zaafa uğratan, müslümanca düşünüşü, İslam dışı düşünce ve söylemlerle sabote eden kişi ya da kuruluşlara yönelik eleştiriler, Kur’an’ın fâsıkları ve nifak ehlini tenkid ederken kullandığı hadler çerçevesinde kalmak koşuluyla mutlaka yapılmalıdır. Bu zümreleri tenkid etmekten hatır gönül adına imtina edilmemeli, kınayıcının kınamasından korkmamalı, bunu, mlüslümanın müslümanı eleştirmesi olarak da algılamamalıdır. Kaldı ki eğer eleştirilenler ‘müslüman’ olarak görülüyorsa, müslümanın müslümanı -kardeşlik ölçüleri içerisinde- eleştirmesi bir ibadet bilinmelidir. Böyleyken, fâsıkları, nifak ehlini ve hain kimseleri eleştirmek, “o da müslümandır” gerekçesiyle kerih görülüyorsa bu, iman, fısk ve nifak kavramlarının yeterince anlaşılmadığının bir kanıtı sayılmalıdır.

Geleneksel anlayışa göre, birsini tenkid eden bir kişinin, en az tenkid ettiği kimse seviyesinde biri olması gerekir. Bu demektir ki, mesela sahabe sonrası bir Müslüman, bir sahabeyi tenkid edemez. Bir öğrencinin öğretmenini tenkid etmesi de bu anlayışta abes karşılanır. Bu ilkeye ihtiyatlı yaklaşmak gerekir. Bunu, “bir ast bir üstünü tenkid edemez” biçiminde bir kurala dönüştürmek, dokunulmazlık zırhına bürünen bir zümrenin ihdasını ve sonuçta, seçkinci bir anlayışı doğurur. Sahabe bile olsa, bir Müslüman tarafından eleştirilmesi neden sakıncalı olsun? Önemli olan, eleştirinin haklı ve yerinde olup olmamasıdır. Eğer mesele ‘edep’, haddi aşma kaygısı ise, bu, sadece sahabe için değil, her eleştirilen için terk edilmemesi gereken bir erdemdir. Müslümanlar, Peygamber (a.s)ın verdiği kararları bile dikkatle takip etmişler, eğer Muhammed (a.s) onlara vahiy gereği değil de, kendi kişisel kararı olarak bir direktif vermişse, bunun üzerinde görüş belirtmişler, hiç değilse, “öyle değil de şöyle olsa daha iyi olmaz mı ya Rasûlullah?!” diye bir görüş ileri sürmüşlerdir. Allah’ın Rasulü’nün de bundan rahatsız olduğuna ilişkin bir bilgi mevcut değildir. Bir Peygamber’e yakışan da bu tavırdır. Hatta bu görüş belirtme tavrı Hudeybiye antlaşmasında Ömer İbnül Hattap tarafından daha da ileriye götürülmüştür.

Sahabenin eleştirilmemesi yönündeki skolâstik zihniyet, sahabenin kendisinin değil, sonraki devirlerin taklitçi anlayışlarının bir neticesidir. Daha halife seçilir seçilmez, “eğer yanlış yaparsam beni düzeltin” diyen bir sahabe (r.a), nasıl olur da kendilerinin tenkid edilmesinden rahatsız olurlar?

Bununla beraber, genel olarak, sonraki nesilden birileri, öncekileri veya bir ast bir üstünü veya bir öğrenci, hocasını tenkid edeceği zaman mutlaka bir bilgiye/karîneye dayanmalı, keyfî hareket etmemeli, bir hakkın ortaya çıkmasının peşinde olmalıdır. Sırf tenkid etmiş olmak için tenkid etmek gibi bir hastalığa da tutulmamalı, yerine göre küçük bir hata, hayatını İslam’a adamış bir Müslüman’ı tamamen sıfırlayıcı bir küçümsemeye dönüşmemelidir.

Tenkid edilen zaviyesinden baktığımızda ise, tenkidden rahatsız olmamak gerekir. Kendine güvenen kişiler tenkidden rahatsızlık değil, memnuniyet duyarlar. Tenkidde sayısız hayırlar vardır. Çok zaman, nice yanlış anlamalar, tenkid sayesinde açığa kavuşur ve yeni dostlukların oluşmasına sebep olabilir. Nitekim yukarıda değindiğimiz 41/Fussilet, 34. ayeti de böyle bir gerçeğe işaret etmektedir. Kaldı ki, tenkid İslamî şûrânın bir gereğidir. Kolektif şuurun tezahür etmesi için tenkid gereklidir. Hatır gönül adına birbirlerini sadece evetleyen, yanlışları hep görmezden gelen, maslahat gereği eleştirmeyen cemaatler doğruya nasıl isabet edecekler? Şu halde, iyi bir tenkid mekanizması, İslamî hareketin en önemli güvenlik unsurudur diyebiliriz.

Rasulullah’ın dizinin dibinde bu terbiyeyi gayet iyi almış bulunan Ebubekir (r.a), Halîfe seçildiğinde mescide Müslümanlara hitap ederken, “iyilik yaparsam bana yardımcı olunuz, kötülük yaparsam beni îkaz ediniz” diyerek, bu erdemi göstermişti.

Tenkid sadece başkalarına yönelik olmaz. Kişinin kendi kendini tenkid etmesi de gereklidir ve buna öz eleştiri (oto kritik) denmektedir. Geleneksel düşüncede buna nefis muhasebesi adı verilmektedir. Öz eleştiri, cemaatler ve cemiyetler için de kullanılabilir ve bu durumda, refiklerine karşı kendilerini gözden geçiren, kusurlarını tespit edip giderme yolunu seçen cemaat ve cemiyetlere işaret eder. Öz eleştiri çok önemlidir. Hz. Ömer’e atfedilen ve her gün yatağına uzandığında kendi kendine sorduğu rivayet edilen, “bugün Allah için ne yaptım?” sorusu Müslüman bir zihin inşası için çok önemlidir. Bu soruyu her gün kendine soran bir Müslüman, önce kendini tenkid eder ve sadece başkalarını tenkid edip, kendini unutan bir bahtsız konumuna düşmekten kurtulur. Kur’an bu konuda harikulade bir uyarı yapmakta, insanlara iyiliği emrederken kendi nefsimizi unutmamamız hususunda bizi ikaz etmektedir (2/Bakara, 44).

Müslümanların en büyük hususiyeti, diğer insanların aksine, önce kenedi nefislerini ıslah etmeleri, sonra da mârûfu emredip münkerden men etme siyaseti gütmeleridir. Bu cümleden olarak, Müslümanın kendi nefsini tenkid etmesi daha verimli olur. Nefsini yüceltmeyen, hevasını ilah edinmeyen bir Müslüman, başkalarının tenkidine de açık olur, tenkidden kaybedecek bir şeyi olmadığına inanır.

Müslümanların birbirlerine hayrı ve sabrı tavsiye etmeleri, ancak tenkidle en iyi hedefine ulaşabilir.

İktibas Dergisi