Taha Kılınç: Değişen hedef

Kudüs’le Yafa arasındaki Ramle kasabasında yaşayan İbrahim el Vezîr, kendi halinde sıradan bir bakkaldı. Bütün ailesi ve akrabaları gibi, kimsenin hatırlamadığı kadar uzun bir zamandan beri Ramle’liydiler. Dedeleri, hatta dedelerinin dedeleri burada doğmuş, burada yaşamış ve ölmüşlerdi. Çok sevdiği eşi Fevziyye ve yedi çocuğuyla birlikte, İbrahim el Vezîr de ömrünü Ramle’de tamamlayacağını düşünüyordu...

Kudüs’le Yafa arasındaki Ramle kasabasında yaşayan İbrahim el Vezîr, kendi halinde sıradan bir bakkaldı. Bütün ailesi ve akrabaları gibi, kimsenin hatırlamadığı kadar uzun bir zamandan beri Ramle’liydiler. Dedeleri, hatta dedelerinin dedeleri burada doğmuş, burada yaşamış ve ölmüşlerdi. Çok sevdiği eşi Fevziyye ve yedi çocuğuyla birlikte, İbrahim el Vezîr de ömrünü Ramle’de tamamlayacağını düşünüyordu. Ancak, en küçük oğulları Halîl’in doğumundan hemen sonra, 1930’ların sonuna doğru, bunun böyle olmayacağı anlaşılmaya başladı. Dünyanın dört bir tarafından Filistin topraklarına üşüşen işgalci Siyonist Yahudiler, Arapların bulunduğu köy ve kasabaları yavaş yavaş ele geçiriyordu. Konumu itibariyle kritik bir yerde duran Ramle’nin de bu istiladan kendisini koruyamayacağı belliydi. Yine de, Ramle, İsrail’in kuruluşunun ilân edildiği 1948 yılına kadar “Arap ve Müslüman kasabası” hüviyetini muhafaza etmeyi başardı.

İsrail’in kuruluşuyla birlikte, binlerce Ramleli gibi Vezîr ailesine de göç yolu görünmüştü. Taşıyabilecekleri basit eşyaları sırtlarına yüklenerek, yolun çoğunu yalın ayak yürüyüp Gazze’ye geçtiler. 13 yaşındaki Halîl ve kardeşleri için, yeni ve zor bir hayat başlıyordu artık. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, sıkıntılı ve bol imtihanlı bir hayat…

Üniversite çağına gelince, okumak için Mısır’a geçen Halîl el Vezîr, İskenderiye Üniversitesi’ne kaydolduğunda, aktif politik mücadelenin içine çoktan girmişti. Filistin topraklarının işgali onu ve kuşağını İsrail’e karşı direniş için birer gönüllü savaşçı haline getirirken, bu direnişin ne şekilde yürütüleceği konusunda ortada henüz net bir yol haritası yoktu. Halîl el Vezîr’in zihni, kendisinden altı yaş büyük, Abdurrahman Arafat el Kudva isimli bir başka Filistinli aktivistle tanışınca netleşti. Tarihe “Yaser Arafat” adıyla geçecek olan Abdurrahman ve yakın arkadaşı Halîl, Filistin’in kurtuluşu için bir organizasyon oluşturma konusunda kafa kafaya verdiler. Böylece, 1959’da Fetih Hareketi doğdu. 1965’te Cemal Abdunnâsır’ın ön ayak olmasıyla kurulacak olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), kısa zaman içinde Fetih kadrosunun kontrolü altına girecekti.

Fetih’in kuruluşunun ardından, İsrail’le Filistinli gruplar arasında, kelimenin tam anlamıyla kanlı bir köşe kapmaca başladı. Filistinlilerin düzenlediği çok sayıda baskın ve saldırıya, İsrail daha büyükleriyle karşılık veriyor, böylece tarafların kayıpları da gittikçe artıyordu. Dünyaya gelen ilk oğluna nispetle Ebû Cihâd künyesini alan Halîl el Vezîr, İsrail’e ve İsraillilere karşı yürütülen operasyonların beyni ve planlayıcısıydı. Dolayısıyla, İsrail’in hedefine girmekte de gecikmedi.

Kahire, Şam, Beyrut ve Amman arasında mekik dokuyarak ve ustaca kamufle olarak yaşayan Ebû Cihâd, 1986’da Ürdün’den sınır dışı edilmesinden sonra, ailesini de yanına alarak -diğer FKÖ liderleri gibi- Tunus’a yerleşti. Tunus, Ebû Cihâd’ın 53 yıllık kısa ve hareketli ömrünün sona ereceği ülke olacaktı:

15 Nisan 1988 günü, İsrail ordusuna mensup bir grup komando, botlarla Tunus’un başkenti Tûnis yakınlarında gizlice sahile çıktı. 26 kişilik tim, dört gruba ayrılmıştı. Ebû Cihâd’ın yaşadığı korunaklı villayı basacak olan öncü birliğe, Mossad’ın önemli isimlerinden Nahum Lev liderlik yapıyordu. Diğer gruplar, destek ve gerekirse saldırıya yardım için onların arkasından geliyordu.

Ertesi gün, 16 Nisan’da, kadın kılığına girmiş bir askerin kendisine eşlik ettiği, turist görünümlü Lev, elinde çikolata süsü verilmiş bir kutu taşıyarak Ebû Cihâd’ın yaşadığı villanın önüne geldi. Kutunun içinde elbette, ucuna susturucu takılmış bir tabanca bulunuyordu. Dış kapıyı bekleyen Arap korumayı aracında uyurken bulup öldüren Lev ve adamları, daha sonra kolayca villanın kapısından içeri süzüldüler. Alt katta yine uykuda yakaladıkları bahçıvanı ve diğer korumayı da etkisiz hale getirdikten sonra, üst kata çıktılar. Merdiven başında elinde silahla karşılaştıkları Ebû Cihâd, silahını ateşlemeye fırsat bulamadan, Mossad ajanlarının kurşunlarına hedef oldu.

2000 yılında bir trafik kazasında hayatını kaybeden Nahum Lev, ölümünden hemen önce, İsrail’in etkili gazetelerinden Yediot Aharonot’un muhabiri Ronen Bergman’a konuşarak suikastın bütün detaylarını aktarmıştı. Kazadan 12 yıl sonra 2012’de, İsrail istihbaratı, röportajın yayımlanmasına nihayet onay verince, Ebû Cihâd’ın Tunus’taki evinde nasıl öldürüldüğünü bütün dünya da öğrenmiş oldu.

Fetih ve FKÖ, artık İsraillileri fiziksel anlamda hedef almaktan kaçınan bir çizgiye gelmiş bulunuyor. İsrail de, artık Fetih ve FKÖ’nün lider takımını suikastlar yoluyla ortadan kaldırmaktan vazgeçti. İki taraf da, üçüncü bir “ortak düşman”a karşı, birbirlerine yaklaştılar ve ihtiyaç duymaya başladılar çünkü: Hamas, genel anlamda da İslâmcı hareketler. 1990’ların başından beri, Filistin davasını bu parantez çerçevesinde düşünmek ve özetlemek mümkün.

Suikasta kurban gitmesinin 31’inci yıldönümünde Ebû Cihâd’ı bir kez daha hatırlarken, onun şahsında, Filistin davasının acıklı serencamını, iç çekişmelerini ve rakip fraksiyonların çatışmalarının İsrail tarafından nasıl ustalıkla kullanıldığını da hatırlamamak imkânsız.

Yeni Şafak – Taha Kılınç