Suriye’yi kazanmak

''Arap Baharı'' denilen bölgesel türbülans sürecinin öğrettiği en keskin gerçeklik, Ortadoğu coğrafyasında “ilkeli ve tutarlı siyaset” diye bir kaygının bulunmadığı. Bütün oyuncu ülkeler, duruma ve gidişata göre çok hızlı politika değiştirebiliyor. Bunun sonucu olarak da, müttefikler ve ittifaklar da asla kalıcı ve sürekli olmuyor. Yeni dönemde sahadadaki varlığımızı sürdürürken, bu dersi aklımızdan hiç çıkarmamak en doğrusu olacaktır.

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 2011’de kapattığı Şam’daki büyükelçiliğini geçtiğimiz günlerde resmen yeniden açtı. Günlerce öncesinden dünyaya ilân edilen açılışın, Beşşar Esed yönetimi tarafından büyük bir sevinçle ve gururla karşılandığını, “diplomatik zafer” olarak algılandığını söylemeye gerek yok. Esed hükümeti, Arap dünyasının en etkili aktörlerinden birini yeniden yanına çekmeyi başararak, kendi açısından kazanım elde etmiş oldu.

BAE yetkilileri, yaşanan gelişmenin gerekçesini, “Suriye’yi yeniden Arap dünyasına kazanmak ve Arapların iç meselelerine bölgesel yabancı güçleri karıştırmamak” şeklinde açıkladı. BAE kabinesinde dışişlerinden sorumlu bakan olarak görev yapan Enver Gargaş’ın “bölgesel yabancı güçler” atfındaki açık hedefin İran ve özellikle de Türkiye olduğu, su götürmez bir gerçeklik.

“Suriye’yi kazanmak” yolunda adım atan Arap ülkeleri sadece BAE ile sınırlı değil. Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir, geçtiğimiz ayın ortasında aniden Şam’ı ziyaret ederek, “2011’den bu yana Suriye’ye giden ilk Arap devlet başkanı”unvanına kavuştu. Arap Birliği, savaşın başında üyeliğini askıya aldığı Suriye’nin yeniden birliğe dönmesi için önümüzdeki haftalarda resmen düğmeye basacak. Suriye’nin güney komşusu Ürdün, kara sınırını açarak “normalleşme”yi çoktan yürürlüğe koymuştu. Geçtiğimiz günlerde, Tunus’la Şam arasındaki havayolu köprüsü de yeniden kurularak, uçak seferleri uzun bir aranın ardından tekrar başladı. Cezayir, Mısır, Umman gibi Arap ülkeleri, Suriye ile temaslarını zaten hiç kesmemişlerdi. Keza, Filistin Yönetimi de Esed hükümetiyle hep sıkı çalıştı. Mahmud Abbas, katliamların devam ettiği sıcak günlerde Şam’ı bile ziyaret etti hatta.

Savaşın ilk evresinde neredeyse bütün dünyanın lânetlediği Beşşar Esed ve iktidarının, bilhassa Arap yönetimler nezdinde şimdi yeniden kıymete binmiş olmasını, üç cümleyle izah etmek mümkün: 1) Rusya’nın olanca ağırlığıyla sahada yerini almasıyla birlikte, siyasetin de buna göre şekillenmesi, 2) Beşşar Esed’in muadili olabilecek bir lider veya kadronun meydanda görünmemesi, bazı muhtemel alternatiflerin ise “Esed’den daha tehlikeli” addedilmesi, 3) Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde artan etkinliğinin yol açtığı nefret ve telaş. (İran on yıllardır bölgede zaten. Son dönemdeki aceleciliğin, özellikle Türkiye alerjisinden kaynaklandığı anlaşılıyor).

Yeni bir yıla merhaba dediğimiz şu günlerde karşımızda duran manzaraya göre, Arap dünyasında ciddi bir Türkiye karşıtı defans oluşmuş bulunuyor. BAE ve Suudi Arabistan’ın domine ettiği Körfez İşbirliği Konseyi, merkezi Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde bulunan -dolayısıyla Suudilerin kontrol altında tuttuğu- İslâm İşbirliği Teşkilâtı ve merkezi Mısır’ın başkenti Kahire’de bulunan —dolayısıyla Mısır’ın tasallutundan vareste olmayan— Arap Birliği, bu defansın somut hale geldiği üç ana odak. “Suriye’yi kazanmak” temalı son girişimlerin, söz konusu defansı daha da pekiştirmek için olduğu gayet açık. Her üç odağın, aynı zamanda İsrail’le de sıkı bağlantıları olduğunu düşündüğümüzde, Türkiye’yi hedef alan kuşatma ağlarının Doğu Akdeniz üzerinden Kıbrıs ve Yunanistan’a kadar uzandığını fark etmek zor değil.

Türk dış politikasının aynı anda birden çok dalda, elindeki tüm kozları ve maharetleri sergileyerek dikkatle yürümesi gereken, riskleri bol bir sürece giriyoruz. Bu çerçevede, bölgesel birçok meselede birlikte hareket ettiğimiz ve frekansları uyuşturduğumuz Rusya ve İran’ın da, birinci öncelik olarak kendi bölgesel kazanımlarına odaklandığı gerçeğini gözden kaçırmamak icap ediyor. Her iki ülke için de “Türkiye’yi kazanmak” büyük önem arz ederken, bu durum aynı zamanda “Türkiye’yi seçeneksiz bırakmak” hedefini de içeriyor. Bu nedenle, uluslararası ilişkilerdeki ittifakların her zaman “dostluk” anlamına gelmediği hakikatini hep akılda tutmak gerekiyor. Türkiye’nin menfaatlerini ve sahadaki kazanımlarını korumak da başka türlü mümkün görünmüyor.

Rusların Ortadoğu politikası, ABD’nin Ortadoğu politikasından çok daha eski ve köklü. Rus diplomatların kazandığı tecrübe de aynı şekilde Amerikalılarla kıyas edilemeyecek biçimde kapsamlı ve derin. İran da keza aynı şekilde, on yıllardır bilfiil bölgede. İranlıların diplomasi alanındaki başarısı, kurnazlığı, seçenekleri çoğaltma hüneri ve tutarsızlık pahasına ray değiştirme hızı, bölgedeki hiçbir aktörle karşılaştırılamayacak seviyede. Türkiye’nin dış politika aktörleri, birlikte yürüdüğümüz Rus ve İranlı partnerlerimizle aynı masada otururken, muhatapların zihninden geçenleri okuyabilmek, bize ve biribirlerine karşı tasarladıkları hamleleri kestirebilmek ve buna göre pozisyon alabilmek durumunda.

“Arap Baharı” denilen bölgesel türbülans sürecinin öğrettiği en keskin gerçeklik, Ortadoğu coğrafyasında “ilkeli ve tutarlı siyaset” diye bir kaygının bulunmadığı. Bütün oyuncu ülkeler, duruma ve gidişata göre çok hızlı politika değiştirebiliyor. Bunun sonucu olarak da, müttefikler ve ittifaklar da asla kalıcı ve sürekli olmuyor. Yeni dönemde sahadadaki varlığımızı sürdürürken, bu dersi aklımızdan hiç çıkarmamak en doğrusu olacaktır.

Yeni Şafak / Taha Kılınç