Sosyal ve Siyasal Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi

Ahi Evren - Nasreddin Hoca - Mevlana... Bu isimlerin tümü yakından tanıdığımızı düşündüğümüz isimler. Peki gerçekten öyle mi? Değerli araştırmacı Mikail Bayram'ın konuyla ilgili tespitleri ise bilinenlerden çok farklı...Selçuklu Tarihçisi Prof.Dr. Mikail Bayram'ın "Sosyal ve Siyasal Boyutlarıyla Ahi Evren - Mevlana Mücadelesi" isimli eseri bu konuda oldukça ufuk açıcı.

Mikail Bayram 2012 yılında yayınlanan bu eserinde, Nasreddin Hoca olarak tanınan kişinin gerçekte Ahi Teşkilatının kurucusu Ahi Evren olduğunu, Mevleviliğin kurucusu sayılan Celaleddin Rumi’nin ise döneminin önemli bir şairi olduğunu, aynı dönemde aynı bölgede yaşamış olduklarını belirtiyor. Eserinde, bu ikili arasındaki mücadelenin sosyal ve siyasal boyutlarını da değerlendiriyor. Bayram’ın çalışmasını tanıtan ve yorumlayan Sait Alioğlu da eserin detayları hakkında şu bilgileri veriyor:
Nasreddin Hoca, Ahi Evren midir
Günümüz Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikail Bayram; Yukarıdaki başlığa isim olan bu çalışmasında Ahi Teşkilatı’nın baş mimarı olan büyük halk filozofu ve fikir adamı hüviyetinde bulunan Ahi Evren’in, hemen hepimizin fıkracı yönü ile tanıdığımız Nasreddin Hoca ile aynı kişi olduğunu, onun hakkında yaptığı araştırmalar sonucunda elde ettiği bilgileri, yine onunla aynı dönemde ve aynı bölgede (Konya vs. ) yaşamış bulunan, kendi döneminin en önemli şairi sayılan ve Mevleviliğin kurucusu olarak bilinen Mevlana Celaleddin-i Rumi ile birlikte, o dönemin bir resmini çekmektedir.
O resim karesi içerisinde onlarla birlikte, her iki zatın temsil ettiği dini ve mezhebi çevre (itikadi ve fıkhi), tasavvufi görüşleri, duyuşları, geldikleri coğrafi bölgelerin renkleri, buralara kadar uzanan kültür kırıntıları, dostlukları, düşmanlıkları, hissiyatları gibi mevzularda kendisine yer bulduğu görülmektedir. Bu resme baktığımızda, adeta karşımızda, sanki aynı dinin mensubu kişiler değil de her iki taraf için söz konusu olmasa bile-aynı dinden ve onun elde toplanan müktesebatından farklı bir şekilde bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz.
Kısacası; her ikisi de, muhtemelen aynı zaman dilimlerinde farklı coğrafyalarda ve kavmi iklimlerde İslam’la tanışan iki ana gövdenin Anadolu toprağına uzanmış kollarının doğal uzantısı olan dikenleri vasıtasıyla bir savaşa tutuşan iki farklı kimliği ifade etmektedir. Bir yanda işin zahirine bakıp İslam’ı fıkhi çerçevede değerlendiren ve bunu da ölçüyü kaçırmama kaygısıyla-aklı da elden bırakmadan yapmaya çalışan Türkistan ekolü; bir yandan da etkisi günümüzde de hissedilen İran/Horasan kaynaklı olup fıkhi çerçeveye pek itibar etmediği test edilen, büyük oranda mistik anlayışa dayanan bir ekol…
Bu iki ekole mensup fertler ve topluluklar, ya tamamen yanlış, ya da tamamen doğru bir yol ve düşünce üzere midirler? Tabii ki bugünden bakıp kesin bir şeyler söylemek bir hayli zor. Ama günümüzde ulaşmaya çalıştığımız bilgiler açısından, yaptıkları yanlışlar, itikadi ve sapmalarla birlikte, Türkistan ekolünün İslam’ı anlama konusunda, yekdiğerine nazaran daha sağlıklı bir çizgide bulunduğu söylenebilir. O dönem Sünni dünyasının, en azından siyaseten birlik bağlamında merkezi olmaya çalışan ve bir açıdan da can damarı olma uğraşısı veren Türkistan’ın bu görevinin Selçuklularla birlikte Anadolu’ya kaydığı bilinmektedir. Ki bize göre ise, Sünni dünyanın bayraktarlığını ‘gerekli ve doğal yollarla’ Abbasilerden alıp kendi uhdesine dâhil etmiş olan Selçuklunun şahsında, dönemin fitne unsuru olan İrani çevrelerin, bu etkiyi kırmak için Moğol saldırıları da işin cabası- dört koldan faaliyete geçmiş olduklarını görmekteyiz…
Bazen birbirinden farklı, apayrı görülen, aralarında ciddi bir benzerlik kurul(a)mayan, çoğu kez de anlam bütünlüğü olan ve ‘düşmanımın düşmanı benim dostumdur’ misali her durumdan yararlanmaya çalışan kadim bir anlayış, günümüzde nokta nokta süren izlerle devam etmektedir!
Gerçi biz burada İrani çevre(ler) derken, bir genelleme yapmıyor, o dönemin İslam perdesine düşen gölgelerden, lekelerden ve kırışıklıklardan yola çıkarak bir tespitle bulunmaya çalışıyoruz. Kaldı ki döneminde İslam perdesine düşürülmek istenen gölgelerin, lekelerin ve kırışıklıkların Türkistan coğrafyasında da vaki olduğu bugünden bakıldığında bilinmektedir!
Tek bir şartla ki, Türkistan ve birçok bölgeye nazaran İran (ve hinterlandında) bölgesinde oluşan havaya bakıldığında bu havada, ne kalplerle birlikte toprakların fethedilmesi var ne de Müslümanlar -yanlışı doğrusuyla- İslam inancını, kültürünü ve medeniyetini Batıya taşıma istidadı gösterdiğinde o Müslümanlarla birlikte hareket etme var! Aksine ne mesajı batıya ulaştırma vardı ve ne de Müslümanlar onların hedef alanından çıkabilmişlerdi. Bu durum, aynen günümüzde de devam etmektedir Suriye coğrafyasında olduğu üzere! Ne diyelim; dünü anla ve bugünü kavra!
Kitabın fihristi
Mikail Bayram’ın kaleme almış olduğu “Sosyal ve Siyasal Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi” adlı çalışma; bir önsöz, kısaltmalar, bir giriş ve altı bölümden oluşmaktadır. Ayrıca birer adet sonuç, bibliyografya ve ‘tarihi belgeleri’ içeren levhalardan oluşmaktadır. Eserin bölümleri ise şu şekilde belirtilmiş; “Kaynakların Tasnifi ve Tenkitleri; Mevlana ve Yakınlarının Eserlerine Göre Ahi Evren Hace Nasiru’d-din Mahmud; Şems-i Tebrizi’nin Öldürülmesi; Ahi Evren Hace Nasiru’d-din İle Alâü’din Çelebi’nin Öldürülmesi ve Ölüm Tarihlerinin Tespiti; Mevlana İle Ahi Evren Mücadelesinin Tarihi Seyri” ve “Nasreddin Hoca İle İlgili Tespit Olunan Bilgiler”
Ahi Evren
Esasen günümüz İran toprakları içerisinde kalan Güney Azerbaycan’ın batısında bulunan Van’a yakın bir bölgede, Hoy kasabasında mukim Türkmenlerden olan Ahi Evren(Hace Nasiru’d-din Mahmud el-Hoyi), yani bizim bildiğimiz nükteleri ve dinleyene aynı zamanda dersler veren fıkralarıyla ünlü Nasrettin Hoca’nın 1200’lü yılların başlarında Anadolu’ya geldiği; 602(1205)’te bir müddet Kayseri’de kaldığı; epey zaman sonra, 625(1227-28)’de Konya’ya yerleştiği, orada uzun bir dönem kaldığı, dericilik(debbağ) yaptığı, medresede talebe okuttuğu, bir dönem kadılık makamında bulunduğu, dönemin Selçuklu sultanının teşvikiyle hanikâh sahibi olduğu, Kayseri’de başladığı Ahilik işini Konya’da devam ettirdiği, burada çeşitli itikadi, fıkhi, mezhebi ve meşrebi açılardan farklılık içerisinde Mevlana ve çevresiyle mücadeleler içerisinde olduğu bilinmektedir. Daha sonra ise Denizli’ye göçtüğünü görmekteyiz. Oradan da kalkıp Kırşehir’e yerleşmektedir.
Moğollar’ın Anadolu’da olduğu gibi yönetim merkezi olan Konya’da da söz sahibi olmalarından sonra Ahilerden boşalan yerin Mevlana ve çevresi tarafından doldurulmasının akabinde Ahi Evren, kendisi gibi Kırşehir’e göçen Mevlana’nın oğlu Alâud-din Çelebi ile birlikte öldürülmüştür. Mevlana’nın, oğlunun bir baği oluşunu gerekçe göstererek, onun cenaze namazına katılmadığı kaynaklarda belirtilmektedir.
Ahi Evren ile Mevlana arasında vuku bulan sosyal, siyasi, itikadi, meşrebi ve fikri mücadelenin günümüze yansıyan en önemli yanına baktığımızda, en derin izlerin Ahi Evren’e ait olduğu konusunda artık pek şüphemiz kalmadığına inandığımız eserlerinin dünden bugüne gözlerden ırak tutulmak suretiyle bir ekolün varlığının inkârı hadisesinde müşahede etmekteyiz. Öyle ki ona ait birçok eserin, içeriğine rağmen, onunla aynı çağda yaşamış olsalar bile aynı itikadi çerçevede bulunmamış olan insanlara hasredilmesi hadisesi sıradan bir hadise olmaktan ziyade, o günden beri süregelen bilinçli bir tercih olsa gerek. Örneğin, ona ait “Ahlak-ı Nasiri” adlı eserinin, bir Şii âlim olan İranlı Nasru’d-din Tusi’ye izafe edilmesi ve daha nicesi…
Dönemin konjonktürü içerisinde Selçuklu hâkimiyetinin zayıflaması ve buna bağlı olarak İran-Moğol işbirliği de işin cabası olarak manzaradaki yerini dünden bugüne almış bulunmaktadır. Daha sonraki süreçte, onun, özellikle de Osmanlı kültür coğrafyasında telakki edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Mevlana
Mevlana’ya gelince ise, döneminin Anadolu coğrafyasının en büyük ve etkileyici şairinin, ne hayatı konusunda bir belirsizlik var, ne de eserlerinde fazlalık ve eksiklik! Olsa olsa, zaman içerisinde, belki de kendisine ait olmadığı düşünülebilecek bir takım yalan, yanlış ve ‘yanlı’ bilginin Mevlana’nın zamanından sonra eserlerine dercedilmesi hadisesi olabilir! Ki bu da tarihe mal olmuş hemen her âlim ve düşünce adamı için, onun adına bir handikap olarak durmaktadır ama aksi ispat olunmadığı sürece de öyle kalacaktır, ne yazık ki…
Mevlana kendi yaşadığı dönemde ve günümüzde; a) Fikir adamı, b) Mutasavvıf ve c) Şair ve edip olarak bilinmektedir.
Ahi Evren Hakkında Bir tespit…
Mikail Bayram; “Bu çalışmada Ahi Teşkilatı’nın baş mimarı olan büyük halk filozofu ve fikir adamı Ahi Evren diye bilinen Hace Nasirü’d-din Mahmud hakkında yeni bulgu ve bilgiler sunduktan sonra, bu yeni bulgu ve bilgiler ışığında… Selçuklu devrinin bir ünlü fikir ve aksiyon adamının gerçek kişiliği su yüzüne çıkarılmış ve etrafındaki esrar perdesi aralanmış olacaktır. “(s. 2) demektedir. Zaten, bu konuda büyük bir iddia sahibi olmayı çoktan hak eden Mikail Bayram hocanın tahkik ehli bir ilim adamı vasfı sonucunda, başta Konya kütüphaneleri olmak üzere bölgesel, ulusal ve uluslararası çabaları sonucu, salt fıkracı ve folklor adamı derecesine düşürülen zevatın bir filozoftan öte bir İslam âlimi ve hukukçusu olduğuna artık kanaat getirmiş bulunmaktayız…
Yine Mikail Bayram hoca “Mevlana, “Divan-ı Kebir’de Muhalifini 20’den fazla şiirde insaf ölçülerini aşarak ağır bir şekilde hicvetmiş ve ağır hakaretlerde bulunmuştur.”(s. 3)
Hatta, Mevlana’yı kendi piri olarak tanımlayan Ahmed Eflaki’nin de; “Mevlana’nın ‘Mesnevi ve Divan-ı Kebir’de bu zat hakkında kullandığı söz ve ifadelerle onu birçok defalar anmış ve ahlaki zaafı bulunan bir kişi olarak göstermiştir. “(s. 3)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Mevlana hakkında bilinmedik bir bilgi olmamakla birlikte, ne yazık ki Ahi Evren’in adı var -o da şüphe içerisinde bırakılmış!- ama eserleri haraç mezat ortadan yok olmuş ve günümüzde bize yol gösterecek bir âlimin eserlerinden de düşüncelerinden mahrumuz. Mikail Bayram; “…Ahi Evren… değerli eserleri ile birlikte tarihin karanlıklarında kalması Anadolu-İslam tefekkürü açısından büyük bir kayıp olmuştur. Bu kaybı telafi etmenin zamanı gelmiştir.”(s. 253)
Biz de bu dileklere katılıyor ve onunla aynı paralelde kalıp büyük oranda düşünmüyor olsak da, dönemin hâkim ideolojisi ve güçleri tarafından hayattan ve zihinlerden adeta silinircesine yok edilmek istenen bir âlimin, düşüncelerinin, eserlerinin peşinde olmalıyız ki hakikat perdesini az da olsa aralayalım ve hayatta kalmış bulunan şahıslar, eserleri ve düşünceleri ile birlikte bir kıyas yapabilelim…
(Kitap Haber)

İktibas Dergisinden alıntılanmıştır