Günlük yaşantımızda genelde dillendirdiğimiz bir söylem var, kıssadan hisse almalıyız diye. Bu söylemin alt yapısını oluşturan temel kaynak hiç şüphesiz Kur’an, ancak günümüzde toplumsal karşılığı olmayan içi boşaltılmış bir söylem. Kıssalardan hisse almak düşüncesiyle bu çalışmamızda Semûd kavminin ibretlik kıssasını günümüze taşımak istedik.
Kur’an’da yaklaşık 82 ayette geçen Semûd kavmine uyarıcı olarak, Allah kendi içlerinden bir elçi gönderiyor. Gönderilen elçi çok yakından tanıdıkları kardeşleri Salih’tir (as). Kendi içlerinden biri olarak gönderilen Allah’ın her elçisinin başına gelen Salih’in (as) de başına geliyor. Nedir o? Yalancılıkla suçlanmak. Salih’in (as) risaleti boyunca kavmi tarafından yalanlanması, hakarete uğraması ve Allah’ın koyduğu tüm kırmızı çizgilerin aşılması adım adım yaklaşan felaketin habercisi olduğunu Kur’an bize haber veriyor.
Kendi sonlarını elleriyle hazırlayan Semud kavmini son bir imtihan bekliyordu. Bu imtihan Allah’ın yarattığı sayısız ayetlerden biri olan bir deve idi. Son olarak Semûd kavminden istenen şey devenin kendi başına otlaması ve hakkı olan su ihtiyacına müdahale etmemeleri yönünde idi. Bu ilahi uyarı Allah’ın Rasulü Salih (as) tarafından Semûd kavmine tebliğ edildi. “Semûd kavmi azgınlığı yüzünden (Allah’ın elçisini) yalanladı. Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, Allah’ın Resûlü onlara: «Allah’ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!» dedi. Ama onlar, onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük bir felâket gönderdi de hepsini helâk etti. (Allah, bu şekilde azap etmenin) akıbetinden korkacak değil ya”! (Şems suresi/11-15).
Şuara, Araf ve diğer surelerdeki ayetlere bakıldığında Semûd kavmi anlatılırken refah bir ortamda yaşadıkları, dağlardan evler yontarak saraylar yaptıkları, verimli topraklarda yaşadıkları ve oldukça şımarık oldukları anlaşılmaktadır. Bu şımarık ve azgınlıklarının sonucu olarak Salih (as) onları her uyardığında Salih’i (as) ve ona tabi olan insanları aşağılamaları, tehdit etmeleri ve bir mucize istemeleri bir felaketin habercisiydi. Kur’an’da anlatılan tüm kavimlerin başına gelen onların da başına gelmek üzereydi. Çünkü Kur’an’ın üslubu ve değişmeyen ilkelerinden birisi de istenen mucizeyi inkâr ettikleri zaman artık o kavmin helaki kaçınılmaz olmuştur. Öyle ya, insan yaratıcısı olan Allah’tan korkmazsa Allah yarattığı kulunu cezalandırmaktan ne diye korksun ki. Bu yasa Allah’ın hiç değişmeyen sünnetullahıdır. Bunu sadece Salih (as) bildiği için kavminin kurtulması için onları sürekli uyarıyordu. “Salih o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” (Araf/79).
Bu yazıda asıl maksadımız Semûd kavmini ve Salih’i (as) ayrıntılı bir şekilde anlatmaktan ziyade bu kıssaların günümüz modern insanına yani bize ne anlattığını anlamak için bu Semûd/deve kıssasını seçtik. Bizi ilgilendiren şey haddi aşma ve sınır tanımama noktasında modern insanın geldiği son noktadır. Geçmiş kavimlerde Allah’ın koyduğu ilahi yasalara ve elçilerine karşı açılan bu savaşlar ve tuğyanlar 21. yy. insanına gerçekten ne anlatıyor? Bugün eğer bu ve benzeri kıssaların geride kaldığını ve ayetlerin bize inmediğini ve uyarıcı bir elçinin gelmediğini sanıyorsak bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü Kur’an evrenseldir ve her zamana, her çağa, her topluma ve her insana hiç durmadan hitap eder.
Yolumuza bu düşünceyle devam ettiğimiz zaman bugün çağdaş toplumların çiğnediği sınırlar, kestiği “develer” yediği haramlar, mazlumlar üzerinden çaldığı servetler, akıttığı kanlar, özgürlük uğruna parçaladığı aileler, muasır medeniyet ve ulus devlet uğruna yok edilmeye çalışılan ümmeti düşündüğümüz zaman, Allah’ın koyduğu sınırlar Salih’in (as) kavminden çok daha fazla çiğnenmiş durumda. Eğer bugün insanlık hayatta ise Allah’ın daha önceden yazmış olduğu sünnetullah gereğidir.
Demek ki Salih’in (as) kavminin işlediği cürümleri biz çoktan aşmışız ve azgınlıkta onları geride bırakmışız. Galiba bizi rehavete sürükleyen tek şey helak olmayışımız. Veya helak olmadığımızı zannediyor oluşumuz olsa gerek. Peki, toplumların helaki hep yerin dibine geçmekle mi olur? Bu sorunun cevabı bence hayır olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz zelil durum belki de helakin insani ve ahlaki boyutunu yansıtmaktadır. Bir toplum hemen her alanda hududullahı çiğniyorsa o toplumun durumu nasıl izah edilebilir. Bu sınır tanımaz yaşam biçimi ve tuğyan modern insanın helakinin açık bir göstergesidir.
İnsanı asıl kahreden şey geçmiş kavimlerin başına gelenleri okuduğumuzda onlara karşı içimizde bir öfke kabarıyor olması ve hemen elçilerden yana taraf oluşumuz. Sanki bizim durumumuz onlardan geri kalırmış gibi kendimizi asla hesaba çekmiyoruz ve kıssaların izleyicisi/dinleyicisi konumuna geçiyoruz. Burada kastımız yanlış anlaşılmamalı, elbette Karunlara, Firavunlara ve Nemrutlara bir öfkemiz, tepkimiz olmalı, olmasın demiyoruz ama asıl dikkat çekmeye çalıştığımız nokta günümüzde yaşanan tuğyana, azgınlıklara ve azgınlara karşı bir öfkemiz duruşumuz neden yok? Diğer taraftan takva sahibi salih insanlar hakikati bize tebliğ ettiğinde onlara inanıp ve onların safında yer almamız gerekirken biz onları aşağılamakla, dedikodusunu yapmakla meşgulüz.
İşte Semûd kavminin başına gelenleri biraz da böyle okumak gerektiğini düşünüyorum. Allah onlara bir sınır çizdi ama onlar her bedbahtın yaptığı gibi azgınlık ettiler ve Allah’ın koyduğu sınırı tanımadılar. Helak olan tüm kavimlerin başına gelen aslında bir sınır ihlalidir. Allah’ın koyduğu tüm yasaklar yani haramlar ve helaller işte bu sınıra dâhildir ve Allah çizdiği sınırların ihlal edilmesinden asla hoşlanmaz. Hangi alanda sınırı aşmışsak o alanda Allah’a karşı asi olmuşuz ve suç işlemişiz demektir. Beşerî ideolojilerde basit bir suçtan dolayı tutuklanan insan, Allah’ın arzında fesadı ve fahşayı alabildiğine yaymışsa Allah’ın koyduğu ilahi hükümler/yasalar bu azgınları neden tutuklamasın? Bu olsa olsa sadece bir ertelemedir, çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi sünnetullah gereği Allah’ın yasaları bu şekilde işliyor. “O” her şeyi yerli yerince yapan ve asla acele etmeyendir.
Bugün dini belirli gün ve gecelere hapseden, günlük hayatında tek derdi dünyevi menfaat elde etmek olan kapitalist ruhlu, kibir abidesi ve oldukça şımarık modern insan hiçbir sınır tanımamaktadır. Aynı insan bir takım gün ve gecelerde çeşitli kutlamalarla/mesajlarla kendisini avutmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Yine aynı insan gece Allah için gözyaşı dökerken günün ağarmasıyla tüm bağlarından kopmuş ve özgürleşmiş olarak, kimseye hesap vermemek kaydıyla hayatına kaldığı yerden devam etmektedir. Çünkü salat için yöneldiği kıble ile hayatın içine yöneldiği kıble birbirine oldukça uzak ve yabancı. Modern insan maalesef giyiminden gıdasına, kazancından harcamasına kadar tüketimin her alanında tuğyanı yaşayarak israf makinesine dönüşmüş durumda. Yeri gelince Kur’an’a ve Allah’ın son elçisi Muhammed’e (sav) söz söyletmeyen bu insan hayatının en büyük çelişkisini yaşamaktadır. Yani ağızdan çıkan sözler bir müminin konuşmasına benzerken yaşam tarzı müşrik ve münafıklarınkine o kadar çok benziyor ki, neresinden tutacağınızı şaşırıyorsunuz. Bu ne yaman bir çelişki. “…Allah, bir adamın göğüs boşluğunda iki kalp kılmadı…” (Ahzap/4) diyen rabbimize karşı ne kadar da kötü bir durumdayız.
Özetleyecek olursak kıssaların dilini doğru okuyarak doğru bir istikamet belirlememiz olmazsa olmazımızdır. İdeolojik ve sloganik söylemlerden uzak durup Kur’an’ın çizdiği sınırlara ve tevhidin ilkelerine bağlı kalıp mümince kalmanın yollarını sürekli aramalıyız ve bu konuda kafa yormalıyız. Objektifleri kendimize ve toplumumuza çevirdiğimizde durumumuz çok vahim. Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyip deveyi kesen Semûd kavmini çok çok geride bırakmış durumdayız. Bugün bu toplumun büyük çoğunluğu kredi çekiyor, faiz yiyor, lüks araçlar ve evler almak uğruna hayatlarını ipotek altına aldırabiliyorlar. Sokak ve caddelerde dolaşmaya iffetimiz müsaade etmiyor, çünkü kadın ve kızlarımız çıplak, fuhuş, alkol, kumar alabildiğine serbest, çift maaş uğruna aile bağları kopmuş, boşanmalar zirve yapmış, Allah’ın arzını alabildiğine kirletiyoruz, bazı bedbahtlar trafikte basit bir hatadan dolayı yol kesip masum bir insanı öldürebiliyor. Daha sayamadığımız ve saymakla bitmeyecek olan bir sürü hadsizlik. İşlenen bu kadar cürüm Allah’ın koyduğu sınırı aşmak ve tagutlaşmak değil de nedir?
Son olarak kıssaların dilini doğru anlamaya çalıştığımızda Kur’an’ın anlattığı tüm kıssalar bize bir bakış açısı sunuyor. Çünkü Kur’an bize hiçbir kelimeyi, cümleyi rastgele beyan etmez. Her sözün her kelimenin bir hikmeti ve bir amacı vardır. Burada Allah’ın ayetlerini eğip bükmekten yine Allah’a sığınırız. Dikkat çekmek istediğimiz şey Kur’an’a bağlı kalıp sınır ihlali yapmamaktır. Aksi halde beklenen helak bu dünyada olmasa bile ahir hayatımız topluca helak olacaktır, yani cehennem. Eğer biz bu karamsar tablodan çıkıp cehennemden uzak kalmak istiyorsak Yusuf’un (as) samimiyetine, tevazuuna o kadar çok ihtiyacımız var ki. “Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” Yusuf’un duasına katılmamak mümkün mü? O samimiyet o tevazu/kulluk ve takva elbisesi tüm müminlerin bedenlerini sarması gerekmez mi? Cehennem gibi kötü bir akıbeti hiçbir Müslüman’ın istemeyeceğine göre biz müminlere düşen görev topluca Allah’ın ipine sarılıp kimliğimize sahip çıkarak yine Allah’ın çizdiği sınırlara sadık kalarak haram ve helal sınırlarını aşmamak/tagutlaşmamak olmalıdır. “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’tan korkun.” (Maide/87-88). Selam ve dua ile.