Seğirme

Şehrin üstüne kara gri bulutlar indiğinde güneşte kendini gösteren sonbahar renkleri de görünürlüğünü bir parça kaybediyor. Üç beş kat yukarıdan baktığınızda gözünüze çarpan sadece araçların karıncalar gibi oradan oraya telaşlı koşuşturması oluyor. Sanki sayısız hikayeyi birbirine bağlamak için bu telaşları… “Gerek yok bu telaşa belki de” diye düşünmeden edemiyor insan…

Şehrin üstüne kara gri bulutlar indiğinde güneşte kendini gösteren sonbahar renkleri de görünürlüğünü bir parça kaybediyor. Üç beş kat yukarıdan baktığınızda gözünüze çarpan sadece araçların karıncalar gibi oradan oraya telaşlı koşuşturması oluyor. Sanki sayısız hikayeyi birbirine bağlamak için bu telaşları… “Gerek yok bu telaşa belki de” diye düşünmeden edemiyor insan…

Hikayeler giderek birbirine benziyor, aynılaşıyor, silikleşiyor ve birbirini etkilemekten de uzaklaşıyor. Öyle değil elbette; mutlaka hikayelerin birbirine dokunduğu yerler, birbirinin içine yayıldığı anlar var. Ama şehrin hareketi, karikatürlerdeki boşlukları doldurmak için yapılan taramalara benziyor daha çok.

“Yaşadığımız her şey boşmuş gibi geliyor bana” dedi biri. “Biz içini doldurmadığımız için olabilir mi?” diye sordu yanındaki.

Yıllar önce ‘Microcosmos – Çayırın Sakinleri’ adında bir belgesel izlemiştim, benim gibi izleyenler olmuştur mutlaka. Yukarıdan bakıldığında göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir çayır vardı. Kamera makro lenslerle o çayırın derinliklerinde indiğindeyse, orada bizi bir ‘microcosmos’ bekliyordu. Ve o ‘microcosmos’un içinde, börtü böceğin milyon tane birbirinden çarpıcı hikayesi. Uzaydan bakıldığında bizim hayatlarımız da benzer bir ‘microcosmos’ ölçeğine kadar küçülüyor olmalı. Yukarıdan bakan birileri dev kameralarına makro lensler takıp bizim hayatımızın derinliklerine inseler, ilginç gelir miydi acaba bizim yaşantılarımız onlara. Karıncalar gibi oradan oraya koşuşturan telaşlı bir kalabalık…

Karıncaların koşuşturmasının kendi içinde anlamlı bir hikayesi var. Onlar ağustos böceği gibi kışın açıkta kalmamak için toprağın derinliklerindeki yuvalarına yiyecek taşıyor. Bizim, artık hesap kitap yapılırken pek de dikkate alınmayan yoksullar dışında yaz kış yiyecek bir şeylerimiz var. Madem var, bu koşuşturma ne için o halde? Hikayeleri birbirine bağlamak için olmadığı açık… Hikayeler pek umurumuzda değil, kendimizinki dahil! Bu koşuşturmanın o hikayeleri yoksullaştırdığı, eksilttiği, ayrıntılarından yoksunlaştırdığı da kesin…

Yukarıdan bakınca hiç de şuurlu bir devinim gibi görünmüyor bütün bu şehir kıpırtıları… Bir seğirme gibi daha çok… Ya da derin acılarla dolu bir kıvranış…

“Gözüm seğiriyor” diye sevinçle bağırdı oturduğu yerden, “Nihayet! Nihayet beni biri anıyor!”

Bir yere varmak üzere koşmuyorsan, elbette duracak bir yerin olmaz, hayat böyle!

“Gündelik hayatlarımızın ‘kendiliğinden’ hali aslında bir yalanı yaşamaya tekabül eder ve bu döngüden çıkmak da sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Bu süreç insanın kendisinden dehşete düşmesiyle başlar” diye yazmış Slavoj Zizek, ‘Ahir Zamanlarda Yaşarken’ isimli kitabında.

“Her şey ne için?” diye sordu boş bulunup. Bilmem kaç milyar insan bir anda başına üşüşüp linç ettiler onu. Çünkü bu soru tedavülden kalkmış şeyleri hayata geri çağırıyordu.

Etrafında ne yaşanıyor olursa olsun, kendi hikayesini hiç kaybetmeyen insanlar da var.

“Dışın kalabalıksa kendine bir tenhalık ararsın” dedi beyaz saçlı adam, “ya için kalabalıksa!”

Yeni Şafak / Gökhan Özcan