Ortaçağ Avrupası’nda İslam Algısı

İslamofobinin gün geçtikçe ciddi gerilimlere yol açtığı Avrupa’da İslam’ın kendi kaynakları üzerinden ciddi bir inceleme konusu olması ve bu alanda nesnel araştırmaların yapılması 1945’leri bulmuş.

Tarih sahnesine çıktığı 7. yüzyıldan itibaren İslam, başlattığı büyük fetihler ve bunları takip eden ihtida hareketleriyle Hıristiyan dünyası için büyük bir tehdit oluşturmuştu. 7. asırda karşı karşıya gelen bu iki dünya arasındaki gerilim -farklı boyutlarda da olsa- çeşitli merhalelerden geçerek günümüze kadar sürdü. Dinî-itikadî, siyasî-askerî boyutları olan bu karmaşık problemin Hıristiyanların sosyal ve ekonomik hayatlarına da çeşitli yansımaları vardı.
Peki, günümüzde İslamofobinin pençesinden kurtulamayan Hıristiyan Avrupa’nın Orta Çağ’daki İslam algısı nasıldı? Özellikle Hıristiyan düşünürler İslam’ı nasıl yorumluyorlardı? Bugünlere nasıl bir literatür bırakmışlardı?
Bu soruların cevabı için Richard W. Southern tarafından 1960’larda kaleme alınan Orta Çağ Avrupa’sında İslam Algısı kitabı biçilmiş bir kaftan. Türkçeye ancak 2000’li yıllarda kazandırılan kitap, daha ilk sayfalarında bize büyük bir şaşkınlık yaşatıyor. Zira kitaba göre Avrupa’da İslam’ın kendi kaynakları üzerinden ciddi bir inceleme konusu olması ve bu alanda nesnel araştırmaların yapılması 1945’leri bulmuş. Southern bu konu hakkında Orta Çağ düşünürlerinin ahvalini abartısız şekilde “ham cehaletle” tanımlıyor.
Oysa İslam’ın varlığı Hıristiyanlar için Orta Çağ’da merkezi bir problemdi ve hayatlarının her alanını kuşatıyordu. Müslümanların güçlenmesi sadece siyasî ve askerî bir tehlike de değildi. Aynı zamanda teolojik bir problemdi: İlahî iradenin insanlık tarihinde İslam’a biçtiği rol nasıl açıklanmalıydı? İslam sadece sapkın bir fırka mıydı; yoksa yeni bir din ya da düşünce sistemi miydi?
İki farklı dünya
Kitaba göre Hıristiyan düşünürlerin eserlerinde bu soruların doyurucu ve bilimsel cevaplarını bulmak imkânsızdır. Müslümanlar söz konusu olduğunda Avrupa’da büyük bir korku ve tedirginlik hâkimdi.
Batı Hıristiyanlığı ve İslam yalnızca iki dinî sistemi temsil etmiyordu. Bunlar her bakımdan birbirinden çok farklı toplumlardı. Orta Çağ’ın zaman ve mekân bakımından büyük bir bölümünde İslam’ın gücü büyük şehirlerde, görkemli saraylarda, uzun ulaşım güzergâhlarında teşekkül etmişken; Hıristiyan Batı başat olarak tarıma dayalı manastır çevresinde feodal bir toplum oluşturmuştu.
Siyasî bir güç olarak İslam’ın doğuşu ve kurduğu medeniyet, kurumlar tarihinin en şaşırtıcı hadiselerinden biridir. Çünkü çok kısa sürede teşekkül etmişti İslam medeniyeti. Hıristiyan Batı ise, geç Orta Çağ’da yüzyıllarca sürmüş olan durgunluk döneminden sonra, ancak toplumsal ve ekonomik bir sıçrama noktası yakalayabilmişti yazara göre. Oysa İslam tek bir hamlede güç, zenginlik, ihtişam ve olgunluğu yakalamıştı. İslam ayrıca Grek bilimi ve felsefesinin baş mirasçısı olmuştu. Buna karşın “Barbar Batı, Roma edebiyatıyla yetinmeyi tercih etmişti.”
Dini ve teolojik açıdan 1100’lerden önceki Batılı yazarlar, İslam konusunda tam anlamıyla cahildi diyor yazarımız. Onlar için İslam, Hıristiyanlığı her taraftan tehdit eden sayısız düşmandan yalnızca biriydi. Bu yüzden de İslam tektanrıcılığını; ilkel Viking, Slav ve Macar putperestliğinden ya da Manici sapkınlıktan ayırt etme hususunda hiçbir istek duymamışlardı. İslam’ı anlamaya çalışırken başvurdukları tek kaynak ise Kıtab-ı Mukaddes’ti.
Bede’nin tuhaf yorumu
Orta Çağ’ın büyük Kitab-ı Mukaddes üstadı Bede, İslam’ı anlamak için ilginç bir yorum geliştirir: Hz. İbrahim’in Sare ve Hacer adlı iki hanımından, İsmail ve İshak isimli 2 çocuğu dünyaya gelmişti. İshak özgür bir kadının oğlu olarak kendi neslinden gelecek olan Mesih’i, yani kiliseyi temsil ediyordu. Benzer şekilde köle bir kadının oğlu olan İsmail ve onun neslinden olanlar da Müslümanlardı. İsmail çöle sürülmüştü. Araplar da oradan gelmişlerdi.
Richard W. Southern’e göre, Endülüs’teki Müslümanların kurduğu devletler sebebiyle, İslam’dan en fazla çeken ve ilginç bir şekilde onun hakkında en az düşünen ülke İspanya idi. Paul Alvarus’a göre İslam yönetimi Deccal’in çıkışı için bir hazırlıktı. Yazar, bu düşüncelerde ilgi çeken tek hususun Orta Çağ Avrupa’sında görülen cehaletin boyutu olabileceğine dikkat çekiyor.
Şüphesiz 1. Haçlı Seferi Avrupa’daki çoğu şeyi kökten değiştirmişti. Öte yandan İslam hakkında daha sağlıklı bir bilgilenmeye vesile olmamıştı bu süreç. 1. Haçlı Seferi’nin başarısıyla ortaya çıkan muzaffer ve aşağılayıcı tavır buna engeldi çünkü. Buna mukabil İslam ve onun kurucusu bu gelişmeler sayesinde Batı edebiyatında ilk kez bildik mefhumlar haline gelecekti. Zira o tarihten önce yazılmış neredeyse hiçbir edebî metinde Hz. Muhammed’in (sas) adına rastlanmıyordu. 1120’li yıllardan itibaren artık herkes İslam’ın ne olduğu ve onun peygamberinin kim olduğu hususunda genel bir resme sahiptir.
İslam’ı Hıristiyanlık üzerinden okudular
Bu resimde genellikle İslam, Hıristiyanlığın sapkın bir versiyonuydu. Hz. Peygamber’e de günümüzde çokça duyduğumuz çirkin yakıştırmalar yapılmıştı. Bu eserlerin çoğunda Araplar her zaman putperest olarak tasvir edilmişlerdi. İçinde Hz. Peygamber’in de olduğu farklı tanrılara tapıyorlardı Araplar. Temel kaynaklardan ziyade muhayyileden beslenen bu İslam algısı oldukça açık ve sarihti. Popüler şiirler ve diğer metinler sayesinde Hz. Muhammed ve İslam’a ait bu olumsuz imaj kuşaktan kuşağa aktarıldı. Ve günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelmeyi de başardı. Tıpkı sevilen roman kahramanları gibi… Dante Alighieri’nin İlahî Komedya’sı bunun en meşhur örneklerindendir.
Şüphesiz Hıristiyanlar İslam’ı anlamakta zorlanıyorlardı ve kaçınılmaz olarak bilmedikleri bir dünyayı bildikleri bir inanç sistemiyle kıyaslayarak açıklamaya çalışıyorlardı; yani kendi dinleriyle… Hıristiyanlar teslise inanıyorlarsa Müslümanların da benzer bir şeye inanması gerekiyordu. Fakat Müslümanların teslisi saçma sapan bir şeydi onlara göre. Hıristiyanlar dinlerinin kurucusuna tapınıyorlarsa Müslümanların da peygamberlerine inanmaları gerekiyordu. Fakat onların öncülerinde Hz. İsa’daki üstün faziletlerden yoksundu.
Avrupa’daki ilk Kur’an tercümesi
12. yüzyılda Nogentli Guibert İspanya dışında Hz. Peygamber hakkında yazılan ilk biyografi kitabını kaleme aldı ve yeni bir yazım furyasına ilham verdi. Buna karşın ilk nesnel biyografiyi 1220’de Petrus Alfonsi yazdı. Yahudilikten Hıristiyanlığa geçmiş biri olan Alfonsi’ye göre İslam –hiç olmazsa- herhangi bir dine mensup olmayan biri için iyi bir tercihti. Birinin ateist olmasındansa Müslüman olması tercih edilebilirdi.
Bu dönemde ilk defa “Muhammed nasıl bir insandı; başarısının sırrı neydi” soruları gündeme geldi. Elbette cevabı pek iç açıcı olmayacaktı bu soruların. Çünkü onlar gerçekten bu başarının sebeplerini anlamaya çalışmak yerine, onu büyülerle veya doğa üstü güçlerle izah etmeye çalıştılar.
1143’te Kettonlu Robert bir Kur’an tercümesi yayınladı. Bu Avrupa’daki İslam araştırmalarında bir dönüm noktasıydı. Batı, ilk defa ciddi bir İslam araştırması için temel kaynağa sahip olmuştu. Fakat bu aynı zamanda bir sondu. Çünkü kendi içindeki sapkınlıklarla baş edemeyen kilise bu girişimi pek de hoş karşılamayacaktı.
Roger Bacon 1266-68 yılları arasında İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiği hususunda yeni bir görüş ileri sürdü. Bacon’a göre İslam gibi sapkınlıklardan kurtulmanın yolu felsefe ya da mucizeden geçiyordu. Fakat felsefe konusunda Hıristiyanlık çok zayıftı. Bu bilimi mutlaka öğrenmek gerekiyordu. Felsefenin gücü Tanrı’nın hikmetiyle de uyuşmaktaydı. Bu bakış açısı İslam’ın felsefi gücünün anlaşılması açısından bir dönüm noktasıydı şüphesiz. Ancak Bacon’dan sonra bu çalışmaların arkası gelmedi. Felsefi bakışın yerini kayıtsızlık ve hayal gücü aldı. Hz. Muhammed’in (sas) hayat hikâyesi yeniden revaç buldu. Tabii olumsuz imajlar ve iftiralarla harmanlanmış bir şekilde. Değişen tek şek iftiraların konusuydu.
Protestanlar da aynı yolun yolcusu
14 yüzyılda John Wycliffe daha sonra Protestanların da kullanacağı bir argümanı gündeme getirdi. İslam’ın temel özellikleriyle Batı Kilisesi’nin karakteri aynıydı: Gurur, tamah ve mal hırsı… Batı Kilisesi’ndeki yozlaşmalar İslam’ın doğuşunun temel sebebiydi. Kilisenin içindeki yozlaşmışlık son bulduğunda İslam’ın da sonu gelecekti. Bu durumda kilise İslam’dan daha günahkâr ve sorumluydu. Luther bu fikirleri daha da geliştirecekti elbette.
Bütün bu çabaların neticesinde 15. asra geldiğimizde açıklığa kavuşmuş tek şey vardı: İslam ve Müslümanlar hakkında bir şeyler yapılmalıydı? Ama ne?
Richard W. Southern’in Orta Çağ Avrupa’sında İslam Algısı kitabı, bugün Batı dünyasındaki olumsuz İslam algısının ve İslamofobinin kökenlerini anlamak açısından oldukça kıymetli bilgiler ihtiva ediyor. Kitaptan anlıyoruz ki, söz konusu İslam olduğunda, Avrupa’da hiçbir şey değişmemiş. Üstelik şu an karşımızda bilimsel ve teknolojik gelişmeler açısından birkaç asırdır bütün dünyaya galebe çalan bir medeniyet var. Bilim devriminin nüfuz edemediği alanlar kalmış şüphesiz.

Munise Şimşek/DÜNYA BİZİM