Çağımızda Modernizm dini, toplumun her kesimini içine alacak şekilde hükmünü icra etmektedir. Bu öyle bir fitne ki, sadece müntesiplerine erişmekle kalmıyor, müslümanım diyenleri dahi yaprak gibi savuruyor. Peki bu zakkum ağacını müslüman topraklarına kim, nasıl ekmiş, kim sulamış, yeşertmiş, meyvesini kim toplamış? Mahsulunü toplayıp yiyenlerin ahvali nice olmuş? Sorularımızı Modern dünyaya itirazı ile tanıdığımız, bu alanda araştırmaya ve yazmaya gayret eden Yakup Döğer kardeşimize sorduk.
Yakup kardeşim okuyucularımıza biraz kendinden bahseder misin?
Selamün aleyküm. Öncelikle değer verip benimle böyle bir söyleşide bulunduğunuz için teşekkür ederim. Rabbimizden söyleşimizin hayırlı olmasını, hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.
1968 Çanakkale Yenice doğumluyum. Ben altı aylık iken, ailem Balıkesir’in Edremit ilçesine hicret etmiş. İlk, orta ve lise tahsilimi Edremit’te yaptım. Halen de Edremit’te ikamet etmekteyim. Evliyim ve üç çocuğum var. Çocuklarımın üçünü de evlendirdim ve Allah’ın lûtfu olarak altı torunum var. İnşaat sektöründe soğuk demir, kaynakçılık işiyle meşgul oluyor, maişetimi bu yolla temin ediyorum. Genellikle çelik çatı, ferforje işleri yapmaktayım. İşten arta kalan zamanlarımda da kendi çapımda bilgi edinmeye, aylık olarak İktibas Dergisinde yazılar yazmaya gayret ediyorum.
Dünyevi iktidardan bağımsız ve hiç kimseye bir minnet borcumuz olmadan bilgi üretmeye devam etmeliyiz.
Modern dayatmalara inat, üniversite ve üzeri tahsil gerekmeden de fikir ve ilim sahibi olunabildiğini, hatta kitap bile yazılabileceğini şahsen ispat etmiş oldun. Senin itirazın da; Modern kabullerle kişilere, topluma, dine, hayata bakmaya çağıran modernleşen dünyaya. Bu tavır alışın nedenleri üzerine neler söylersin?
Estağfurullah. Bu durum sadece bana has değil. Hepimizin etrafında benim gibi acizane çabalayanlar olduğu malumdur. İlim ve fikir sahibi olmanın, üniversite okumadan da mümkün olacağını, çok daha ciddi ve üç boyutlu çalışmalar yaparak topluma göstermeliyiz. Modern ulus devletlerde, “bilgi ve fikirde söz sahibi olmak” akademik geleneğin iddiasıdır. Tabii bu da müstağnilik içeren bir tavır olarak karşımıza çıkıyor.
Üniversiteler, akademya, resmi kurumlar, sürekli olarak devlet lehine bilgi ürettiklerinden dolayı, kendi dışındakileri korsan olarak niteler. Ulus devletler Rablık ve İlahlık iddiasında bulunduğundan, bilginin üretilmesi de kendi ilahlığını pekiştirmesi açısından önemlidir. Bu sebepten kendinden bağımsız bilgi üretilmesini sakıncalı görür ve yer yer de tehdit edici tavır alır. Bunun böyle olduğunu düşünce ve fikir suçundan dolayı zahmet çekmiş ceza yatmış insanlardan biliriz. Benim yine acizane düşüncem, çok cüz-i bir kısmını istisna ederek söylemek gerekirse, akademik gelenek içinde yer alanların genelde insanlar, özelde ise Müslümanlar için sadra şifa bir kurtuluş düşüncesi üretemeyeceği yönündedir. Bu sebepten iktidardan bağımsız bilgi üretmeyi çok önemli görmekteyim. Yani eski deyimle bilgi, alaylı kesim tarafından, kimseye bir minnet borcu olmadan üretilmelidir.
Tanzimat sonrası başlayan modernleşmede, taraflar arası çatışmanın en yoğun olarak yaşandığı alan, bilgi üretmenin usulü üzere yaşanan çatışma idi. Yani medreseler ve mektepler arasında yaşanmıştı. Alaylı ve mektepli kavgası, mekteplilerin alaylıları sürekli olarak aşağılayıp hakir görmesi, modernleşmenin iktidar gücüyle mekteplileri yukarı çekerken, medreseleri aşağı itmesi, bilginin neye ve kime göre üretileceğini de belirledi. Osmanlı sonrası kurulan yeni cumhuriyette, üniversiteler ile birlikte ortaya çıkan akademik gelenek, iktidarın kalıpları içinde, iktidar için bilgi üretmeye başladı. İktidarın güdümüne girmeyen, iktidardan nemalanmayan kişilerde hep oldu. Fakat ne yazık ki geniş kitlelere hitap edebilecek imkâna hiçbir zaman sahip olamadılar. Bizlerde inşallah, ağzında Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali çapımız kadar, safımız belli olsun diye, dünyevi iktidardan bağımsız ve hiç kimseye bir minnet borcumuz olmadan bilgi üretmeye devam etmeliyiz.
Nereden nereye geldik. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.
Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek, bir şeye karşı çıkmak veya taraf olmak için, öncelikle o şeyin ne olduğunu anlamakla mümkündür diye düşünüyorum. Hepimizin bildiği gibi modernizm kutsala ve kutsal olan ne varsa, bunlara muhalefet etmek için ortaya çıktı. Temel esprisi, eskinin terki, geleneğin reddi, yaşam tarzlarının ve davranış kalıplarının değişmesi, toplum iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiydi. Fakat bütün bunların illaki kutsaldan – Allah’tan – dinden bağımsız yapılmasını sağlamaktı. Müslümanlar için iman ettikleri Allah’ı, “Hadi” olan kitabını referans almayan hiçbir düşünce ve eylem kabul edilebilir değildir. En baştan Allah’ı ve O’nun hayat nizamı olarak vazettiği dini yok sayan bir hayat tarzına karşı çıkmak, Müslümanlardan bir Müslüman olarak benim imana tekabül eden itirazımdır. Bu sebepten modern tasavvura, onun dayattığı yaşam tarzına, davranış kalıplarına itiraz ediyorum. Kaldı ki, yaşadığımız çağda modernizmin, Müslümanlar bir tarafa, onu savunanların bile başına ne işler açtığını görmekteyiz.
Modernleşme Müslümanlar için, esasa dair problemler çıkardı, itikadi boyutta telafisi mümkün olmayan işler açtı başına.
Modernizmden Müslüman toplumlarda nasibini almış ve hatta ilk ortaya çıktığı yer haliyle Hilafetin merkezi Osmanlı olmuş. Senin de üzerinde çalıştığın alan burası olduğu için soruyorum, Modernleşme, başta hilafete ve ecdadın başına ne işler açmış?
Bu meseleyi anlatmak için sayfalarca yazmak gerekir. Öncelikle modernleşmenin günahlarından evvel, Müslümanların günahlarını izah etmemiz gerekir. Dilimiz kalemimiz döndüğünce ifade etmeye çalışacaklarımızın, Müslümanları aşağılama hakir görme ya da yüceltmeye yönelik olmadığını söylemeliyim. Tarihe ibret nazarıyla bakmak, günümüzde dahi Müslüman’ın yitiğidir. Burada esas soru: “Müslümanlar neden modernleşerek Avrupalı olmak istediler?” olmalıdır. Bu soru önemlidir, fakat konumuz bu değil.
Benim anladığım, modernleşme Müslümanlar için, esasa dair problemler çıkardı. Yani şunu demek istiyorum, itikadi boyutta telafisi mümkün olmayan işler açtı başına. Avrupa askeri, siyasi ve iktisadi olarak yükselirken, dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu alanlarda sürekli gerileme ve büyük kayıplar yaşadı. Bu dönemlerde ise bazı kurtuluş düşünceleri üretildi. Asrileşmek de bu düşüncelerin başında gelenlerden ve dahi tercih edilenlerden oldu. Kendine özgüvenini kaybeden Müslümanlar dinlerinden şüphe etmeye başladı. Avrupalıların dini bir kenara bırakarak terakki ettikleri kanaati Müslümanlar arasında kabul gördü. İşte Müslümanların vardığı bu kanaatte onları hayal dahi edemeyecekleri, telafisi mümkün olmayan yerlere götürdü.
Müslümanlar, hem Müslüman kalmak hem de Avrupalı olmak istiyordu. Ecdadın kendi başına ördüğü ilk çorap siyaseten oldu. Asırlardır süre gelen geleneksel devlet yapısından uzaklaşıp, Avrupa’dan ithal meşrutiyeti, devlet idaresinde siyasi usul olarak tercih ettiler. Meşruti idareyi de dinin kavramlarıyla meşrulaştırdılar. Başlarına resmi anlamda açtıkları ilk iş siyasi alanda oldu ve bu oluş, diğer olacak olanların tamamına zemin hazırladı. Zira artık Müslümanların meclisinde, Müslümanlara hasım olanların da söz söyleme hakkı doğmuştu. Modernleşme, siyaseten hilafetin ve ecdadın başına telafisi imkânsız işler açtı. Halifenin artık sembolik bir temsili, Elmalılı’nın deyimiyle meşruti hükümetin başkanı olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı.
Siyaseten modernleşen Osmanlı, iktisaden de modernleşmeye başladı. Avrupalı finans kurumları, yabancı banka ve bankerler, önceden de var olan faizli işlemleri yasal zeminde yapmaya başladı. Meclisin yarısından fazlasını ilmiye sınıfı oluşturmasına rağmen, meclis tartışmalarında faizin haramlığı değil de, yüzde kaç faiz ile para alınırsa daha uygun olacağı konuşulmaya başlandı. Hilafetin merkezi uluslar arası faiz lobilerinin, Ermeni bankerlerinin yuvası haline geldi. Modernleşme iktisadi alanda ecdadın başına çok büyük dertler açtı.
Siyaseten ve iktisaden modernleşen Osmanlı, başka bir alanda da modernleşmekle karşı karşıya kaldı. Bu analda hukuki alandı. Avrupa, Müslümanlarla münasebetlerinde ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözümünde şer’i hukuku kabul etmiyor, kendi hukuki müeyyidelerinin cari olmasını istiyordu. Ticaret hukuku başta olmak üzere hemen bütün alanlarda hukuki değişikliklere gidildi. Hem de meclis onayıyla. Osmanlı modernleşmesi hukuki alanda Müslümanların başına çok büyük dertler açtı.
Fakat asıl büyük dert, içtimai – toplumsal alanda yaşandı.
Meşrutiyet usulünü savunanların “Hürriyet, adalet, müsavat” olmak üzere üç talebi vardı. İstisnasız bütün kesimler bu talepler üzerinde karar kıldı. Abdülhamid’in tek adam rejimi, zalimce siyaseti ve merhametsiz tavrı, her kesimi kendisine düşman etmişti. Meşrutiyetle birlikte hürriyet geldi, fakat diğer ikisi – günümüzde de dahil olmak üzere – hiçbir zaman gerçekleşmedi. İktidara gelen ittihatçılar, Abdülhamid’i mumla aratır bir siyaset güttüler. Hürriyet gelmişti, lakin sadece Müslümanlara değil, sapkın bütün akımlara da gelmişti.
Burada bir parantez açmak gerekirse, 20. yüzyılın başında Müslümanlarca talep edilen hürriyet ile 21. yüzyıl başında Müslümanlarca talep edilen bireysel özgürlük arasında hiçbir fark yoktur. Yüz yıl önce gelen hürriyet bütün kesimlere gelmişti, günümüzde gelen bireysel özgürlük de bütün kesimlere geldi. Yani ne yüz yıl önceki hürriyet, ne de günümüzdeki bireysel özgürlük, Müslüman menfaati düşünülerek sahaya sürülmedi. Tam aksine, Müslümanlık yaşam tarzının ifsadına dönük, toplumsal çözülmeyi sağlamak ve bireyselleştirmek için tasarlanmıştı.
Modernleşmeyle gelen hürriyet, Müslüman toplum içinde saklanmış, gizlenmiş ne kadar fuhşiyat varsa hepsini birden bire ortaya çıkardı. Modernleşme döneminde Müslümanlar hürriyet taleplerinin nereye varacağını kestirememişti. Avrupa destekli basın yayın, iktidarın gücüyle Müslüman memlekette akıl almaz neşriyat yapmaya başladı. Avrupa merkezli eğitim kurumları, kızlı erkekli karma okullar, toplumda kadınların açık saçık alenen dolaşmaya başlaması, davranış kalıplarının değişmesi, toplumsal çürümeyi hızlandırdı. Modernleşme içtimai alanda hilafetin ve ecdadın başına büyük dertler açtı.
Yüz elli yıldır yaşanan sürecin sonunda geldiğimiz yer günümüzdür. Yüz elli yıl önce Müslümanların dinlerine olan güvenlerinin kaybolması, özgüvenlerini de kaybetmelerine neden oldu. Müslüman olmanın utanılacak bir şey olduğunu düşünmeye başlayanlar, Avrupa’ya gittiklerinde Avrupalı gibi giyinmeye, Avrupalı gibi davranmaya başladı. İlmiye sınıfında Avrupa’ya gidenler, sarıklarını çıkardılar, şapka giyerek, Frenk kıyafetleriyle dolaştılar. Avrupa’nın ruhsuz, merhametsiz, mekanik ihtişamı karşısında ezilenler, kim olduklarını ve neye inandıklarını unuttular. Müslüman zihninde “Va Esefa, Va Hasreta” denilecek büyük kırılma yaşandı. Fıkıhi geleneğinde “Diyar-ı küfür” olan Avrupa, “Düvel-i Muazzama,” gavur milletlerde “Milel-i Mütemeddine” oldu.
Dönemin uleması kendilerini var eden değerlere sırt çevirerek, laik seküler zihniyetli İttihatçıların kullanışlı bir malzemesi oldu.
Tespitine göre genelde ulema, istisnalar olmakla beraber modernleşmeye ön ayak olmuşlar. İttihat ve Terakki’ye yükledikleri kurtarıcı misyonu ile Abdulhamid’in tahttan indirilmesi için verdikleri fetvalar ve sonradan eyvah etmelerine buradan bakılınca tam anlamıyla basiretsizlik sergiledikleri görülüyor. O günlerde ulemanın ayakları nasıl kaydı?
Burada Abdülhamid portresine, O’nun despot siyasetine ve tek adam rejimine göz atmak gerekir. 1876 yılında tahta oturan Abdülhamid, 1908 Temmuzuna kadar tek adam iktidarı kurdu. Abdülhamid öyle bir iktidar kurmuştur ki, hiçbir muhalifine göz açtırmamış, biraz sesini yükseltenleri en ağır şekilde cezalandırmıştır. Sultan Abdülaziz’i tahtan indiren ulemadır, V. Murat’ı tahta çıkaran ulemadır ve O’nu tahttan indirip Abdülhamid’i tahta çıkaran da yine ulemadır. Bu sebepten Abdülhamid, iktidarı boyunca ulema sınıfına mesafeli durmuş, onlara hiç güvenmemiştir.
Tanzimat’tan başlayıp Abdülhamid’e gelinceye kadar da ulema sınıfı gerek devlet katında gerekse toplum karşısında sürekli itibar kaybına uğradı. Ulema ve medreseler aşağı itilirken, yeni mektepler ve Osmanlının yeni aydın tipi sürekli yukarı çekilmiştir. Bu itibar kaybı ulemada psikolojik bir yenilgi, ruhsal bir eziklik ortaya çıkardı. Kendine olan güvenini kaybetti. Tabi bu itibar kaybında ulemanın da büyük payı vardır. Kendilerini yenileyememeleri, yeni gelişmelere fıkhi çözümler üretememeleri, şeriata aykırı birçok uygulamaya da meşruiyet sağlamaları, itibar kaybını hızlandıran etkenler oldu. Ulemanın kuşandığı ezik ruh hali onları pasif, sessiz, tepkisiz bir sınıfa dönüştürdü. Oysa tarihi süreçte ulemanın toplumu yönlendiren, kuran, örgütleyen yönü –öyle ya da böyle tartışılsa da– vardı. Abdülhamid, itibar kaybına uğrayan ulemayı iktidarı boyunca sürekli gözetim altında tutarak, iyiden iyiye pasif hale soktu.
Abdülhamid’e iktidarı boyunca Osmanlı mülkü içinde yaşayan hiçbir ulema muhalefet etmedi, edemedi. Zira Abdülhamid’e muhalefet etmek demek canından olmak gibi bir sonuç ortaya çıkarmaktaydı. Abdülhamid’e muhalefet edemeyen ulema, kendi arasında da birlik sağlayıp, bağımsız bir muhalefet oluşturamadı. Abdülhamid’e muhalefet edip yurtdışına kaçan ittihatçılar Avrupa devletlerinin de desteğiyle yurtdışında örgütlenerek seslerini yükseltmeye başladı.
İttihatçıların istediği, Abdülhamid’in tek adam rejiminin yıkılması, meşrutiyetin ilan edilmesi, hürriyet, adalet ve müsavatın sağlanmasıydı. Ulema sınıfı da İttihatçıların çağrısına, baskı rejimini ortadan kaldırmak, meşrutiyet-i meşruayı tesis etmek, meşveret usulünü canlandırmak, hürriyeti ve müsavatı sağlamak gibi gayelerle olumlu yanıt verdiler. Oysa çağrısına olumlu cevap verdikleri cemiyet, bahsi geçen bütün kavramların ihtiva ettiği mahiyeti tamamıyla laik seküler zihniyetle yorumlamakta, Batı merkezli bir düzen inşası yönünde çabalamaktaydı. Bu hakikat gizlenen, saklanan bir hakikat değildi. Teşkilatın önde gelenlerinin pozitivist düşüncelerde olduğu bilinmekteydi. Buna rağmen ulema sınıfı teşkilatın esas gayesini görmezden geldi.
Ulema, Abdülhamid’in sallanmaya başlayan saltanatı karşısında yol ayrımına geldi. Karşılarında iki şık görmekteydiler. Ya Abdülhamid despotizmini ya da İttihatçılardan taraf olup meşrutiyet usulünü tercih etmek zorunda olduklarını düşündüler. Akıllarına üçüncü bir yol gelmedi. Karşılarına çıkan iki kötüden birini tercih etmek zorunda kaldılar. Oysa öyle yapmamaları gerekirdi. Fakat ne yazık ki, itibarı yerle bir olan ve Abdülhamid’in zulmünden bıkan ulema, ittihatçıları kurtarıcı birer kahraman olarak gördü. Tabii İttihatçılara omuz vermenin dünyevi karşılığını da aldılar.
İttihatçılar tam bir İngiliz aklıyla hareket etmekte, ulema sınıfı üzerinden kendi çıkarlarına plan kurmaktaydı. Basireti kapanmış, dünyevileşmeye başlamış olan ulema, aleyhlerine işleyen süreci analiz edip çözemedi. Her biri dünyevi kazanç olarak mebusluğu kazanmış, fakat bunun karşılığında, meclislerinde gayrimüslimlerinde olduğu parlamenter sistemi dini açıdan meşrulaştırmışlardı. Çok büyük oyuna geldiler.
İttihatçılar ilk adımda ulemadan faydalanıp yeni düzeni meşrulaştırmayı, ikinci adımda ise işi biten ulemayı tasfiye etmeyi planlamıştı. İkisi de oldu. Mebus olmanın baş döndüren imkânları, yıllardır yoksulluk içinde yaşarken dolgun maaş sahibi olmaları, gelecek mebus seçiminde başlarına ne geleceğini, kendilerinin nasıl kullanıldıklarını anlamalarına mani oldu. Abdülhamid düşmanlığından gözü kararan ulema, işi bitip kenara atılınca, Abdülhamid’den çok daha kötü, çok daha yaman bir düşman edindiler.
Evet, Abdülhamid’in kötü, baskıcı, zalim, despot, müsrif, sefahat düşkünü biri olduğu doğruydu. Fakat Abdülhamid’e muhalefet eden ve O’nu ulemanın desteğiyle tahtından indiren İttihatçıların, zihniyet bakımından ulema ile kesişecek hiçbir noktaları yoktu. Ulema Abdülhamid’in zulmünü, zalimliğini, müsrifliğini, adaletsizliğini gördü, meşrutiyet sonrası kıyasıya eleştirdi. Fakat İttihatçıların laik seküler, la-dini zihniyetini hiç görmedi, görmezden geldi. Onların katıksız birer Avrupa hayranı olduklarını bildikleri halde, muhalefetleri süresince İttihatçıları eleştirmediler, onların zihin yapısına muhalefet etmediler. Abdülhamid gitsin de nasıl giderse gitsin, Abdülhamid’i devirsin de kim devirirse devirsin düşüncesinde karar kıldılar. Abdülhamid’in kötülüğünü sürekli görenler, İttihatçıların gavur zihniyetini hiç görmediler. Ulema bu basiretsiz davranışıyla büyük hata yaptı.
Konu biraz uzadı ama burada belki başka bir tartışmaya sebep olacak sözlerde söylemek gerekiyor. Onları da şöyle ifade edebilirim. Ulemanın ifadelerinde, Abdülhamid bütün kötülük vasıflarını üzerinde taşımaktaydı. Fakat böyle olmasına rağmen başka bir şey daha vardı. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, İslam Dünyasının başında siyasi, iktisadi, hukuki, içtimai birliğini sağlayan bir halife vardı. Kanaatimce Halifenin ve hilafetin varlığı dönemin küresel konjektörü açısından çok önemliydi. Yine belki bu sözümde tartışılabilir, fakat kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, Halife ve hilafet İslam Devlet şeklini temsil ediyordu. İşte bu temsilin, Müslümanlar için maddi ve manevi bir kuvvetin kaynağını teşkil ettiği açıktı.
Dönemin uleması ne yazık ki bu hakikatleri göremedi. Aslında yapabileceği çok şey vardı, yapacaklarının gerek şer’i gerekse toplumsal meşruiyeti de vardı. Fakat onlar kendilerini var eden değerlere sırt çevirerek, laik seküler zihniyetli İttihatçıların kullanışlı bir malzemesi oldu.
Benim edindiğim kanaat, gerek İttihatçıların gerekse Avrupa’nın amacı, Osmanlı sultanını tahttan indirmekten ziyade, Müslümanların birliğini sağlayan halifeyi ve hilafeti bertaraf etmekti. Bunu ilerleye süreçte hepimizin malumu olduğu üzere başardılar.
Burasını çok uzattım kusura bakmayın, lakin mesele izaha muhtaç olduğundan dolayı böyle oldu. Soruya cevap verebilmek için bu izahları yapmam gerektiğini düşündüm. Tabii Abdülhamid devrilip İttihatçılar iş başına gelince, Abdülhamid’e rahmet okutacak siyaset gütmeye başladılar. Dönemin önemli bürokratlarında olan Hüseyin Kazım Kadri hatıratında, Abdülhamid’in adının bile anılmasının büyük sorun çıkardığını ifade eder. Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi, Mehmet Fatin, Mehmet Arif, Hüseyin Hâzım gibi kişilerin başında bulunduğu Cemiyet-i İlmiye-i İslamiyye ve dergileri olan Beyanülhak, dört ay sonra İttihat ve Terakki ile hiçbir bağlarının kalmadığını ilan ettiler. Fakat ne yazık ki yapacak hiçbir şey kalmamıştır.
Rahmetli annem 1927 doğumluydu ve yasakları çocukluk ve gençlik dönemlerine kadar yaşamıştı. Allah’a, Allah’ın dinine ve kitabına karşı Kemalizm tarafından açılan savaşı detayına kadar yaşamış bir Müslüman idi. Zaman zaman sorar, birinci ağızdan dinlerdim.
Cumhuriyet dönemine gelelim istersen, yıkılan imparatorluğun, kaldırılan hilafetin bakiyesine. Burada rejim öylesine şedid ki, İslam’a ve şiarlarına karşı alabildiğine yasakçı ve yok etmek için çalışıyor. Tek adam, tek parti bunun neticesi olan Kemalizm’in laik kılıcı toplumun tepesinde sallanıyor. Bu dönemde siyaseten aktif bir ulemadan bahsetmek imkânsız. O vakit İslami mücadele nasıl gerçekleşti? Ferdi boyutta mı kaldı?
Bu sorunuzu çok önemli görüyorum, lakin sağlıklı bir şekilde cevaplayabilmek için dönemin arşiv kayıtlarının açılması gerekir. Cumhuriyetin ilanıyla çok partili hayata geçinceye kadar, Kemalizm’e muhalefet eden dergi, gazete, risale, kitap diye bir şey yok. Hatta bu dönem arasında adını zikredebileceğim ulema, aydın, düşünür, kalem ve kelam erbabı da yok. Neden yok peki? Sesini çıkaran kim varsa İstiklal Mahkemelerince yargılanıyor, idam ediliyor, idamın gerekçesi bile idamdan sonra tasarlanıyor. Düşünsenize, Mustafa Kemal en yakın silah arkadaşlarını bile İstiklal Mahkemelerinde yargılatıyor. Buna misal Kazım Karabekir’dir. Adam ipten son anda kurtuluyor. Bunun gibi idam edilmekten son anda yurtdışına kaçıp kurtulanlar, Halide Edip Adıvar ve eşi Adnan Adıvar. Daha bunlar gibi birçok kişi var. Ki bu kişiler Milli Mücadelede Anadolu’yu dolaşmış, halkı örgütlemiş, Mustafa Kemal’in iktidarını tahkim etmiş kişilerdir.
Tek adam, tek parti bunun neticesi olan Kemalizm dönemi ve çok partili siyasete geçinceye kadar ki zamanı, İslami Mücadele ekseninde değerlendireceksek olursak eğer, aklımıza ilk gelenler Nurettin Topçu ve O’nun Hareket Dergisi, Cemil Meriç ve eserleri, Necip Fazıl ve Büyük Doğusu’nu söyleyebiliriz. Nurettin Topçu ve Cemil Meriç’e baktığımızda, paradigmanın esasına dair eleştiriden öte, ülkemizde postmodernizmin temsilciliğini yaptıklarını ve ne hikmet ise Türkçülük belasına bulaşmaktan kurtulamadıklarını görüyoruz. Necip fazıl ise iktidarla ilişkisi pragmatist–çıkarcı olmuştur. Düşünsenize, adam CHP saflarında milletvekili olmak için başvuruyor. Dergiyi çıkarmak için iktidardan para istiyor. Hatta daha dehşet verici bir şey, CHP iktidarına, Kemalizm’e yaranmak için “Atatürk Dirilecektir” diye Büyük Doğu’nun onuncu sayısında yazı yazıyor. Sağlığı boyunca bütün siyasi partilerle şahsi çıkar merkezli ilişkiler içinde bulunuyor.
Şeyhülislam Mustafa Sabri 1922 de, Mehmet Akif 1925 de ülkeden çıkmışlar. Meşrutiyet döneminden cumhuriyete intikal eden ulema susturulmuş. Elmalılı Hamdi Yazır tefsir yazmakla görevlendirilmiş. Ahmet Hamdi Akseki yeni kurulan Diyanet teşkilatında görev almış. Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı üniversitelerde müderrislik yapmış. Bunlar gibi ulemadan bazıları cumhuriyet kadrolarında görev alarak yeni düzene uyum sağlamış. Tabii kişilere haksızlık etmemek için dönemin şartlarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Sesi çıkabilme ihtimali olan hemen herkes bir kez de olsa İstiklal Mahkemelerinin tezgahından geçmiş, yargılananların tamamı idamla yargılanmış, sonra beraat etmiştir.
Fakat şöyle bir gerçek var ki, bu müthiş bir şey. O da halkın ulemadan, aydından bağımsız sessiz direnişi. Ezan Türkçeleşiyor, ibadetler Türkçeleşiyor, din aşağılanıp hakaret ediliyor, Kur’an’ı Kerim okuyup öğrenmek yasaklanıyor. Yasakları ihlal edenler en ağır cezalara muhatap oluyor. Buna rağmen Müslüman halk, Müslümanlığını unutmamak, kitabını öğrenmek, dinini geleneğine göre yaşamak için her türlü riski göze alıyor. Rahmetli annem 1927 doğumluydu ve yasakları çocukluk ve gençlik dönemlerine kadar yaşamıştı. Allah’a, Allah’ın dinine ve kitabına karşı Kemalizm tarafından açılan savaşı detayına kadar yaşamış bir Müslüman idi. Zaman zaman sorar, birinci ağızdan dinlerdim. Ulemanın, aydınların ya sessiz kaldıkları, ya da Kemalist iktidarla ilişki içine girdikleri dönemde, cahil olarak adlandırılan halk, kendi içinde organize olarak, Allah’ın kitabına ve dinlerine sahip çıktılar.
Öyle görünüyor ki, Müslümanların acilen internet ve sosyal medya fıkhına ihtiyaçları var. Ne hikmet ise Müslümanlar artık ne yapıp ederler, ne söylerlerse, sosyal medyada ifşa ediyorlar.
Günümüzü sormaya, konuşmaya dilimiz varmıyor. Teknolojinin tanrılaştığı, her şeyin sanala, dijitale döndüğü bir çağdayız. Münkerin hüküm sürdüğü, fuhşiyyatın ellerimizdeki telefonlar ile yakın edildiği bir dönemdeyiz. Her yanımızı sarmış olan bu düşmanla nasıl mücadele edeceğiz? Müslümanlar kendilerini ve İslam davasını nasıl savunacaklar?
Sorduğunuz sorunun içinden birkaç kelimeyi çıkarıp, başka birkaç kelime ile değiştirsek, emin olun ki yüzelli yıldır süregelen problemlerle mahiyet bakımından aynı olduğunu göreceğiz. Yani Müslümanların endişeleri, sıkıntıları, problemleri modernleşme sürecinde hep aynı olmuş. Bugün konuşup tartıştığımız, içinden çıkamadığımız, birbirimizi anlayamadığımız siyasi, iktisadi, hukuki, içtimai ve dahi Müslümanlık vasfını korumaya dönük endişelerimiz, seleflerimizden bize kalan kadim mirasımız oldu. Tabii geçen geçti, onların yaptıkları onlaradır. Şimdi bir ne yapmalı ona bakmalıyız.
Çağımız itibarıyla teknoloji artık hayatımızın bir parçası oldu, bundan kaçınamayacağımız kesin. Yani hangimiz olursak olalım teknoloji hayatımızın merkezinde yer alıyor. Bir gün boyunca internetinizin kesildiğini, cep telefonunuzun çalışmadığını, sosyal medyaya giremediğinizi, sohbet programlarından sohbet yapamadığınızı düşünün… Tabi ki aynı zamanda büyük bir imkânı da içinde barındırıyor. Fakat modernleşme süreci boyunca ve günümüzde de Müslümanların kavrayamadığı ya da görmezden geldiği bir şey, bizim dışımızda başka bir yerden gelen ne varsa ahlakını, karakterini, davranış kalıplarını da beraberinde getiriyor. Teknolojide maalesef böyle geldi.
Artık muhalefet ettiğimiz, haram dediğimiz, karşı çıktığımız, lanetlediğimiz ne varsa cebimize girmiş durumda. Özellikle sosyal medya, üretildiği ideolojik kültür kalıpları içinde bize ahlakını da getirdi. Öyle görünüyor ki, Müslümanların acilen internet ve sosyal medya fıkhına ihtiyaçları var. Ne hikmet ise Müslümanlar artık ne yapıp ederler, ne söylerlerse, sosyal medyada ifşa ediyorlar. Kendilerine ait hiçbir mahremiyetleri kalmadı. Az önce dediğimiz gibi, teknoloji kendi ahlakını da bize dayattı. Özellikle sosyal medya denen platformlar, enaniyeti ve kibri körükleyen, egoyu besleyen ve “benmerkezciliği” öne çıkaran davranışı bize dayatıyor. Söylenen sözden daha çok, sözü söyleyen gündeme gelmeye çabalıyor. Hakeza yardımlaşma faaliyetleri de böyle. Bir paket gıdanın eline tutuşturulduğu bir aile, bütün yeryüzü insanlığına ifşa ediliyor. Sorsanız çok önemli bir iş yaptıklarını söylerler. Evet, yapılan iş önemli lakin usul baştan sona yanlış, hatalı. Yanlış usulle doğru sonuca varılmıyor ne yazık ki.
Müslümanların kendilerini ve İslam davasını nasıl savunacaklarına dair laf etmek benim çapımı aşan bir durum. Acizane kanaatim, öncelikle ilerleme sağlayamasak bile, durduğumuz yerde sabit kadem durabilmeyi becermeliyiz. Kaygan bir zeminde ilerleyemeseniz de ayakta durabilmek büyük başarı olarak görülür. Kimliklerin, şahsiyetlerin, ideallerin dünyevi menfaatler karşılığında satıldığı ortamda, Müslümanların asla satılamayacak, pazara çıkarılmayacak değerleri olmalıdır. İslam Davasını savunabilmemiz için, öncelikle kendimize sahip çıkmalıyız. Her Müslüman bulunduğu yerde bir değer olarak kalabilmeli. Bugün geldiğimiz yerin, yüzelli ikiyüz yıllık geçmişi var. Yeniden eski yere gelebilmek için de, nesillerin değişmesi gerekmektedir. Bu işin sırrı da kullukta sabrı gerektirir.
Bütün bunlardan öte, Müslümanların birbirleriyle barışık olması gerekmektedir. Bu kadar ihtilaf, bu kadar dağınıklık, bu kadar husumet varken, ne kendimizi ne İslam Davasını savunabiliriz. Kısa süre içinde yaşanan birçok birleşme çabaları ve dağılmalar gösterdi ki, işe öncülük etmeye çalışanlar henüz kendi egolarını yenememiştir. Kendi kibrine ve egosuna yenilmişlerin, Müslümanlara yaşattığı acı tecrübeler unutulmuş değildir.
Müslümanların kendilerini ve İslam davasını savunabilmeleri birlikte hareket etmesiyle mümkündür. Yoksa Müslümanlıkta İslam davası da ferdi mücadelelerin mahkûmu olur ki, bu da davaya zarar vermekten başka bir işe yaramaz. Peki birlik olamıyor, birlik olmayı beceremiyorsak? O vakit kendimize sahip çıkmaya, yakınımızda olanlarla birlikte olmaya, karınca kararınca kendi çapımızda mücadele etmeye çalışacağız. Sadık olmamız yetmiyor, sadıklarla da beraber olmamız gerekiyor.
Konuyu çok uzattım kusura bakmayın. Fırsat bulmuş iken, içimdekileri nasihat babından söylemek istedim.
Değer verip söyleşide bulunduğuz için, asıl ben sizlere teşekkür ederim. Umarım emeklerinizi bir nebze olsa da karşılayacak bir söyleşi olmuştur. Rabbimiz sizlerin ve Ümmet-i Muhammed’in çabalarını hayırlı ve bereketli kılsın.