“Mayınlı Tarlada Konuşmak” kolay değil

Yakın tarih uzmanı, araştırmacı, yazar ve Genç Birikim dergisinin hem sahibi hem de başyazarı olan Ali Kaçar’ın yeni ve üçüncü kitabı “Mayınlı Tarlada Konuşmak & Kemalizm’e Eleştirel Bakış”, Genç Birikim Yayınları etiketi ile ilgilisine sunuldu.

Adından da anlaşılacağı üzere bu topraklarda gündem edilmesi, konuşulması biraz netameli olan “Kemalizm” eleştirisi var çalışmada. Bilinmeyen, bilindiği zannedilen nice düşünce, yaklaşım ve olayın kaynaklarıyla ilgilisine sunulduğu kitapta; hakkın, hakikatin, adaletin şahitliği yapılmaya çalışılmaktadır. Kitap, Müslümanlar için tek geçerli ve bağlayıcı şeyin, Yüce Allah’tan gelen ve O’nun peygamberi Hz. Muhammed’le (sav) anlamını bulan yüce ve aziz dinimiz İslam’ın ölçüleri ve prensipleri olduğunu anlatıyor aslında. Yaratıcının, aynı zamanda hükmedici, düzen koyucu, hayatın her anında ve alanında söz sahibi ve karar mercii olduğunu tekrar hatırlatılmaktadır.

Kitapta; Osmanlı döneminde seçimler, seçimlerin yapılması ve parlamentonun toplanmasından sopalı seçimlere; Mustafa Kemal’in hiçbir şekilde muhalefet istemediğinden inkılâpların oluk oluk kanların akıtılarak yerleştiğine;  cumhurbaşkanlığı sistemine geçişte her şeyin oldubittiye getirilmesinden “Takrir-i Sükûn” yani zulüm, yani şiddet kanununun nice canlar yakıp nice ocaklar söndürdüğüne, İstiklal Mahkemelerinde işlenen eşsiz katliamlara ve idam edilenlerin son sözlerine; Mustafa Kemal’in Nutuk eserinin ne içerikte olduğuna ve gerçeği yansıtıp yansıtmadığına; yine Mustafa Kemal’in yaşantısından belli başlı karelere kadar nice gün yüzüne çıkarılmayan, çıkarılmak istenmeyen, belki çekinilen gerçeklerin perdesi aralanıyor.

Mustafa Kemal’in “tek adam” olma yolundaki serüveniyle ilgili şu ifadelere şahit oluyoruz eserde:

Mustafa Kemal’in, daha önce saltanatı ele geçirme, halife olma gibi bir çabanın içerisinde olduğu, bu amaçla konuşmalar yaptığı hatta sarıklı, cübbeli fotoğraflar çektirerek altına ‘mefkûre (ideal) hatırası’ yazdırdığı bilinmektedir. Mustafa Kemal’i bu düşüncesinden hem Kazım Karabekir hem de İsmet İnönü vazgeçirmek için çok çaba sarf etmiştir. Nitekim Mustafa Kemal, İsmet İnönü Lozan görüşmelerinden dönünceye kadar, özellikle de İzmir İktisat Kongresi’nden önce gittiği her yerde hilafet lehinde konuşmalar yapmaya devam etmiştir. Bu konuşmalarından birini de 7 Şubat 1923 Çarşamba tarihinde öğle vakti, Balıkesir’deki Zağanos Paşa Camii’nde verdiği hutbe ile gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal, bu arzusunu Lozan görüşmelerine ara verilip de Hayım Naum (1872-1960) İzmir’de kendisi ile görüşünceye kadar da sürdürmüştür. Mustafa Kemal’in İzmir’de, Hayım Naum ile ne görüştüğü, Lozan görüşmelerinde İngiltere’nin delegesi olan Lord Curson’a ne mesaj götürdüğü, hâlâ bilinmemektedir. Mustafa Kemal, bu konuda, aslında her konuda, kimsenin sözünü dinlemeyen, kendine çok güvenen ve kendi görüşüne itiraz edilmesine asla tahammülü olmayan bir karaktere sahipti. Bu nedenle halifelik arzusuna yönelik eleştirileri de -Hayım Naum ile görüşünceye kadar- dikkate almamıştı. Zaten -daha sonra- resmî söylemde de asıl unvanı ‘ebedi şef’ olmuştu. ‘Atatürk’ soyadını da kendi farklılığını, ‘tek adamlığını, üstün oluşunu’ ortaya koymak için kendisi seçmişti. Aslında tek parti Dönemi’nde yönetim, diktatörlükle idare edilen Almanya’dan ve İtalya’dan farklı değildi. Meclisin, bakanlar kurulunun ve bakanların hiçbir etki ve yetkileri yoktu; birer memur konumunda idiler. Mustafa Kemal’in ölümünden kısa bir süre önce Başbakan İsmet İnönü’yü meclise hatta hükümete bile getirip görüşme gereği duymadan “Seni görevden aldım” diyerek görevden almış ve yerine de Celal Bayar’ı getirmiş olması başka türlü nasıl izah edilebilir? Zaten kendisi de diktatörlüğünü inkâr etmiyor ve “Benim için diktatör diyorlar, evet ben diktatörüm ama kalpleri kazanarak diktatör oldum” demiştir. Hitler, Mustafa Kemal ile ilgili olarak “Mussolini onun ilk öğrencisiydi, ben de ikincisi…” demişti. Aslında baştan beri herkesin kendisine tabi olduğu, sözünü dinlediği, itiraz ve muhalefet etmediği ‘tek adam’ olmak istiyordu. Ama daha önceleri bu fırsatı bulamamıştı. İlerleyen zamanlarda gücü ele geçirdikten sonra bu hayalini pratiğe aktarma fırsatını yakalamıştı. Birinci meclisteki İslami kesim ve Kürt milletvekilleri, dolayısıyla halk, kandırıldıklarını çok geç anlamışlardı. Ama iş işten geçmişti.

Mustafa Kemal’in kendisine muhalefet edilmesi durumlarındaki tavrına dair ibretlik şeyler okuyoruz çalışmada:

Mustafa Kemal’in muhalefete asla tahammülü yoktu. Yine bir defasında Halide Edip Adıvar, Mustafa Kemal’i ziyarete geliyor. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile birlikte bulunuyorlardı. Karşılıklı konuşmalardan sonra Halide Edip:

– İzmir’i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz Paşam. Çok yoruldunuz.

– Dinlenmek mi? Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.

– Niçin? O kadar yapılacak iş var ki!

– Ya bana karşı çıkmış olan adamlar?

– Bu, bir millet meclisinde tabii değil mi?

Burada, gözleri tehlikeli bir şekilde parladı ve ikinci gruptan iki isim söyleyerek onların halk tarafından linç edilmeye layık olduklarını söyledi.

Bu toprakların tarihinin belki de en kara sayfalarından birisi olarak kabul edebileceğimiz Şapka Kanunu ile ilgili, okuyunca tüylerimizin diken diken olduğu bir kareyi paylaşalım:

Rize’de de şapka direnişi çok masum isteklerle başlamış ve isyanla, devlete başkaldırma ile asla ilgisi olmamasına rağmen muhaliflere ve özellikle de halka gözdağı vermek için ‘irtica’ adı altında kıyım başlatılmıştır. Nitekim Rize Ulu Cami İmamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan kalabalığa;

“Biz hükümetten akaid-i dineyye’ye hizmetkârlık ve bağlılık isteriz.

İnanmayan inanmasın fakat insanlara zulüm edilmesin.

Tek isteğimiz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın.

Şapka giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!”

Gayet makul ve masumane istekler!

Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan kalabalık köylülerle birlikte hükümet konağına doğru yürüyüşe geçmişler.

Yarı resmi Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, bir gün sonra bu olayı şöyle çarpıtarak yazmıştır:

“Rize’nin Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı Şaban Hoca, halka karşı konuşurken; ‘Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette herkes şapka giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar cezalara çarpılıyor. Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde günahtır. Ayaklanma vacip olmuştur!”

Şapka giymeyiz protestosu, aslında Rize’ye 13 km uzaklıkta olan Güneysu (eski adıyla Potomya) nahiyesinde başlamıştır. Buradaki halk da Ankara’dan gelen tepeden inme dayatmaları kabul etmemişti. Halk tarafından sevilen itibarlı, ilim sahibi vaiz olan Sabit Tarakçıoğlu, halka şapkanın İslami açıdan değerlendirmesinden sonra halk şehir merkezine doğru yürüyüşe geçmiştir. Karakola gidenler ise:

– Vilayete yazınız; Güneysu halkı şapkayı kabul etmiyor!

– Karakoldaki onbaşı, halka, “Ben de sizdenim!” diyor ve başındaki şapkayı yere çalıyor. Ne hazindir ki İstiklal Mahkemesi gelince direnişçileri tek tek haber veren ve kimi gösterdiyse asılmasına sebep olan ve Mahkemece lütuflandırılan bu alçaktır.

Rize istikametine doğru yürüyen halk, il merkezine varıyor. Vali Mehmet Hurşit, telgraf başında:

– Rize ayaklanmıştır! Süratle tedbir!

Hâlbuki bütün suçu “şapka giymeyiz!” demekten ibaret ve her türlü fiili isyan davranışından çekingen kalabalık, çoğu seyirci ve körü körüne katılmış 80-100 kişi…

Böylece Rize’de, “Biz, zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter” diyerek olaylar başlamış, jandarma gelişigüzel halkın üzerine ateş açmasına ve ölüler olmasına rağmen halk dağılmamıştır. Bu olayların üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü, Rize sahillerine gönderilmiştir. Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başlamıştır. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk, korkutulup sindirilmek isteniyordu.

Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi türkülere konu olacaktır:

“Atma Hamidiye, atma din kardeşiyiz.”

Ula şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz!”

Ali Kaçar’ın, titiz araştırmacılığı ile ilgilisine armağan ettiği bu mühim çalışmayı, dikkatimizi çeken pek çok bölümden birkaç tanesini öne çıkarıp kısmi alıntı yaparak sizlerle tanıştırmak istedik. Okurunu bulmasını, yazarın maksadının hâsıl olmasını diliyoruz.

Okunup gündem edilmesi, hakikatlere bigâne kalınmaması, hesabın sadece Yüce Allah’a verileceği bilinciyle yaşanılıp son nefese kadar yine O’nun rızası için çabalayanlardan olunması temenni ve duasıyla…

Fatih PALA
fatihpalafatih@gmail.com