Matbuat Alemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri

Resmi tarih, büyük insan kitleleri katında var olan vaziyete nasıl geldiklerini ve hangi istikamette ilerlediklerini cevap teşkil edecek şekilde düzenlenerek, hakim gücün yürüttüğü politikayı meşrulaştırma amacına matuftur. Belli nedenler ile hayırlı sonuçlar sıralanır. Ülkenin tarihsel süreç içerisindeki güncel politikası belli bir mantıkla ortaya konur. Böylece toplumlar yenik düştükleri ya da destekledikleri siyasal güce tarihlerini çaldırırlar, yanlış bir geçmiş bilgisi bugünü kavramada ve geleceği tasarlama da eksiklikler hatalar ve ihanetler doğuracaktır.

 MATBUAT ALEMİNDEKİ HAYATIM VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ

TAHİR’UL MEVLEVİ

 

İnsanın toplu olarak yaşamaya başladığı tarihten bu yana, kendi aralarında hükmetme kavgası içerisinde olduğunu görüyoruz. “Tarih tekerrürden ibarettir.” cümlesinden hareketle tarih, bugünü kavrama ve geleceği inşa etmede, geçmişin iyi analiz edilerek doğruluk ve sadakat membaından damıtılarak ortaya çıkarılmasıdır.  Bu vesile ile siyaset ile tarih zaman zaman çatışmış, mevcut idari erkin gölgesinde kalmıştır. Belki bu yüzden resmi tarih ve gayri resmi tarih diye ikiye bölünmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

“Resmi tarih, büyük insan kitleleri katında var olan vaziyete nasıl geldiklerini ve hangi istikamette ilerlediklerini cevap teşkil edecek şekilde düzenlenerek, hâkim gücün yürüttüğü politikayı meşrulaştırma amacına matuftur. Belli nedenler ile hayırlı sonuçlar sıralanır. Ülkenin tarihsel süreç içerisindeki güncel politikası belli bir mantıkla ortaya konur. Böylece toplumlar yenik düştükleri ya da destekledikleri siyasal güce tarihlerini çaldırırlar, yanlış bir geçmiş bilgisi bugünü kavramada ve geleceği tasarlama da eksiklikler hatalar ve ihanetler doğuracaktır.

Karşı tarih ise resmi tarih karşısında bir bütün olarak yer alamaz. Resmi tarih, yapılan büyük araştırmalarla ortaya çıkarılmış, ciltler dolusu bilgi halinde kütüphanelere ve eğitim kurumlarına hâkim, dolayısıyla büyük halk kitlelerini yönlendiren bir ‘ilim’ iken; karşı tarih, söz konusu siyasal, sosyal ve ekonomik güçlere dayanmadığından büyük çoğunluğu karanlıkta kalmış, ortada olanı da dağınık ve yetersiz bilgiler halinde küçük bir çevreye hapsedilmiş bir bilim durumundadır.

Bu vesileyle, karşı tarihin en önemli kaynaklarından biri olan hatıratlar; olayların içinde yer almış kişilerin niyet, kabiliyet ve cesaretleri ile yönetimin tavrı arasında biçimlenir. Buna rağmen olayların arka planını oluşturan mevcut şartları, temel nedenleri, güç kaynaklarını, döneminde etkin bir rol oynayan kişilerin duygu düşünce ve tavırlarını belli ölçüde yansıttığı için hatıratların tarihte özel bir önemi, özel bir değeri vardır.” (Kitabın Sunuş bölümünden)

İlk defa İsmail Kara’nın Amel Defteri’nde karşılaşmıştım Tahir’ul Mevlevi ismiyle. Merak etmiş, kısa sürede edinmiştim kitabı ancak, kitabın kapağındaki İstanbul Mebusu İsmail Canbulat’ın boynuna asılmış idam fermanıyla idam edilmiş resmini görünce adeta içimi bir ürperti, sırtımı soğuk bir ter kaplamıştı. Bir an okumayı tehir etmeyi düşündüm ancak kitap, bir mıknatıs gibi kendine çekmeyi başardı ve içimdeki his ilk okuma sırasını ona vermemi söyledi.

1877’de İstanbul’da doğan Tahir’ul Mevlevi’nin asıl adı Mehmet Tahir’dir. Daha sonraları soyadı kanunu ile “Olgun” soyadını alacaktır. Olgun soyadı, müellifin hayatına bakınca tam yerinde tevafuk olmuş diyesi geliyor insanın.

Tahir’ul Mevlevi’nin, Nehir yayınlarından 1991 yılında çıkan ‘Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemesi Hatıraları’ adlı kitap (456 S.), hem resmi tarihin dışında yakın tarihle ilgili bazı olayların ilk ağızdan aktarılmış olması, hem de hatırat tarzı itibari ile kayda değer bir nitelik taşıması bakımından, hem de edebi üslup, tevazu ve güçlü tasviri bakımından okunması gereken bir kitap olmayı fazlasıyla hak ediyor.  Tahir’ul Mevlevi, II. Meşrutiyet öncesi ve sonrası matbuatta yaşadığı sıkıntılar, geçim dertleri, evinin yanması, İstiklal Mahkemesi sanıklığı gibi birçok korkutucu badire atlatması, sanıklık sebebiyle memuriyet alamayışı, mezul aylığının kesilmesi, ailenin geçimi bakımından kendisinden başka kimsenin olmayışı, yaşlı annesi ve kız kardeşinin iaşesi sorumluluğu gibi her türlü olumsuz duruma karşı tevekkül sahibi olması, sabır, teslimiyet, ve kadere rıza gibi kavramlarını yaşayarak olgunlaşmış edip bir müderris, muharrir, şair ve Mevlevi Han’dır.

Kitapta birçok başlık bulunmasına rağmen genel ifadeyle iki bölümden oluşuyor diyebiliriz. Baş taraflar Mevleviliğe başlayışı, matbuat alemindeki hayatı ile aile hayatına dair konuları ele alırken geri kalan kısmında İstanbul’da polis nezareti ile başlayan ve Ankara’daki hapishane günleriyle birlikte İstiklal Mahkemesi’nde yargılanma sürecini ele alıyor. Kitabın son sayfaları yine idam edilmiş insanların resimleri ve dönemin siyasetinde etkin rol oynamış siyasi ve ilmiyeden birçok zevatın resimleri ile kısa hayat serüvenleri mevcut. İdam edilenlerden bazılarının resimleri, Eskişehir mebusu Arif Bey, Batumlu Gürcü Yusuf, Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, Sivas mebusu Halis Turgut, İskilipli Atıf Efendi, Trabzon Mebusu Hafız Mehmet (Eski Adliye Nazırı), ve bir de ismi okunamadı kayıtlı bir fotoğraf…

Tahir’ul Mevlevi’nin zihninin güçlü olması belli ki kalemine de güç vermiş. O kadar ki bazen koğuşta soba olmadığından üşüyorsunuz, su olmadığından bitleniyor, bazen demir parmaklıklar arasında ifade veriyor, bazen yanınızda bulunan boş konserve şişesine def-i hacet yapıyorsunuz. Farklı düşünceye sahip olanlarla karşılaşıp orada dahi küçük menfaatler ve küçük hesaplar peşinde olsanız da hep birlikte mangal ateşinde kahve yaparak enfiye ve sigara eşliğinde kahvenizi yudumlarken duman altı olabiliyorsunuz.

Ömer Rıza Doğrul, idamla yargılanmasına rağmen yatağının üzerinde İngilizce çevirisini elden bırakmazken, Kayserililer pastırma sucuk yiyerek fıkra anlatabiliyor, Ahıskalı Haydar Efendi kendi münzevi dünyasında namazla meşgul oluyor, Sofi Süleyman ise her zaman olduğu gibi oradakileri müridi zannedip emirler yağdırmaya çalışıp hır çıkarırken, beri tarafta Kayserililer mangalı yakmışlar kahve pişirip hâzirûna ikram ederek ortalığı yatıştırıyorlar.

“Kayserili Mustafa Efendi latifeci bir kimse idi. Kendisine niçin buraya getirildiğini sorduk:

– “Herifin biri elli yıl geçtikten sonra karısına ‘Avrat seni boşayacağım’, demiş. O da ‘Peki ağa, ama soranlara ne diyeyim?’ diye sormuş. Beni de getirdikleri bir şey değil, lâkin soranlara cevap bulamıyorum. Eğer şapka giyecek olursam kendimi Kızılırmağa atarım, demiştim. Şapka başımda kendimde buradayım. Demek ki ben giymişim, hem de ırmağa atılmamışım” dedi.

 Mustafa Efendi en ziyade hemşehrisi ve yatak komşusu olan Mihran Efendi ile şakalaşıyor, şapkanın nasıl giyilip nasıl çıkarılacağını ondan öğrenmek istiyor. Mihran Efendi de:

– “Ben de bilmiyorum. Hatta ilk giydiğim gün bizim karı, beni kasa hırsızlarına benzetti” deyince:

– “Ne deyi bilmiyon? Anadan babadan doğma gavur değil misin?” sorusunu irad ediyordu.”

Müellifin, İskilipli Atıf Hoca ile aynı mahkemede yargılanması, yargılama sürecinde mahkemenin ileri sürdüğü deliller ve karşı cevaplardan ziyade gerçek manada insanın sabır derecesinin ölçüldüğü bir yer olarak üzerinde çok kafa yorulması gereken bir hapishane ve mahkeme serüvenini hem yaşıyor hem hayretler içinde kalıyorsunuz. Kaldığınız koğuşta kimin nerde hangi ranzada yattığından, yatağının durumundan, yastığının kılıfına; insanların ruh hallerinin tasvirine varıncaya kadar korku ve endişe içinde buluyorsunuz kendinizi. Paylaşım, ikram, sabır tavsiyesi ve zor şartlar altında da olsa namaz hemen her mahkûmun üzerine titrediği bir ibadet olarak her zaman dikkat çekiyor.

Kitabın her sayfasında güzel bir edebiyat dili ve üslubu var. Gazetecilik mesleğiyle birlikte edebiyat muallimliği yapması kalemine fazlasıyla yansımış.

Kitabın son bölümlerinden kısa bir alıntıyla sözü Tahir’ul Mevlevi’ye bırakmak istiyorum.

“Unutmadan şuraya kayd edeyim ki; hapishaneden mahkemeye yedi defa götürülmüşüm, dördünde mahkeme edilmeden birinde mahkeme edilerek, birinde iddiânameyi dinleyerek iâde edilmiş, yedincisinde ise; çok şükür, beraat kararını işitmiştim… “

“Galiba Kânûnisanî’nin 31. Pazar günü idi ki saat 11 raddelerinde mahkemeye götürüleceğimiz tebliğ edildi. Hapishane meydanına indik. Fakat bugünkü kâfilemiz 30-40 kişiye yaklaşmıştı. Çünkü Erzurum’dan ve Uşak’tan getirilenler de bize iltihak edilmiştiler, ikişer ikişer kelepçelendik. Sonra kalanlara kelepçe yetişmediği için onlar da el zincirleri ile bağlandılar.”

“Mutad üzere âlâyü valâ ile mahkemeye getirildik. İki taraftaki merdivenlerin altına doldurulduk. İki üç saat kadar orada ayakta bekledikten sonra çıkarıldık. Polis müdüriyetine götürülüp dairenin altındaki bodruma tıkıldık. Sonradan haber aldığımıza göre mahkeme heyeti fırka müzâkeresinde bulunmak için Meclis’e gittiği cihetle o gün müddeiumumiliğin hakkımızdaki iddianamesi okunamamış.

Burada Atıf Efendi ile bir parça konuşabildim. Teâlî-i İslâm Cemiyeti’nin Anadolu’ya hiç bir beyanname göndermemiş olduğuna dâir Vakit Gazetesi ile yapılan ilânın para kesesinde gizlediği maktuasını mahkemeye gönderdiğini, beyanname cürmünden cemiyetin berî olduğuna dâir hey’ete kanaat geldiğini, şapka risalesini Kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab’ettirmiş olduğunu, ikinci bir defa basılmak şöyle dursun, ilk tab’ının tamamiyle satılmadığını isbat eylediğini haber verdi.

– “Sonunu nasıl görüyorsun?” diye sordum.

– “Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabiî beraat umuyorum” dedi. Birkaç gün münferid koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8. koğuşa getirilmiş olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.

– “Benim için ne düşünüyorsun?” dedim.

– “Ben şapka risâlesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sarihin bilmelisin” cevabını verdi.

– “İnşallah öyle olur” mukabelesinde bulundum.

Hoca hakikaten kurtulacağımızı ümid ediyor, bizim mahkemeye verilişimizin vehimeden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polisi idaresinin körüklediğine kani bulunuyordu.”

“1926 Şubat’nın 2.Salı günü biz ve bize mülhak olanlar hep birden mahkemeye götürdük.”

“Müddeiumumi Bey ayağa kalktı. Rutubet ve enfiyesizlik tesiriyle kulaklarım ağırlaşmış olduğundan tamamiyle işitemediğim bir takım teşrihattan sonra ceza talebine müftü Ali Rıza Efendinin idamından başladı. Pek de hüsnü ibtida olmayan şu başlangıç -yanına tesadüf ettiğim sobanın hararetinden terlerken- beni de titretti.”

“Ondan sonra 10 ile 15 sene müddet arasındaki kürek cezaları talep edildi ki bu on senelikler içine Atıf ve Sofi Süleyman Efendiler ile Suûd Bey dahildi.”

“En önde ve Reis’in ta karşısında duran Atıf Efendi:

– “Reis Bey! Müsaade edin de müdafaalarımızı yazalım. Bunun için bize iki üç gün müsaade edin” talebinde bulundu:

Reis Bey:

– “İçinizde berat edecek olanlar var. Sizin için onları fazla bekletemeyiz. Bu gece yazın, yarın okuyun” katî emrini verdi.”

“Bunun üzerine müftü Ali Rıza Efendi, Reis’e hitaben hakkındaki talebin hemen infaz edilmesini rica eyledi.”

“Hafız Nafiz Efendi yanıma geldi. Sofu Süleyman Efendi’nin müdafaanamesini gözden geçirmemi, hatta lüzumu olan sözleri ilave etmemi söyledi.

Sofu’nun kağıdını aldım, okudum. Senelerden beri Fatih Camiinde ders okuttuğunu, cemaatinin fakir kimselerden ibaret bulunduğunu, Asi Muharrem’i bu asırda görmediğini, Atıf Hoca gibi fitne çıkaracak kitap yazmadığını söylüyor…”

“Ömer Rıza Bey, mahkeme heyetini okşayacak ve kendisini sui-nazardan kurtaracak güzel bir makale yazmıştı.”

“1926 Şubat’ının 3. Çarşamba günü koğuş sakinlerinin heyecanı hergünkünden fazla idi. Beratı talep edilmiş olanlar şüpheye düşüyor, mahkumiyeti istenenler zayıf bir ümit de olsa o talebin hafifletilmesini bekliyorlardı.”

“O sırada Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi aramızda dolaşıyor ve her birimizle helalleşiyordu. Beti benzi gül gibi kesilmiş, gözlerinin kızarmış olmasından anlaşılıyor ki bulunduğu münferit koğuşunda geceyi uykusuz geçirmişti.”

“Atıf Efendi metin görünüyordu. O da sabaha kadar oturmuş, uzun bir müdafaaname yazmıştı. Ali Rıza Efendi müdafaaname yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Atıf Efendi müdafaanamesini bizzat okumuş ve hitamında Reis Bey’e tevdi eylemiş. Beni de çağırdılar ve müdafaanameyi okudum.”

“Daha sonra Ali Rıza Efendi ve Atıf Efendi’yi alıkoyup diğerlerinin kimine kürek cezası kimine hapis cezası verilmiş, kimileri de berat etmişti. Bu iki kişiye ise idam hükmü vermişlerdi. müddeiumum beni tebrik etti ve geçmiş olsun Tahir Bey dedi. Kendimi zor tuttum.

Sevinç, gözyaşı, yeis, keder hepsi aynı anda yaşanıyor fakat sevincimiz de belli etmiyorduk.

Mahkemeden çıktıktan sonra yanımdaki Arif Bey’e evvela telgrafhaneye gidelim de valideme beraatımı bildireyim dedim. O gün “Mühendisin Hanı” diye bilinen bir handa kaldım.”

Şükr ve hamd ile neticelenen bu tahayyulâtın diğer bir faslı da başlıyordu ki o da beraber gelip mahkûm olanların şu andaki ye’s ve melâli düşüncesi idi. Kiminin hapsine, kiminin nefyine hükm edilmiş olan o zavallılar, şüphe yoktu ki bu geceyi ümitsizlik içinde ve büyük bir ızdırabla geçiriyorlar, İstanbul’da avdetlerini bekleyen çoluk ve çocuklarını düşünüyorlar, belki de başlarına çektikleri yorganın altında hazin hazin ağlıyorlardı.

Hele Ali Rıza ile Atıf efendiler son dakikalarını geçirmekte bulunmuş, belki de haklarındaki hüküm infaz olunmuştu. Evvelkinden elîm olan bu düşüncelere de “inna lillah ve inna ileyhi raciûn” demekle hatime çekmeye uğraşıyordum.

Nihâyet ortalık aydınlandı. Kalktım ve abdest aldım. Sabah namazını cemaatle kılmak hatırıma geldiyse de o civarda câmi olup olmadığını henüz bilmiyordum. Binâenaleyh yine yatağın üstünde ve oturduğum yerde kıldım. Uykusuzluğun mahmurluğunu okkalı bir kahve ile gidermek için odadan dışarıya çıktım. Vakıa hanın içinde kahvehaneye benzer bir şey vardı. Lâkin kahvecisi henüz uyanmamış yahut uyanmışsa da mangalını uyandırmamıştı. “Sokağa çıkayım, belki içecek sıcak bir şey bulurum” dedim. Yukarı tarafa, yâni Karaoğlan çarşısına değil, aşağı cihete yâni, eski Meclis binasına doğru birkaç adım attım.

Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yerde mıhladı. Evet eski meclis binası önün de ki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan bu cesetlerden birinin Atıf Efendi olduğu boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor, o refi’ vaziyetiyle merhum, hayattaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ-ihtiyar gözlerimden yaş akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matla’ı olan:

Ulüvvün fi’l-hayâti ve fi’l-memât

Le-hakkun ente ikdü’l-mu’cizât[1]

beyti döküldü.“

[1] Sen hayatta da, ölümde de yücesin

Gerçekten sen mucizelerden birisin

Abdi Keçeli