Laik Ahlak

“Önce ahlak” gibi muallakta kalan tanımlamalarda, ahlakın ne olduğunu tanımlayacak değer belirsizdir. Böyle bir tanımlamada her dünya görüşünün bir ahlak tanımı vardır ve vahyî olandan uzaktır. Bu durumda ahlakın referansı ne olduğu belli değildir, birine ahlaklıdır ya da ahlaksızdır demenin kriteri boşluktadır.

Dine ait hemen hemen her kavram yeniden tanımlanmaya, bugünün dilinde anlaşılacak şekilde izaha muhtaç hale geldi. Hayatında her türlü putu edinmişlere, “Ben Müslümanım” dediğinizde, laiki, kemalisti, faşisti, kapitalisti, liberali, sağcısı solcusu karşınızda yüzü bile kızarmadan “ben de Müslümanım” demekten geri durmuyor. Müslüman olmanın ne demek olduğunu izaha mecbur kalıyorsunuz. Her zaman ve mekânda ayrı birer ilahı olanlara, kelime-i tevhid’in ne olduğunu uzun uzadıya izah etmeniz gerekiyor. Kültürlerin değişmesi dili değiştirdiği gibi, dilin değişmesi de kavram ve kelimelerin asli hüviyetini muğlaklaştırıyor.

İçtimai kavramlardan olan “Ahlak” kavramı da ne yazık ki bu furyadan nasibini alanlardandır. Ahlakın dinden soyutlanarak tanımı, bu kavrama referans olması gereken dini, tanımların dışında bırakıyor. Hatta birçok üretilmiş tanımlamalar da ortaya çıkıyor. “Ahlaksız Müslüman”, “Ahlaklı gavur”, ahlaklı siyasetçi” gibi akla dahası da gelebilecek bu türden tanımlamalar, ahlakın ne olduğunu muğlaklaştırdığı gibi, verili değerlere müracaatı da gözden uzaklaştırıyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla ahlakın dinden bağımsız tanımı, tamamen dünyevi ilişkilerin seyriyle ilgili olarak ele alınıyor. Bugün için yapılan ahlak tanımlamalarında, beşeri boyut öne çıkarken (elbette insani ilişkiler önemlidir), insanlarla olan hukuk gözetilirken, kulun Allah ile olan hukuku göz ardı ediliyor.

Tabi içtimai ve hukuki kavramların dinden soyutlanarak tanımlanmaya başlaması bugünün meselesi değil. Müslüman alemin dünyevileşmeye başlamasıyla birlikte ele alınmış ve sürekli olarak bu kavramlar ağır adımlarla ama sağlam bir şekilde yeniden yorumlanmıştır. Bugün yaşadıklarımız,gördüklerimiz sonuca tekabül edenlerdir. Burada bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus, bu meçhul yorum ve yaklaşımları Müslümanların ciddiye almaması, itiraz etmemesidir. Çoğu zaman da aynı duruma zihinsel ve düşünsel olarak Müslümanların da düşmesidir.

“Ahlaksız Müslüman”, “ahlaksız siyasetçi”, “ahlaksız eğitimci”, “ahlaksız hukukçu” vb. tanımlamaların her biri seküler düşüncenin ürettiği tanımlamalardır. Ve bu tanımlamaların tamamının izaha ihtiyacı vardır. Mesela “ahlaklı Müslüman” ne demektir? “Ahlaksız Müslüman” olur mu? Bir Müslümanı ahlaksız yapan nedir? Tabi burada Müslümandan kastımız Allah’a şeriksiz iman eden, ulûhiyet-rububiyet-ubudiyet hususlarında şirk koşmayan Müslüman tanımıdır. Müslümanı Müslüman yapan ölçüler nelerdir? “Ben Müslümanım” diyenler hiçbir hata yapmayan, günah işlemeyen, her dediğini dediği şekilde yapan mıdır? Yoksa onun da bir insan olarak zaafları, hataları, yanlışları, günahları olabilir mi?

İnsan olmasından kaynaklanan hataları işlemekle, lakin bu hatalar bir hayat tarzı olmamak kaydıyla, hemcinsine karşı yaptığı hatalardan dolayı, Müslüman bir şahıs “ahlaksız Müslüman” olur mu? Eğer hayatını yanlışlar üzerine kurmuş, sözünde durmamayı, insanlara zulmetmeyi, yalancılığı, hak yemeyi, kendi menfaati için başkalarını kullanmayı vs. vs. bir hayat tarzı haline getirmişse, bu kişiye ahlaksız Müslüman mı denir, yoksa böyle bir kişiye imanını kontrol et mi denir? Haramı, günahı yaşam tarzı haline getirmiş insanın Müslümanlığı olur mu? Dolayısıyla böyle bir kişiye ahlaksız Müslüman demek ne derece doğrudur? Ya da ahlaksızlığın yanına bir de Müslüman sıfatını eklemek ne kadar doğrudur?

Şurası da bir gerçek ki, beşeri ilişkilerinde arkadaşlarının, eşinin dostunun en ufak hatalarını affedebilme erdemine ulaşamamış ve hasbelkader yapılan hataları sürekli diline dolayan Müslümanlar, imani olgunluğa erememiştir. Kaldı ki böyle durumda olan birçok kişi aynı zamanda, yaptıklarının ucu küfre, tuğyana, isyana, harama, günaha kadar giden siyasileri de baş tacı etmekten geri durmamaktadır. Dünyevi menfaatler çatıştığı ve ihtilaf çıktığında ahlaksız olarak yaftaladıkları Müslüman kardeşlerini ahlaksız diyerek cehennemin dibine kadar gönderirler. Lakin her türlü fesadı işleyen ve işlemekten de geri durmayan, geri, durmadığı gibi bunu bir hayat tarzı haline getiren, hayat tarzı haline getirdiği gibi fitne-fesadı yaygınlaştıran, yaygınlaştırdığı gibi cebren tahakküm uygulayan siyasetçileri hiçte ahlaksız adamlar olarak görmemektedir. Görmemektedirler, zira eğer ahlaksız olarak görselerdi, küçük kusurlarından dolayı tahkir ettikleri kardeşleri gibi onlarla da aralarını açarlardı.

Dinden bağımsız siyaset yapıldığı için, seküler siyasette dinin bir etkisi yoktur. Dolayısıyla dinin ahlaka da bir etkisi yoktur. Dinden bağımsız olan siyasetin ahlak anlayışı da dinden bağımsızdır, dinsiz bir ahlaktır. Siyaset dinden bağımsız, ahlak dinden bağımsız olduğunda, siyasetin ahlakı nasıl olacaktır? Siyaset, içtimai yapı için adalet ve hakkaniyeti gözetmek için yapılması gereken bir eylemse, adalet ve hakkaniyet dinden bağımsız olarak nasıl gerçekleşecek? Siyasetçinin ahlakının nasıl olması gerektiğini kim, hangi değere bağlayarak tanımlayacak?

Tabi günümüz siyasetçilerinden, daha doğrusu politik oyunculardan elbette dine uygun bir davranışta bulunmaları beklenemez. Laik siyasetin usulü de laiktir, dolayısıyla ahlakı da, adaleti de laiktir. Günümüz siyasetçileri Machiavelli’nin talebeleridir, dilleriyle bunu söylemeseler de halleriyle hepsi makyavelisttir. Uygulamalarında dinle ve dini olanla bir bağları olmadığı gibi, dinin tanımladığı ahlakla da bir bağları yoktur. Dolayısıyla ‘laik ahlak’ tanımının muhatabıdırlar. Ahlakları laik olduğu gibi, terbiyeleri de laiktir. Eğitimleri de, hukukları da laiktir. Bu ve bunun gibi sebeplerden dolayı, ahlak kavramının tanımı da dinden bağımsızdır, la-dinidir.

“Önce ahlak” gibi muallakta kalan tanımlamalarda, ahlakın ne olduğunu tanımlayacak değer belirsizdir. Böyle bir tanımlamada her dünya görüşünün bir ahlak tanımı vardır ve vahyî olandan uzaktır. Bu durumda ahlakın referansı ne olduğu belli değildir, birine ahlaklıdır ya da ahlaksızdır demenin kriteri boşluktadır. Son dönem ahlak tanımlamalarında laik ahlak tanımlamaları popüler kabuller arasında yer almakta ve ahlakın kriteri/ referansı dünyevi olana tekabül etmektedir. Yani kutsal olanla, vahyî olanla, imanla ve kitapla bir ilgisi yoktur. Bunun en bariz belirtisi, “önce ahlaklı olmalı” sözüdür. Bu söz çok su götürür türdendir ve üzerinde düşünülmesi gerekir.

Eğer imanla ahlakın arası açılırsa, insanla ahlakın da arası açılır ve surda onarılmaz gedikler oluşur. Bu hususlara dikkat etmek gerekir. Kanaatimizce bu tür tanımlamaların ve içtimai zeminde taban bulmasının laikleşmeyle yakından alakası vardır. Zira dinden bağımsız salt ahlak tanımı, tamamen laikleşmenin ve Protestanlaşmanın eseridir. Laik bir iktidarın laikleşmiş bir topluma ihtiyacı vardır ve bir toplumun kurucu kavramları da laikleşmelidir. Bu kavramların başında da devlet için adalet, insan için ahlak gelir.

Bilindiği gibi daha önce adalet laikleştirildi ve adalet kavramı da dinden bağımsız bir tanımla gündem edildi. Önce adalet diyenler, kimin, hangi değerin, hangi dünya görüşünün, hangi hayat tasavvurunun adaleti olduğu hususunda bir izahta bulunamadılar. Bu yaklaşımlarda dikkatimizi çeken diğer bir yön, bu tanımlamalara anlam verenlerin öncelikle sosyoloji ve pedagoji üzerinden yürüdüğü görülmektedir. Yani seküler temelli laik tanımlamalar olarak ele alınıp değerlendirildi. Bu değerlendirmelere Müslüman mütefekkirler de alet oldu, kullanıldılar. Sosyoloji ve pedagoji üzerinden yürünen bu yolda aynı zamanda geleneksel ulema, kavramlar, tanımlar, fakih ve fıkıh kendi geleneğinin dışında sürekli tartışma konusu yapıldı. Toplumu yeniden şekillendirmenin laik usulü tercih edildi ve toplumu inşa görevi modern dünyanın peygamberleri olan sosyologlara devredildi. Seküler temelli sosyoloji kutsal olanı sadece bir tahlil meselesi babında görerek, toplum üzerindeki etkisini analiz edip kendi lehine çevirmeyi görev bildi.

Bu konuda kendisine bir yardımcı bulmalıydı, bu da elbette eğitim bilimi olan pedagoji ve pedagog oldu. Lakin ne pedagoji biliminin ne de pedagogun eğitimle ilgili bir endişe taşıdığı söylenemez. Modern bir dünya görüşünün yetişmekte olan nesle narkozlanması görevini layıkıyla yerine getirme azminde olan bu iki bilim (!) dalı, öğreticilerden oluşan bir orduyla laik bir anlayışa sistemli bir şekilde taban oluşturdular. Pedagog/öğretici hiçbir zaman öğrencisinin eğitimiyle uğraşmaz, zira görevleri arasında eğitmek yoktur. Sadece dayatılmış kabulleri, öğretilmiş yanlışları muhatabına ezberletir. Ezberleyip ezberlemediklerini de sınavlarla test eder. Mesela tarihçiler, Müslüman olsun ya da olmasın, tarihi öğretirler, tarihin kırılma anlarını öğrencilere anlatırlar, ama bu tarihin kırılma anlarının hiçbir yerinde peygamberlerden bahsetmezler. Vahiyden, kutsaldan bahsetmezler. Müslümanların tevhidşirk mücadelesinden bahsetmezler/bahsedemezler.

Sosyoloji ve sosyolog da böyledir. Sosyolog toplumun dertlerine çözüm üretmez, böyle bir amacı yoktur. Modern bir bilim olarak sosyoloji, modern toplumun rehberleri olan sosyologlar da toplumu analiz ederek iktidarlar lehine yönlendirir. Çözüm önerileri her zaman, bir başka soruna işaret eder. Tıpkı modern tıp gibidir. Size ağrıyan yerinizin iyileşmesi için ilaç verirler, ama verdikleri ilaç siz de başka bir hastalığa kapı açar. Yeni hastalığınız için verilen ilaç, diğer başka bir hastalığa yol açar. Bu durum böyle sürer gider.

Sosyologlar ve pedagoglar geleneksel toplumlarda var olan kadim değerleri yok sayamazlar, böyle bir imkâna sahip değillerdir. Yapmaları gereken bu değerleri yozlaştırıp laikleştirmek, kutsaldan arındırmaktır. Bu iş için acelecidirler, birilerinin uyanmasını, söylenenlere şerh koyup itiraz etmesinin önüne geçmek için bütün imkânları kullanırlar. İktidarlar için adaleti, içtimai yapıda ahlakı laikleştirirler. Dinden bağımsız değerlendirirler. Dinden bağımsız ahlak, laik bir ahlaktır ve salt akla dayanan tanımlamalar içerir. Mesela ahlakın iyi olmasının maddeleri sıralamasında Allah’ın hukuku kesinlikle yoktur. Laik ahlakın kabulünde ise beşeri bir dine dönüşen Hıristiyanlığın etkisi büyüktür. Zira Hıristiyanlıkta kulun selameti (!) için Allah’ın müdahilliği ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Allah’ın olmadığı bir ahlak tanımı, dünyevi olarak beşerin manevra kabiliyetini genişletir. Bu sebepten “önce ahlak” denir, lakin bu ahlakın neye göre olacağının tanımı yoktur. Laik ahlak tanımlarında “kamu yararı” öne çıkar fakat burada da kamu yararının ne olduğu ve neye göre olduğu muallaktadır.

“Önce ahlak” tanımında, ahlak bağımsızdır. Bu bağımsız ahlak daha çok Protestanlığın öncelediği yaşam tarzına doğru bir seyir izler. Bu yaşam tarzı laik bir yaşam tarzıdır ve kapitalist ideolojiyle yolları kesişir. “Önce ahlak” değil de, “önce iman” denildiğinde ise, bu kavram Protestan düşüncenin ürünü olan laik ahlakın yeşerip büyümesine imkân tanımaz. Zira “önce iman” denildiğinde, hayatın her safhasına Allah’ın ve dinin müdahilliği gündeme geldiğinden dolayı, ahlakın da koruyup gözeticisi tartışmasız olarak Allah’tır ve O’nun dinidir. Sosyolog ve pedagog bu kabule tam burada itiraz eder. Bunun sebebi ise, imanı olmayanların, ulûhiyetle, rububiyetle ve ubudiyetle bir bağının olmadığından dolayı, ahlaksız olmak gibi kaldırılamaz bir yükü sırtlanmaları kaçınılmazdır. Oysa ne sosyoloğun ne de pedagogun böyle bir yükü sırtlanmak mecalinin olduğundan bahsedilemez. İkisi için de lazım olacak en son şey, dindir.

“Önce ahlak” tezinde, insanın Ahsen-i Takvim oluşuna işaret eden kudsiyet emaresi yoktur. Din ve ahlakın hakiki surette birleşmiş olmasından bahsedilemez. “Önce ahlak” tezi, ahlakın manevi temelini teşkil eden fikirden uzaklaşmayı da beraberinde getirir. Tarafsız ve tanımsızdır, isteyen her ideoloji, ideolog, sosyolog, pedagog ahlakı alır, kendi dünya görüşüne göre tanımını yapar. Nitekim putperest toplumlar böyledir. Putperestlerin ahlaki anlayışı ile Müslümanlarınki farklıdır ve ikisi başka değerlere atıf yaparak tanımlanır. “Önce ahlak” tanımı, dini mahiyete haiz olan her türlü esastan ari görünür. Bir kapitalist, bir laik, Kemalist, sosyalist, liberalin vd. dünya görüşlerinin dünyaya ve insana bakışı da “önce ahlak” tanımıyladır. Hakeza politikacıların da öncelediği tanım, önce ahlaktır. Velakin önce ahlak diyenlerin her türlü ahlaksızlığı yapmaktan geri durmadığı tartışmadan uzaktır.

Bu tanımın kullanılmasında esas sıkıntı verici yanın, Müslümanlar tarafından da teveccühle karşılanması ve dillerine dolamasıdır. Kanaatimizce bunun sebepleri de dünyevi endişelerle ilişkilidir. Bize ait olmayan iktidar ve toplum yapısında, egemen yargıya esastan muhalefet etmek, dünyevi bir bedelin, birçok şeyi göze almanın zaruretini de beraberinde getirmektedir. Önce ahlak tanımı, söyleyenin nereye ait olduğunu, aidiyet bağını açıkça göstermekten uzaktır. Lakin “önce iman” denildiğinde, bu tanımı kullananın nereye ait olup, nereden konuştuğu bellidir. Müslümanın ve laikin “önce ahlak” demeleri aralarında bir probleme tekabül eden ihtilafı ortaya çıkarmazken,

Müslümanın “önce iman” demesi, bir ayrıştırmayı beraberinde getirir. Laik zihniyet, Müslüman düşünceye muhalefet etmenin kaçınılmaz sonucuna varır.

“Önce ahlak” mı yoksa “önce iman mı” sorusunun en güzel cevabı, Cafer Bin Ebu Talib’in Habeş Kralına karşı yaptığı çok dikkat çekici savunmasında saklıdır. Cafer Bin Ebu Talib muteber bütün tarihi vesikalarda yer alan konuşmasında şöyle der: “Ey hükümdar! Allah aramızdan birini seçip de onu kendisi için elçi olarak gönderene kadar biz cahillerdendik. Putlara tapar, günah işlerdik. Ölü eti yer, akrabalarımızla alâkayı keser, komşularımıza kötü davranırdık. İşte bu hâl üzereyken Allah bize soyunu sopunu, doğruluğunu, eminlik ve iffetini çok iyi bildiğimiz bizden birini peygamber olarak gönderdi. O da bizi Allah’ı birlemeye ve O’na kulluk etmeye çağırdı. Bize doğru sözlülüğü, emanete hıyanet etmemeyi, akrabaları ziyareti, komşulara iyi davranmayı, kan dökmemeyi ve haramlardan uzak durmayı emretti. Kötülüklerden, yalan yere şahitlikten, yetim malı yemekten, iffetli kadına iftiradan men etti. Allah’a ibadet etmemizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı, namaz kılıp sadaka vermemizi istedi. Biz de onu tasdik ettik. Getirdiğine uyduk. İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu. Eziyet etti. Bize işkence ettiler, sıkıntılara düşürdüler, yapmak istediklerimize engel oldular. Biz de seni başkalarına tercih ederek memleketine geldik. Senin himayene güvenip zulme uğramayacağımızı ümit ettik.”

“Önce ahlak” tanımı aynı zamanda birçok itikadi esasa şerh koyar. Bunların başında da dinin belirleyici olan buyurgan yönüdür. Bir tefecinin, bir kapitalistin, bir kemalistin, anadan üryan sokaklarda gezen birinin bile “önce ahlak” demesi ve Müslüman zihnin de buna “evet önce ahlak” diyerek mukabele etmesi, durumun vahameti açısından düşünülmesi gereken bir husustur. İman merkezli ahlakın tanımlamalarıyla yürüdüğümüzde, bahsettiğimiz kliklerdeki ahlak tanımlamaları anlamsızlaşacaktır.

Mesela “önce ahlak” diyenlerden hemen hemen her kesim, aynı zamanda bireysel özgürlük savunusunda bulunanlardır. Bireysel özgürlük savunuculuğu yapmak ve aynı zamanda da “önce ahlak” demek başlı başına ahlakın ne olduğunu anlamsız kılmaktadır. Oysa özgürlüğün ne olduğunu Müslüman düşüncesi kendi tasavvurunda değerlendirmelidir. Özgürlüğün kuralı kaidesi, düzeni intizamı yoktur. Allah’a kulluğu, dine ilişikliği, müminlere aidiyeti ve kutsalı yoktur. Yazılı ve görsel medyada her türlü fesadı işlemekten geri durmayanlar, “önce ahlak” demekten de geri durmamaktadır. “Önce ahlak” tanımında ilahi velayetin bağı yoktur. Önce ahlak tanımında haram ya da helal, günah ya da sevap gibi dine ait emir ve yasaklara rastlayamazsınız.

Her kavramda imanı öncelemek, “önce iman” demek, imanın sonrasında gelen kavrama anlam verecektir. Dolayısıyla kavramların anlam ve kuvvet bulduğu yer Allah’ın emrivaki olan yasalarını, ilgili kavrama taşıyacaktır. İman sadece bir sözden ibaret değildir, baştan aşağı emirdir ve muhatabını şekillendirir. En yüksek mertebeden hitap eder ve hitap ettiğinde bütün düşünceler, düzenler, tasavvurlar sükûta mahkûm olur. Ve iman muhatabında herhangi bir tereddüde fırsat vermeyecek etkiye sahiptir. Bundan dolayı emirler manzumesidir.

İmanın ve dinin çizmiş olduğu hat üzerinde yürüyen insanlarda, Allah korkusu en baştan etkili olduğu için, ne ferdi ne de içtimai anlamda ahlaksızlık olmaz. Dinin ahkâmına olan bağlılıkları, kalplerine metanet verdiğinden dolayı gerek helallere devamda sabrı, gerek haramlardan kaçışta sabrı her daim öncelerler. İmanı öncelemek, ahlakı da, adaleti de, merhameti de, muhabbeti de, sevgiyi de, dostluğu da öncelemektir. Yüreğinde Allah korkusu bulunanlar, dinin yasalarının aleyhine hareket edemez. Müslümanlar da hata yapabilir, ama onlar bir hata yaptıklarında derhal pişman olurlar ve günahlarına tövbe ederler, aslına dönerler. Önce ahlak tanımında, tövbe makamı yoktur. Zira beşeri dinlerin bütün  müntesiplerinin tamamı “önce ahlak” demektedir. Düşünsenize, ahlaksızlığı pompalayan iktidarlar bile, ahlaklı olmaktan bahsedebiliyor.

Eğer bahsimiz olan ahlakı bu minvalde düşünecek olursak, ahlakı da dinen ve vicdanen şekillendirecektir. Dinin tasarrufunu kayda almadan yapılan kavram tanımlamaları bütünüyle laikleşir, sekülerleşir. Modern tasavvurun da öncelediği, bu anlayışın kabul görmesini, dinden bağımsız tanımlamaların içtimai anlamda kanıksanmasını sağlamaktır. Kanaatimizce Müslümanlar böyle durumlarda feraset ve basiret sahibi olmalı, kendi usul ve geleneğinin dışındaki yaklaşımlara ilgi göstermemelidir. Daha da ilerisi, yanlış tanımlamalara, anlamlandırmalara reddiyede bulunarak, asli olanı beyandan geri durmamalıdır.

İktibas Eylül Sayısı / Yakup Döğer