Kırkayağın hafıza kaybı

“Kipling’in öyküsündeki kırkayağı düşünün... Kırk ayağının kırkını da rahatlıkla kullanarak güzel güzel yürürken karşısına çıkan bir dalkavuk, onun eşsiz hafızasına övgüler düzmeye başlar ve hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce on ikinci ya da otuz beşinciden önce yirmi dokuzuncuyu atmadığını söyler. Acımasızca özbilinç kazandırılan zavallı kırkayak artık bir adım bile atamaz olur”..

Köprüdeki iki inatçı keçinin hikayesini bilirsiniz… O aslında bütün kendinden öteye geçemeyenlerin hikayesidir.

Her şeyi iki birbirinin tersi diye bildiğimiz iki renge kadar eksiltip indirgediler. Şimdi her şeyi ya siyah ya beyaz görüyoruz. Siyahla beyazda saf tutup her gün, her an birbirimizle cenge tutuşuyoruz. Kim kazanıyor? Biz değil; cenk kazanıyor. Hayatımız bir uçtan bir uca cenge boyandı. Siyah siyahlığından, beyaz beyazlığından zerre şüphe duymayacak kadar emin… Hayatın başka renkleri de olduğunu, her rengin neredeyse sonsuz sayıda tonları da bulunduğunu çoktan unuttuk. Meselelerin kahir ekseriyetinin girintileri çıkıntıları olduğunu, bazen söze dahi sığmayacak ayrıntıları bulunduğunu tümüyle hatırımızdan çıkardık. Cevap aramayı bıraktık, cevaplara en yakın soruları uydurmaya çalışır olduk. Yine soruların haylaz tabiatları gereği sadece siyah ya da beyazla karşılanamayacak enginlikte meraklardan doğduğunu, doğması gerektiğini bilmezden gelir olduk. Hakkaniyeti esas almak yerine, haklılığın doğuştan tapulu malımız olduğunu vehmeder olduk. Taraf olduk ama taraflığımıza bir tarif aramadık. Safımızı seçtik ama saflığımızı koruyamadık. Başkalarından farkımızı ortaya koymak için yola çıktık, başkaları gibi davranır olduk. Sesimiz duyuluyor belki ama kalplere sürûr veremiyor artık sözlerimiz. Yaşıyoruz kafamıza göre belki ama yaşatamıyoruz hayatın renklerini. Bir kısmımız siyahta mahsuruz, bir kısmımız beyazda tutsak. Biz birbirinin tersi biliyorduk ama şu köleliğimize bakınca, bu ikisi galiba aynı renk!

“Duvarı hangi renge boyayalım?” diye sordu boyacı. “Duvar rengine!” dedi hiç düşünmeden ev sahibi.

Bir de şunu düşünün; sadece iki yaprağı olan bir renk kartelası ne hisseder?

Her gün aynı elbiseleri giymek istemiyoruz. Aynı yemeği yemek istemiyoruz. Aynı şarkıyı dinlemek, aynı filmi izlemek, aynı kitabı tekrar tekrar okumak istemiyoruz.

Peki, neden her

gün aynı ezberi laf diye tekrar edip duruyoruz?

“Kipling’in öyküsündeki kırkayağı düşünün… Kırk ayağının kırkını da rahatlıkla kullanarak güzel güzel yürürken karşısına çıkan bir dalkavuk, onun eşsiz hafızasına övgüler düzmeye başlar ve hiçbir zaman yirmi birinci ayağından önce on ikinci ya da otuz beşinciden önce yirmi dokuzuncuyu atmadığını söyler. Acımasızca özbilinç kazandırılan zavallı kırkayak artık bir adım bile atamaz olur” diye yazmış ‘Sosyolojik Düşünmek’te Zygmunt Bauman.

Hayat bizim kendimizi teslim ettiğimiz kadar renksiz bir şey değil, o kadar az, o kadar sığ, o kadar eksik değil… Hayat gözünü açanlar ve görmeyi gerçekten isteyenler için sonsuz renklilikte bir şey… Doğumdan ölüme uzanan rengarenk bir gökkuşağı… Ama dönüp bakmıyoruz, bakıp görmüyoruz. Görme kaybımız o kadar büyümüş ki, renksizliği dünyadaki tek renk sanıyoruz.

“Bahar gelsin şu dağlara çıkayım/ Belki derdimize çare bir çiçek/ Toplayıp devşirip derman eyleyim/ Açılan yaramı sara bir çiçek” diyor Aşık Reyhanî, rahmet olsun.

Bir tek çiçeğin içinde bin bir çiçeğin rengini, kokusunu, neşvesini bulan insanlar da var.

“Kim ki kendine bir dost bulamaz” dedi meczup, “ona kendinden daha büyük düşman olamaz!

Yeni Şafak / Gökhan Özcan