Kimlik Savaşı

İslâm dünyası, politik Şiîliğin (Fâtımîler ve Safevîlerden sonra) üçüncü yükselişine ve bölgesel hâkimiyet çabasına tanıklık ediyor.

Şiilik bir muhalefet ve -Hamid Dabashi’nın tespiti ile- protesto dini olarak ortaya çıktığı gibi; Vehhabilik de benzeri saikler ve iddialar ile o güne kadar gelişen İslami anlayışları protesto üzerine bina edilmiştir.

Diğerlerine karşı protestoda birleşen bu anlayışlar, birbirlerine karşı da şiddetli bir muhalefet geliştirmişlerdir. Şiilik, Vehhabiliğin ortaya çıkması ile birlikle tek başına sürdürdüğü ve kendisini ayakta tutan muhalif duruşuna ortak olan Vehhabiliğe diğer mezheplerden çok daha fazla tepki göstermiştir. Vehhabiler ise kendilerini mutlak doğrunun temsilcisi olarak kabul edip, müşrik saydıkları Şiileri hedef almışlardır. İki taraf arasında bugün görülen düşmanlığın psikolojik nedenleri bu anlayışlarında saklıdır.”

Bu cümleler, Zekeriya Kurşun Hocam’ın, 19 Eylül Perşembe günü Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısından. Ben de tam bu noktadan devam etmek istiyorum:

1979’da İran’da Muhammed Rızâ Pehlevî iktidarı devrildiğinde, yerine konacak rejimin karakteri ve pratiği, hem ülke içinde hem de dışında merak ve endişe konusuydu. Bizzat Şiî gruplar, “Kayıp İmam” gelmeden bir devlet kurmanın meşruiyetini sorgularken (aynı sorgulamayı, 1948’de İsrail kurulurken, dindar Yahudiler de yapmıştı. “Beklenen Mesih” gelmediği için, kurulan devletin meşru olmadığını savunan Yahudi gruplar hâlâ mevcut), İslâm dünyası “devrim ihracı” korkusuna odaklanmıştı.

“İslâm Devrimi”nin lideri Ayetullah Humeynî, oldukça sabırlı ve uzun vadeli bir strateji izleyerek, Necef’teki sürgün yıllarında olgunlaştırdığı “Velâyet-i Fakih Teorisi”yle, Şia içindeki itirazları büyük ölçüde karşıladı. “Kayıp İmam” henüz zuhur etmemiş olsa da, ona vekâlet eden bir yönetimin kurulması mümkündü, Humeynî’nin iddiasına göre. Devrimin “İslâmî” vurgusu da, itirazların azalmasını hızlandırdı. Humeynî, İslâm dünyasından gelen endişeleri de, “İslâm Devrimi”nin Müslüman kardeşliği ortak paydasından hareket ettiğini savunarak göğüslemeye çalıştı. Bu bağlamda, İran’ın yeni yönetimi Filistin ve Kudüs davasını çabucak sahiplendi. İhdas edilen “Kudüs Günü” gibi sloganik vesilelerle Müslüman dünyanın karşı çıkamayacağı bir siyasî çerçeve çizildi, Filistinli gruplarla kurulan organik-finansal temaslar da, İran’ın sahaya hızla intibak etmesini sağladı. İslâmî Cihâd Örgütü tamamen İran’ın kumanda ettiği bir yapılanma olarak şekillenirken, Hamas da zaman içinde İran etkisine açık hale geldi.

“İran İslâm Devrimi”, Arap dünyasının kelimenin tam anlamıyla paramparça edildiği bir zamana denk gelmişti. Birçok alanda var olan muazzam boşluklar, bu sayede İran tarafından kolaylıkla dolduruldu. Yaşanan bazı olaylar da, İran’ın yeni yönetimine Müslüman dünya nezdinde kendini ispatlama ve tanıtma fırsatı sundu. 1980’de Saddam Hüseyin’in İran’a saldırısıyla başlayan sekiz yıllık yıkıcı savaş, 1982’de İsrail’in Beyrut kuşatması, Suriye’de Hâfız Esed yönetiminin Sünnî muhaliflere uyguladığı katliam ve baskılar… Tüm bu süreçler, İran’ın elinin daha da güçlenmesine yardımcı olurken, Arap ülkelerinin kendi içlerindeki ihtilaf ve ayrışmalar giderek derinleşti.

On İki İmam Şiîliği’ni (İsnâ Aşeriyye) resmî ideoloji ve inanç olarak benimseyen, dış politikasının ana eksenine de Şiîliğin etki alanını genişletme hedefini yerleştiren İran devlet aklı, geçtiğimiz 40 yıllık süreçte ciddi bir ilerleme kat etti. Irak ve Lübnan Şiîleri normalde “Arap karakteri baskın” bir kimliğe sahipken, yüzlerini Tahran’a döndüler. (Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, daha geçen hafta “Bugün bizim Hüseynimiz, liderimiz, önderimiz Ayetullah Ali Hamaney’dir” diyordu. Irak’ta “Arap Şiîliğinin temsilcisi, İran politikalarının da muhalifi” olarak görülen Muktedâ Sadr, Âşûrâ törenlerinde, Hamaney’in dizinin dibinde oturuyordu.) Nusayrîlik normalde “heretik” bir Şiî akım olarak görülürken, muhabbetle kucaklandı; bu sayede Suriye’deki İran nüfûzu derinleşti. Yemen’de, Zeydîlik yüzyıllardır Ehl-i Sünnet’e en yakın Şiî akım iken ve ülke tarihinde mezhep temelli bir ayrışma hiç yaşanmamışken, Hûsîler On İki İmam Şiîliği’ne devşirilerek silahlandırıldı. Nijerya’da bile yüzde 10’luk Şiî bir kitle oluştu.

Tüm bunların karşısında, Arap dünyasında kitleleri sürükleyebilecek ve tek bir hedefe odaklayabilecek güçlü bir ideoloji yok. ABD ve Batı ile müttefik rejimlerin halklarına uyguladığı baskılar, bu dağınıklığı daha da içinden çıkılmaz hale getirirken, ülkeler arasındaki bitmez-tükenmez rekabet ve düşmanlıklar da, tablodaki karanlık tonu koyulaştırıyor. Suudilerin “Vehhâbî” ideolojisi, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın tepeden inmeci “modernleşme” hamleleriyle giderek şekilsiz ve tanımsız bir hal alıyor. Bu da, şimdiye kadar öyle veya böyle Suudi Arabistan’ı güçlü ve diri tutan devlet ideolojisinin ortadan kalkmasından başka bir anlama gelmiyor. Birkaç gün önce, Aramco tesisleri vurulduğunda sergilenen çaresizlik, görebilene çok şey anlatıyor aslında.

İslâm dünyası, politik Şiîliğin (Fâtımîler ve Safevîlerden sonra) üçüncü yükselişine ve bölgesel hâkimiyet çabasına tanıklık ediyor. Sahadaki gerilimin ve kavganın en kayda değer sebeplerinden biri bu. Türkiye’den bakınca net bir şekilde göremediğimiz ve belki de doğru şekilde okuyamadığımız bu durum, Arap sokaklarında çok yakından ve sıcak şekilde hissediliyor.

Tarihin şakası yok maalesef.

Taha Kılınç