Modernitenin en belirgin özelliklerinden birisi, insanı manevi yaşantısından soyutlayıp onu kendi “biyolojisi”yle baş başa bırakmasıdır. “Bütün toplumsal hayaller uçup gittiğinde” diyor Milan Kundera, “insanoğlu ‘dinsel ihtimallerin … kendisi için tamamen geçersizleştiğini’ gördüğünde, öze ilişkin ne çıkar ortaya? Beden. Görünür, acıklı ve somut, yegâne ecce homo.” (Milan Kundera, Bir Buluşma, Can Yayınları, 2017, s.24) Modern dünyada bedenimizle baş başa, ama iktidarın denetiminde yaşarız. Gelenekten, dini bağlardan soyutlandığımızda hissettiğimiz özgürlük, hemen ertesinde iktidarın kapılarına çarpar. Bedene, biyolojisine indirgenen insan yönetim, eğitim, sağlık teknikleri ve nüfusu düzenleyici tekniklerle iktidar tarafından kimi zaman kendisine fark ettirilmeden kimi zaman da doğrudan baskı altına alınır. Foucault’nun biyo-iktidar adını verdiği bu yeni iktidar biçimine göre, iktidar merkezsizdir ve beden politikaları vasıtasıyla toplumun bütününe yayılır. Yani bedenimizle başbaşayızdır fakat aslında bedenimizle başbaşa değilizdir. Bedenimiz iktidarın gizli ya da açık yönetimi ve denetimindedir.
Modern ve uyuşuk
Biyolojisine indirgenmiş yahut terk edilmiş bu modern insan sık sık mutsuz olur ve depresyona girer. Henüz ergenlik döneminde anti-depresanlarla tanışan körpe bedenler, bilgisayar oyunlarında kaybolup giden, eğitimi test kitapçığından ibaret haline gelen bir gençlik, yüksek kültürün yaşatacağı zihinsel hazlar yerine gündelik hazları tercih eden ve tv karşısında uyuklayarak gününü geçiren modern ama uyuşuk, depresif kitleler. Modern hayattaki mutsuzluğu, ıstırabı, yası, melâli yahut kederi “depresyon” başlığı altında değerlendiren uzman kitlesi ve tavsiye ettikleri kimyasal öpücükler: Prozac, Efeksör, Lustral… “Sürekli mutsuz hissediyor musunuz? Beyninizdeki serotonin düzeyiniz azalmış olmalı, bu yüzden mutsuz hissediyorsunuz. Serotonin düzeyini normale çıkarmak için şimdilik bu haplardan kullanın.” Halbuki üzgün ve mutsuz görünen birine daha iyi sorular sorulabilirdi: Hayatınızda neler oluyor? Aile bağlarınız nasıl? Kentte mi kırda mı yaşıyorsunuz? Apartmanda mı bahçeli bir evde mi, mahallede mi yoksa akıllı sitede mi oturuyorsunuz? Dostlarınız arkadaşlarınız var mı? Yaşadığınız ortamdan memnun musunuz? Kariyer durumunuz nasıl ilerliyor? Çocukluğunuz nasıldı? Büyük bir kayıp yaşadınız mı? Yas tutar mısınız? Sevdiğiniz birilerinden ayrılmak zorunda kaldınız mı? vb.
Reçeteli ilaçlar gün geçtikçe etrafımızı sararken bu konuda yapılan araştırmalar son derece ilginç. Antidepresan kullanan insanların sayısı gittikçe artıyor. “Bugün ABD’de beş yetişkinden birisi psikiyatrik sorunlar için en az bir ilaç kullanıyor; neredeyse dört orta yaşlı kadından biri antidepresan kullanıyor; Amerikan liselerinde yaklaşık 10 oğlan çocuğundan birine odaklanması için kuvvetli bir uyarıcı veriliyor; yasal ve yasadışı ilaçlara bağımlılık öyle yaygınlaştı ki ABD’de barış zamanı içinde ilk defa beyaz erkeklerin ortalama yaşam süresi inişe geçmiş durumda. Bu etkiler Batı dünyasının dört bir yanına yayıldı: Örneğin siz bu satırları okurken her üç Fransızdan biri antidepresanlar gibi yasal psikotropik ilaçlardan alıyor. Birleşik Krallık ise Avrupa’nın tamamında kullanım oranının neredeyse en yüksek olduğu yer haline geldi.” (Johann Hari, Kaybolan Bağlar, Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler, Metis Yayınları, 2019, s.21-22) Peki ya bizdeki durum nasıl? Yapılan araştırmalar bizde de durumun Batı ülkelerinden çok farklı olmadığını gösteriyor. Ülkemizde her yıl antidepresan kullananların sayısı gittikçe artıyor. Yapılan araştırmalara göre Türkiye’de 2008-2016 yılları döneminde antidepresan kullanımındaki artış yüzde 47’yi geçmekte. Daha da artacak gibi görünüyor.
İnsanın ıstırabı
Her fikrin bir anti-tezi bulunabilir. Anti-depresan fikrinin de var. Dünyada ve Türkiye’de ilaç kullanımı hızla yükselirken, aynı zamanda antidepresanlara müspet yaklaşmayanların, onların işe yaradığına dair bulguları ‘efsane’ olarak niteleyenlerin de sayısı artıyor. Mutsuzluğun beyinde serotoninin azalması meselesiyle ilgisi olmadığını ileri süren pek çok ilmi araştırma mevcut. Mutsuzlukla alakalı durumumuz aslında beynimizdeki bir eksiklikten değil, yaşadığımız dünyayla ilişkimizden, kendi dünyamızı kurma biçimimizden kaynaklanıyor. Johan Hari depresyon hakkında yazdığı Kaybolan Bağlar adlı harikulade kitabında bu konuya kapsamlı bir şekilde değiniyor. Hari, özellikle Amerika’da ilaçlarla ilgili yapılan bilimsel araştırmaların yine bu ilaçları pazarlayan şirketler tarafından finanse edildiğini ve gerçekleştirildiğini dolayısıyla da menfi yönde pek çok bilimsel verinin kamuoyuna açıklanmadan hasıraltı edildiğine dikkat çekiyor. İlaçlar hakkındaki bilgimiz, yalnızca ilaç şirketlerinin bilmemizi istedikleri kadar. Bu şirketler sadece bedene indirgenmiş olan hastanın kimyasal dengesizliğini ön plana çıkararak diğer verileri göz ardı ediyor. Hari’ye göre, antidepresanlar üzerine gerçekleştirilen klinik deneylerin sonuçları anlamlı değil. Depresyonlu hastanın dengesi bozulmuş. Denge önemli ama neye göre kime göre? İnsanı sadece biyolojik gerçekliğiyle ele alarak sorunu antidepresanlarla çözmeye çalışan yaklaşım kendisini bilimsel olarak gerekçelendirmek konusunda dahi son derece başarısız.
Melâli anlamak
Hâlbuki insan yalnızca bedenden, fizyolojisinden ibaret değildir. Platon ve Aristoteles’e göre bedenin yanında ruh da vardı ve hatta insan büyük ölçüde ruhtu. Dini gelenekler de insanı yalnızca beden değil, ruh varlığı olarak ele alır. İnsanın ıstırabını anlayan veya anlamaya çalışan klasik kültürden, insanı biyolojik bir varlık olarak kabul ederek onu bastırmaya çalışan modern kültüre doğru evrilişimiz, insanın hayatının doğal bir parçası olan yas tutmayı dahi depresyon olarak kabul etmeyi de beraberinde getirdi. Kadim bilgeliğin yerini kimyasal içerikli haplar aldı ve mutluluğun ya da mutsuzluğun asıl sebebinin üzeri örtüldü. Üstelik mutluluk kavrayışının kendisi de hiç sorgulanmadan. Modern insan kendisini niçin ‘mutlu’ olmak zorunda hisseder? Haz ve mutluluk aynı şey midir? Kişinin sürekli mutlu olması nasıl mümkün olabilir? Sorular izahata muhtaç. Bize mutlu olma zorunluluğunu hissettiren modern kültürümüzdür. Nasıl, hızlı, aktif ve sorun çözücü olmamız isteniyorsa mutlu olmamız da isteniyor. “Doğuştan gelen bir kusurumuz var” diyor Arthur Schopenhauer, “hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz.” Halbuki mutluluk arayışı sürekli olsa da mutluluğun kendisi sürekli elde edilebilir ya da ulaşılabilir bir hedef değildir. Her melâl hâli de mutsuzluk değildir. Almanların “Weltschmerz”i, dilimize tercümesi zor olan bu kelime, yani dünyadan duyulan, dünyanın kifayetsizliğinden duyulan derin acı, melâl depresyon haplarıyla tedavi edilemez. “Ne sen” der, melâlin şairi Ahmet Haşim, “ ne ben, ne de hüsnünde toplanan bu mesa, ne de alam fikre bir mersa, olan bu mai deniz, melâli anlamayan nesle aşina değiliz.”
Modern kültür mutluluğu maddi dünyada aramamızı salık veriyor; daha yüksek statülerde, daha fazla parada, yüksek fiyata satın aldığımız eşyalarda, vs. Ancak bizi gerçekten tatmin edecek olan şey maddi mutluluk arayışı mıdır anlam arayışı mı? Toplama kampını tecrübe etmek zorunda kalmış olan dünyaca ünlü pskiyatr Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı adlı harikulade eserinde insanların en büyük acılarının üstesinden onları anlamlandırdıklarında gelebildiklerini Holocaust, yani Yahudi soykırımı örneğinden hareketle anlatır. Modern dünya acıyı, ızdırabı, sıkıntıyı anlamlandırmamıza izin vermez. Onu anlamlandırmayı değil, bastırmayı, kimyasallarla ortadan kaldırmayı önerir. Arabamda sıkışık trafikte seyir halinde radyo dinlerken, radyoda sunucuya bağlanan bir doktorun “Baş ağrısının nedeni ağrı kesicidir” dediğini hatırlıyorum. Bu anarşist ruhlu doktora buradan selam gönderiyorum. Kendisine hak vermemek elde değil. Modern kültür hem zehir hem ilaçtır; modern kültür Pharmakondur.
Modern kültür ve içinde yaşadığımız dünyanın koşulları anlam üreten kadim yapıları süratle değiştiriyor. Yoğun trafikte saatlerin geçirildiği ve sinir küpüne dönüldüğü kent hayatı anlam üreten, komşularla psikolojik terapinin mümkün olduğu mahalleleri yıktı, yoğun iş temposunun eşlikçisi fast-food kültürü aile hayatını değiştirdi, akşamları yemek masasının etrafında toplanan aile görüntüsü gittikçe silikleşiyor. Modern kültür insanı yalnızlığa mahkûm etti. Yapılan toplumsal araştırmalar toplumdaki kaygı ve depresyonun en önemli sebeplerinden birisinin, kişinin kentte yaşadığı derin yalnızlık olduğunu gösteriyor. Kent hayatı, kalabalık içindeki yalnızların hayatıdır. Hâlbuki bizim kültürümüz bir yalnızlık kültürü değildir; paylaşma, dostluk, yardım ve dayanışma kültürüdür. Yalnızlık, yani kimseyle gerçekten ilişki kuramamak veya bir şeyleri hakikaten paylaşamamak hissi ise bugünkü Batılı yaşam tarzımızın bir ürünüdür. Telefonsuz hiçbir yere gidemeyip ortalama on dakikada bir telefonunuza bakıyorsunuz. İnternetteki twitter, facebook, Instagram gibi sosyal platformlarda yüzlerce arkadaşınızın olması yalnızlık hissini ve fark edilme ihtiyacınızı ortadan kaldırmaz. Bakın, Hari bu konuda ne söylüyor: “İnternet pek çok insanın başkalarıyla aralarında bir bağ olduğu hissini çoktan kaybettiği bir dünyada doğdu. Uzun yıllardır devam eden bir çöküş süreci söz konusuydu. İnternet ortaya çıktığında bu insanlara kaybetmekte oldukları şeyin bir tür parodisini sundu –komşuların yerine Facebook arkadaşları, anlamlı çalışmanın yerine video oyunları, dünyada kazanılan statü yerine durum güncellemeleri… Komedyen Marc Maron bir defasında şöyle demişti: “Durum güncellemelerinin her biri tek bir talebin çeşitlemeleri aslında: Biri beni fark edebilir mi lütfen?” (Hari, s.111)
Piyasa kültürü
Dostlarımıza, arkadaşlarımıza, çocuklarımıza ve akrabalarımıza ayıracak vaktimiz artık pek yok. İşe git gel, harıl harıl çalış, AVM’lerde fast food tüket, geri kalan zamanda da ekran karşısında beynini uyuştur. Modern Batı kültürünün özeti bu. Daha doğrusu bizim Batı kültüründen anladığımız. Batı’nın yüksek kültürünü değil, piyasa kültürünü devraldık. İnternet ve kızarmış tavuk yüzünden hem ruhumuz hem de bedenimiz toksinlerle dolu diyor Hari. İhtiyaç duyduğumuz bağları yaratma konusunda modern kültürün bize sunacağı çok fazla bir şey yok ne yazık ki. Kentlerimiz kadim bağları oluşturacak şekilde düzenlenmiş değil, evlerimizin bulunduğu bol güvenlikli sitelerimiz, Tokilerimiz, yapay parklarımız bu bağları daha da parçalıyor. İlginç bir şekilde sekülerist iktidarlar gibi muhafazakârlar da kendi iktidarları döneminde bu bağlara en az dikkat edenler oldular. Hâlbuki bu bağlar kadim insanlık bağlarıdır ve manevi olarak onlardan vazgeçilemez. Vazgeçilirse hayatın tekdüze, sıradan, sıkıcılığında Tanrısız ve anlamsız yaşanmaya başlanır; depresyon, suç, intihar, taciz, vb artar. Toplum sıhhatini yitirmeye başlar. Değerler olmaksızın bir toplum toplum olarak kalamaz. İktidarın, alt sınıfları, onları konut sahibi yaparak orta üst sınıfa doğru hareket ettirme arzusunu anlayabiliriz lâkin insanların maddi arzularının tatmini manevi arzularının tatmini anlamına gelmiyor. Bu toplumsal sınıflar, toplumun üst sınıfları gibi yalnızca aristokratik zevklerle değil, komşularıyla, akrabalarıyla, doğal ortamlarıyla, semtleri, çarşıları ve dualarını edebilecekleri ibadet alanlarıyla, kısacası hakiki sosyal ortamlarıyla mutlu olabilirler.
Acıyı susturmayın
Modern kültür aldatıcıdır. Facebook’ta yüzlerce arkadaşı olan bir çocuk gerçek bir arkadaşlığın değerini asla bilemez. Gümbür gümbür çalan müziğin! (ben ona müzik değil, gürültü diyorum ve bu yüzden cafelerde oturma sürem oldukça kısaldı) hâkimiyetindeki hiçbir cafe veya toplantı salonu klasik kahvelerin yerini tutamaz. Gümbür gümbür müziğin çaldığı bir cafede insan ancak yalnız olabilir. İhtiyacımız olan yalnızlık değil, birlikte durmak. Kentlerimizdeki korna seslerinden, algılarımızı çarpıtan tabela kirliliğinden, kaldırımlarımızı işgal eden araba yığınlarından kurtulmak çok zor olmasa gerek. Hiçbir internet iletişimi hakiki bir konuşmanın, hakiki bir arkadaşlığın ve komşuluğun yerini tutamaz. Ve hiçbir kimyasal gerçek bir yası tutmanın getireceği manevi arınmayı sağlayamaz. Hakiki bir yası tutmanın en anlamlı yönü o acıya ihtiyacınızın olmasıdır. “O acıyı” diyor Hari, boğmaya, susturmaya, ya da patolojikleştirmeye çalışmayı bırakmamız gerekiyor. Onu dinlememiz ve ona saygı göstermemiz gerekiyor. Kaynağını görmemizin tek yolu o acıyı dinlemekten geçiyor –ancak o zaman, gerçek nedenlerini görebildiğimizde o acının üstesinden gelebileceğiz.”
Modern kültürün insanı doğadan uzaklaştırarak, onu yapaylığa hapsetmesi de başka bir üzüntü, depresyon ve kaygı kaynağı. Yerim dar. O da bırakalım başka bir yazının konusu olsun.
Açık Görüş / Bengül Güngörmez