İslami Düşüncenin Serüveni

İslami düşüncenin seyri geçmişten bu güne hep bir şekilde olması gereken mecradan farklı alanlara kaydırılmış gibi. Tarihin içinde cereyan eden olaylar düşünceyi refleksif bir potada savunmacı bazen de konjonktöre göre saldırgan bir boyutta tutmuş gibi görünüyor. Ilıman İslam ve Siyasal İslam tabirleri bu iki kutbu bize öğretiyor. İslam'ı, herhangi bir biçimde önüne ve arkasına ek alarak okumak ve düşünmek başlı başına sorgulanması gereken bir durumdur diye düşünüyorum.

Osmanlı’nın modernleşme süreciyle birlikte İslam savunmacı bir moda geçmiş ve düşünce dinamiklerini temelden değiştirme yoluna girmiştir. Modernleşme yalnızca devletin kurumlarında olmamış aynı zamanda dini düşüncenin teşkkülünde de olmuştur. Osmanlı bürokrasisi Kanuni döneminde yapmış olduğu faaliyetlerde dine yani onu temsil eden alimlerin yetiştiği medrese kültürüne yaslanarak, ondan güç devşirerek iş yapmaktaydı. Modernleşmeyle birlikte bürokrasi medresenin ilimde geri kalması ile birlikte yüzünü batıya çevirmiştir. Medrese ve bürokrasi arasındaki makas giderek açılmış ve Osmanlı bürokrasisi nerdeyse tamamen batıcı bir zihniyetle inşa olmuştur. Mustafa Reşit Paşa ile başlayan batılılaşma tercüme odaları vasıtasıyla hem bürokraside hem de aydınlar içinde hızlı biçimde kurumsallaşmıştır. Her ne kadar Ahmet Cevdet Paşa gibi medrese kültüründen alimler zamanla ön plana çıksa da vaziyeti kurtarmaya yetmemiştir.

Napoleon’un Mısır’ı işgaliyle birlikte oryantalist hareketler de gelişince İslam’a düşünsel anlamda ciddi saldırılar gelmeye başlamış ve bu saldırılara karşı da Osmanlı’da ilmi düzeyi yüksek alim bulunmadığından udeba denilen yani edebiyatçılar bu saldırılara karşı koymaya çalışmışlardır. Namık Kemaller, İzzettin Mollalar, Ali Suaviler, Ahmet Mithatlar vs. bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Bu ismi anılan edibler fıkhi anlamda İslam’ı çok iyi bilmemekle birlikte İslam’ı Batılı oryantalistlere karşı savunmuş olsalar da yine de dönemin baskın düşüncesi olan batılı fikirlerden çokça etkilenmişlerdir. Yani bir yerde bu isimler de modernist sayılırlar. Cemalettin Afgani ve Abduh’da dönemin önemli ve aynı zamanda tartışmalı isimlerindendir. Afgani’nin masonluğa olan kaydı Abduh’un siyasal bir akla sahip olmayışı gibi. Osmanlı ediblerinin de siyasal akıllarının olmasına karşı İslam’i bilgi birikiminin yeterli düzeyde olmaması ve bu yüzden batılı fikirlere kendilerini fazlasıyla kaptırmış olmaları düşünceyi belli bir dengede İslam’ın ifadesiyle vasat boyutta tutmayı başaramamıştır. Osmanlı edibleri İslami düşünceyi savunurken daha çok karşı cepheden yapılan taarruzlara savunma modunda cevaplar vermişlerdir.

Cumhuriyet dönemine girilirken böyle bir fikri mirası devralan aydınlar modernleşmenin etkisiyle ortaya çıkan ulus devlet anlayışlarının zihni alt yapılarını oluşturmakla kafa yormuşlardır. Mesela Ziya Gökalp, Celal Nuri, Rıza Tevfik, Akçuralı Yusuf gibi daha bir çok aydın laiklikten milliyetçiliğe, kadın konusundan lisanın değişmesi gerekliliğine, hümanist bir yaşam biçiminin savunulmasından cumhuriyet fikrine, halifeliğin kaldırılmasına varana dek bir çok tartışmayı yapmışlardır. Hatta kimi Avrupa’dan damızlık erkek getirilmesi gibi ahlaka mügayir teklifleri kimi de dinimizin Hristiyanlık olarak değiştirilmesi gerekliliğine kadar absürt düşünceleri de tartışmışlardır. Aslında cumhuriyet dönemi aydınlarının fikri yapıları bin yediyüzlü yıllardan itibaren gelişen fikri bir mirasın sonucudur. Sonuç elbette faciadır. Ama bu faciaların içinde bile İslam’ı savunan fikir ve siyaset adamları yok değildir. Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim bunlardan biridir.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte hızlı bir sekülerleşme süreci olmuş ve İslami olan ne varsa hepsi olumsuzlanmış dil devrimiyle birlikte geçmişiyle bağı koparılan yeni bir köksüz nesil inşa edildiğinden artık fikri miras da kalmamıştır. Bundan sonrası adeta karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan bir adam misali bir çok hatalarla örülü olsa da İslam bir şekilde bu toplumun zihnindeki varlığını korumuştur. Elbette seküler devlet yapısı biraz da Ziya Gökalp’in etkisiyle (ki o da Durkheim’ci bir kafadır) dini toplumu kaynaştıran bir amil olarak gördüğünden dinin toplumu mayalama sürecinden faydalanmak için devletin kontrolü altına almıştır. Aslında yeni kurulan devletin dini Kemalizm olarak belirlenmiş ve Mustafa Kemal bu dinin hem ilahı hem de peygamberi olarak kabul edilmiş olsa da üstelik henüz kendisi hayatta iken yine de bu maya tutmamıştır. Kurucu iktidar elindeki tüm baskı ve ideolojik aygıtları kullanmış olmasına rağmen İslam yarım yamalak da olsa bu toplumun baştacı olarak yerini muhafaza etmiştir. Bu mayanın tutmadığı ilk DP seçimlerinde kendini ortaya koymuştur.

Cumhuriyetin kurucu iktidarı, elindeki tüm imkanları köksüz, batıcı ve İslam karşıtı bir nesil inşası için kullanmıştır. Tüm bu olumsuz durumlara karşın İslam’ın savunuculuğu (ki sahih bir islam anlayışı olarak görmesek de) çeşitli tarikat liderleri ve Said Nursi gibi dönemin aydınlarınca yapılmıştır. Türkiye’de özellikle Kur’an merkezli düşünce 1960’lı yıllarda Seyyid Kutub’un Fizilal Kur’an’ın türkçe tercümesi ile başlamıştır. Bu yıllardan sonra Türkiye’deki fikri gelişme daha çok dışardan yapılan tercümeler vasıtasıyla olmuştur. Dönem itibariyle kapitalizm ve komünizm savaşının tam ortasında kalan Türkiye bir yandan Amerikancı bir yandan Sovyetçi politikaları benimsediğinden Türkiye’deki din algısı da bu minvalde devlet eliyle zaman zaman değişebilmiştir. Ama daha çok Amerikancı politikalar dini düşüncenin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Türkiye’de dini düşüncenin Sovyetlere karşı bir blok olması istenmiştir. Bu münasebetle devlet, kontrollü olarak dini düşünceyi Türkiye’de siyasi bir malzeme olarak kullanmıştır. Bunun neticesi olarak devlet eliyle müslümanlara karşı bir yumuşama ve ibadetlerde kolaylık sağlanmıştır. Bunun yanında İslami eserlerin kontrollü bir şekilde basımı, tercüme eserlerin çoğaltılması ve vakıf dernek gibi faaliyetlerin çoğalması bu siyasi bakışın bir gereği olarak mümkün olabilmiştir. Bize tüm bu İslami sahadaki gelişmeler masum gibi görünse de aslında temelden bir düşünümle oluşmuş bir İslami hareketin bu topraklarda olmadığını gösteriyor. Dönemin konjonktürüne uygun bir siyasi yapılanmaların dışında bir de dünyada işgallere karşı tepkisel olarak gelişen İslami muhalefetin yükselişi de bu ülkede ayrı bir heyecan dalgası yaratmıştır. Özellikle Mısır’daki İhvanı Müslim hareketi ve ardından İran devrimi, Tunus’ta Nahda hareketi, Lübnan merkezli Hizbut Tahrir hareketi gibi etkenler bu ülkedeki heyecanı üst noktalara kadar çıkarmıştır. Bu devletlerin içinde olan bazı örgüt ve yapılanmalar aynı ile bu ülkede de oluşturulmuştur. Bu oluşumlar köklü, derinden bir fikri temelden uzak yalnızca birilerinin (belki de derin devletin) gazlaması sonucu oluşturulmuştur. Toplumsal bir analiz yapılmadan, devlet aygıtı yeteri kadar masaya yatırılmadan, eldeki imkanlarla girişilecek işin mahiyeti yeterince etüd edilmeden duygusal ve heyecan içinde yurt dışındaki bu yapılar aynıyla kopya edilmiştir. Her ne kadar başlangıçta bu yapılar toplumun belli kesimlerinde bir heyecan dalgası yaratsa da ilmi düşünceden yeteri kadar pay almadığından ve hikmetten yoksun olmaları nedeniyle istenilen, arzu edilen sonuçları doğurmamıştır. Hatta istenilmeyen bir çok sonucu doğurmuştur. Mesela bu yapılara gönül vermiş, kendini bu düşünceye adamış takipçilerin psikolojik yılgınlığa düşmelerine ve heyecanlarının yitimine sebep olmuştur. İslam’ın bir din değil de ideolojik bir nesne olarak algılanmasını sağlamış ve bu uğurda bir çok insanın kaybedilmesine neden olmuştur. Bir başka sonuç da; takipçilerin oluşan bu yılgınlıklar sonucu mücadeleyi esas olması gereken mecradan taşırarak olmaması gereken mecraya yani sistem içi mücadeleye geçmelerine sebep olmuşlardır.

Özellikle 1990’lı yıllarda son Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’un Glastnos ilanı ve Sovyetlerin çöküşü ile birlikte Türkiye’de İslam’ın devlet açısından bir kıymeti kalmamıştır. Artık Özal’la hızlanan liberalleşme ve dışa açılma hareketi neticesinde yeni güç; para, iktidar, makam vs. olarak değiştirildiğinden İslam bu güçlerin elinde yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır. İslami kesimin sermaye denilen mefhumla o süreçte tanışıklığı ilerlemiştir. Ne yazıktır ki İslami kesimin parayla, makamla, iktidarla imtihanı maalesef hiç iyi olmamıştır. Eğer liberalleşmenin ve dışa açılmanın hızla ilerlediği o süreçte İslami mücadele yapan kişi ve kurumlar (istisnaları ayırarak) sağlam bir temelde duruyor olsalardı kuşkusuz bunlar yaşanmazdı. Para, iktidar, makam ve şöhret uğrunda hemencecik düşüncelerinden taviz veren ve mahallesini değiştirmeye hevesli kimselerin çokça oluşu düşüncenin ne temelde olduğuna dair bize bir ipucu vermektedir. Bu yaşanılagelen kötü örnekler, basiretsizlikler ve hikmetsizlikler bize hem fikri anlamda ciddi bir yol katedilmediğini hem de bunun akabinde cemaat olma imkanına ulaşılmadığını gösterme konusunda bir fikir vermektedir.

Türkiye’de dinin özellikle sağcı muhafazakar partiler eliyle bir siyasi malzeme olarak kullanılması aşikardır. Özellikle Necmettin Erbakan’ın kurmuş olduğu partiler ve uzantıları dinin devlet eliyle nasıl sekülerleştiğine çok iyi birer örnektir. Türkiye’deki “İslami” düşünce sahiplerinin bir çoğu (İstisnaları ayırarak söylüyorum) bu siyasi partilerin sistemle olan göbek bağlarını doğru okuyamamasından kaynaklanan basiretsizlikleri sonucu düşüncenin en temel dinamiklerinden sapmalar meydana gelmiştir. Refah Partisi’nin yerel yönetimleri almasıyla başlayan ve genel seçimleri kazanmasıyla noktalanan sürecinde bir çok “İslami” yapıların bu partinin peşinde makam, güç ve para uğruna yok olduğunu, devletçi bir karaktere dönüştüğüne şahit olduk.

1960’lardan bu yana radikal, köktenci, fundamentalist, siyasal diye tabir edilen İslamcılık “tevhidi” düşündüğünü iddia edenlerin kategorize edildiği bir sınıflama olarak hafızalarda kaldı. Zira oluşturulmak istenen algı şu idi; Seküler yaşamı destekleyen, dini, siyasetin dışında yalnızca bir takım ibadetlerden ibaret sayan ve sömürü, baskı düzenleriyle sorunu olmayan bir grupla bir de dinin baskı ve sömürü karşıtı, küresel emperyalizme kafa tutan ve İslam’ı başlı başına bir güç ve bağımsızlık aracı sayan bir gruptan ayırmak için ılıman İslamcı ve radikal İslamcı tanımlaması geliştirmişlerdi. Dolayısıyla bu tanımlama bizi kendi insanımızdan ayıran ve bizi karşılıklı iki kutba çeviren bir ayrımdı. Doğal olarak bu isimlendirmeyi biz yapmamıştık ama bu isimlendirmeleri sahiplenmek gibi bir basiretsizliği de severek üstlendik. Bu isimlendirmelerle anılan bir çok kişi, vakıf ve dernekler kurarak mücadelelerini bu yolla yürütme kararı aldılar. Dergiler çıkardılar, yayınevleri kurdular ve düşüncelerinin bu yolla geniş kitlelere ulaşmasını sağladılar. Ama hala bir problem devam etmekteydi o problem de temel bir problemdi ve İslam’ın savunma biçimi hala refleksifti. Refleksif olmak ya geleneğe gereğinden fazla yaslanmayı ya da daha saldırgan bir üslubu takınmayı beraberinde getiriyordu. Oysa şu şekilde hareket edilebilirdi: 1- Kur’an’ı, hayatımızı iman ve amel boyutuyla inşa eden canlı bir varlık olarak düşüncemizin en merkezine yerleştirebilirdik. 2- Devlet, sistem ve rejim kavramlarını ve bunlarla kurulacak olan ilişki biçiminin vahyin ölçeğinde etüt edilmesi sağlanabilirdi. 3- Batı düşüncesini en temelden alarak İslam dünyasına olumlu olumsuz katkılarını değerlendirip nasıl bir toplum inşa edilmek istendiğine dair bir öngörümüz olabilirdi. 4- İçinde yaşadığımız toplumun analizini doğru biçimde yapıp İslam’a aykırı olmayan tüm gelenekleri koruyup muhafaza ederek toplumda hayrın öncüleri olabilirdik.

Ne yazık ki üzerimize yapışan radikallik damgasıyla daha bir agresif hareket içinde olduk. Bir kısım insanlar tekfirci bir zihniyetle hareket etti. Bir kısım insanlar geleneği toptan çöpe attı ve yeniyi de kuracak ilmi derinlikten yoksundu üstelik. Oysa hayat dinamik bir süreçtir. Yeni olan şeyler eskinin üzerine inşa olurlar. Eskiyen ve artık toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyen düşünceler yeniden bir yoruma muhtaç olur ama bu ihtiyaç bile bir geleneğin varlığından neşet eder. Toplumlar gelişirken birbirlerinden gelenek, bilgi ve yaşam anlamında bir parça koparabilirler. Bu anlamda doğru olan ne varsa herkesten, her toplumdan alabiliriz. Hikmet müminin yitik malı ise bu kıyamete kadar bu şekilde devam edecektir. Lakin İslami aklı bir kenara koymadan bunu yapmak zorundayız ki bu akıl da ancak vahyi her daim ilim ve amel olarak yaşamımızın ayrılmaz parçası olarak tutmayı zorunlu kılar. İşte genel anlamda böyle bir problemin varlığı zamanla kurulan bu vakıf ve derneklerin cemaat hayali ile başlayıp STK ile noktalanan bir sürece erdiğine tanık etti bizleri. İşte tam burada tövbe etmek yerine -haydin bu yapılanlar yanlışmış yeniden başlayalım işe demek yerine- içinde bulunulan garabet durumu aklamaya ve kazanımlardan bahsederek içinde bulunan hali meşrulaştırmaya dönük diller oluşturuldu. Üstelik hala da kendilerini “Siyasal İslamcı” diye tanımlamaya devam ettiler.

Zaman ilerledikçe düşüncenin kemale ermesi beklenir. Fakat bu durum İslami düşünce sahiplerince (istisnalar hariç) böyle gelişmedi. Müslümanların düşünsel sığlığını gören devlet aklı önce çeşitli sebepler üreterek İslami kesim ve değerler üzerine müthiş bir baskı kurdu. Tarihe 28 Şubat olarak geçen bu baskı birçok kesimi doğal haklarından mahrum etti ve mağdur etti. Sonrasında yine kurucu devlet aklı müthiş bir siyasetle adeta İslami kesimin kurtarıcısı rolünde AKP’yi siyaset sahnesine çıkardı. AKP öncesi ulusalcıların gazabından geçmiş bir topluluk, denize düşen yılana sarılır kabilinden bir kısmı bir anda, bir kısmı da zamanla kendilerini AKP’nin safında buldular. Müslümanların yine para, makam, iktidar, şöhret putuyla imtihan olduğu zamanları gördük. Bir çoğu maalesef bu putların ardında kayboldular. Hatta nerdeyse ulusalcı çizgiye kayarak milliyetçi, vatanpervere dönüştüler. Artık yeni putlarımız arasına vatan, bayrak ve millet de dahil olmuş oldu. Bu yaşanılan süreç düşüncenin temelsizliğini, İslami bir akıldan yoksunluğunu ve bunun sonucu olarak ahlaki donanımın çok düşük olduğu ve saldırılara karşı akli selim hareket etmek yerine tepkisel bir eylemle hareket edildiğini gösterdi. Oysa nebevi hareketin bize öğrettiği şey hiç bir oltaya gelmemekti. Ne sıkıntı halinde ne de rehavet halinde kişi takvasından ödün veremezdi ki nebevi hareket içinde her iki durumu da resmeden olaylar vardır.

Artık AKP ile liberalleşme, dünyevileşme ve kısaca şeyleşme son safhaya ulaşmıştır. Bundan sonrası deistleşmek ve akabinde olursa ateistleşmektir. Siyasal İslamcılıkla övünenlerin kendi çocukları da dahil olmak üzere yeni nesle örneklik, şahitlik anlamında miras bırakabilecekleri bir birikimleri ve şahitlikleri yoktur. Ama sözün en güzeline uyarak ben müslümanlardanım diyen daha güzel sözlü insanların kıyamete kadar söyleyecek güzel sözleri ve şahitlikleri varolacaktır. İslam’ın; paranın, makamın, kitlelerin vahyin çizdiği sınırlar dışında çoğalması gibi bir derdi yoktur. İslam ne tepkisel bir dindir ne de savunmacı bir dindir. İslam’ın kendisi bir olgudur ve kendisini tüm varlığı ile ortaya koyar. Yaşamı ve uğrunda yaşanılası ve ölünesi şeyleri belirler buna uyarak yaşayanları ve gerekli hassasiyeti gösterenleri mümin, müslim diye tanımlar bu yaşama sırt dönenleri, azıcık İslam’dan azıcık diğer taraflardan beslenenleri ise gayri müslim olarak tanımlar. Müslümanları siyasal İslamcı, gelenekçi ya da başka bir şey olarak tanımlamaz, kategorize etmez. Müslümanlar öncelikle kompleks bir düşünümden kendilerini kurtarmalıdırlar. Mümin olmanın şerefiyle şeref kazanmalı ve bu şereflerini gururla ilan edebilmelidirler.

Mucizeler çağında yaşamıyoruz. Çetin ve sıkıntılı hazırlıklara ihtiyacımız var. Geçmiş bir sol ya da sağ hareketlerin aceleciliğine ihtiyacımız yok. Uyanıkken rüya görmekten uzaklaşmalıyız. Hiçbir mücadele birikimsiz olmaz ve hiç bir hareket ithal olamaz. Şairin dediği gibi “uzun yola çıkmaya hüküm giymişsek” yolun uzunluğu ve çetrefilli oluşuna binaen dünyayı okuyabilen, tarihe yön verebilecek ve bunu vahyin kazandırdığı hikmetle yapabilecek bir bilinci kuşanarak yapmalıyız.