İngiliz Derviş – Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert

Hasan Sabbah'ın örgütünü örnek alan Tapınakçılar tarihi süreç içerisinde o kadar güçlendilerki imparatorluklar yıkıp, kendi ideallerine uygun kişilerle yeni devletler kurmayı başardılar.Kan ve ten rengi bakımından başka milletten fakat zevk, düşünce, ahlak ve anlayış bakımından Batı zihniyetli bir sınıf oluşturdular. Bunun tipik örneği meşhur Mahatma Gandidir. Cihan harbi başladığında Hintlileri İngiltere’ye destek olmaya teşvik ediyordu; ” Biz her şeyden önce Büyük Britanya İmparatorluğu’nun İngiliz yurttaşlarıyız. İngilizler şu anda haklı bir dava uğruna, insan şerefinin ve medeniyetinin iyiliği ve şanı için dövüştüklerine göre, … Bize düşen vazife açıktır: İngilizleri desteklemek için elimizden geleni yapmak, canımızla ve malımızla savaşmak.” Gandi, tam İngiliz idareci Macaulay’ın dediği tipte biriydi. Kan ve renk bakımından Hintli; ama zevk, ahlak ve anlayış bakımından İngiliz. Bunu bilmeyen Hintliler, Gandi’nin çağrısına uymuş ve Birinci Cihan Harbin'nde İngiliz subayların emrinde Hindistan’dan kalkıp ta Mezopotamya’ya gelmişlerdi.Tapınakçıların Osmalı Devletini yıkarak onun yerine kurulacak devletin yönetici sınıfını nasıl desteklediklerini ve Tapınakçıların iç yüzünü anlatan;Mehmet Hasan Bulut'un kaleme aldığı "İngiliz Derviş – Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert" adlı kitabını özetleyerek siz "VENHARHABER" okuyucularının istifadesine sunuyoruz.

Mehmet Hasan Bulut tarafından kaleme alınan “İngiliz Derviş – Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert” adlı kitabı özetlemeye çalışacağız. ‘Marcel’ yayınlarından çıkan kitap 550 sayfa olup iki kısımdan meydana gelmiştir. Kitabın birinci kısmında Tapınak Şövalyelerinin ortaya çıkışı ve Haşhaşilerle olan ilişkileri anlatılıyor. Yazar Yahudilerin Babil sürgünü ve Hz İsa’nın doğumu olaylarını anlattıktan  sonra, İslamiyet’in doğuşu, Halifeler dönemi, Hz Ali ve Şiiliğin doğuşunu özetliyor. Şia’nın içinden çıkan İsmaililerin ortaya çıkışını şöyle anlatıyor:

“Şiilerden, Hz. Ali’nin torunlarından İsmail’i imam kabul edenler, İsmailî adını aldı. İsmailîler, merkezi Kahire olmak üzere Fatımi Devleti’ni kurdular. Devletleri Kuzey Afrika, Sicilya, Arabistan’a yayıldı. Fatımilerin sekizinci halifesinden sonra İsmailîler iki kola ayrıldı. Bir kısmı, halifenin büyük oğlu Nizar’ı destekledi. Bunlara Nizârî dendi. Nizar’ı destekleyenlerden biri de Hasan Sabah’tı.  Kendi inançlarını yayanlara, İsmailîler gibi ‘dâî’ dedi. Terörist olarak kullanacağı adamlarını ise ‘fedai’ olarak adlandırdı. Haşhaşa alıştırdığı fedailerine yalancı cenneti vaat ederek kendi maksatları için kullandı.”
Kitapta, Kudüs’ü ele geçiren Haçlıların burada iki yüz yıl sürecek Kudüs Krallığını kurduktan sonra Haşhaşilere benzer bir teşkilat kurdukları anlatılıyor. Tapınak Şövalyeleri kurdukları bankacılık ağı sayesinde çok zengin oldukları, prestijlerinin Avrupa’da özellikle İngiltere’de sayılarının arttıkları belirtiliyor.
Yazar Tapınak Şövalyelerinin Avrupa’da güçlendiklerini, krallara borç para verecek kadar  güçlendiklerini  anlatıyor. Bir süre sonra Tapınakçılar Avrupa krallarına istediklerini yaptıracak ciddi bir güce kavuşuyorlar. Bu durumda bazı krallar Tapınakçılara karşı mücadeleye girişiyorlar. Tapınakçıların ileri gelenleri öldürülüyor. Kaçabilenler yer altına inerek özellikle İngiltere’de yuvalandıkları görülüyor. Yazar kitabın bu bölümünde ilginç bilgiler vermektedir. Tapınakçılar tekrar güçlenebilmek  için güçlü ailelerin içine sızarak onların gücünü kullanarak gizli Yahudileri Papa seçtirecek güce eriştikleri görülüyor. Tapınakçılar, idarecilere öğütler veren Machiavelle’nin görüşlerini kendilerine rehber ediniyorlardı. Machiavelle’ye göre “tarihte iki çeşit idare şekli vardı. Cumhuriyet ve monarşi. Her ikisinde de cumhuriyette her ne kadar halk kendisinin idare ettiğini sansa da, idare halka dayalı değildi. İpler yine hükümdarın ve “akıllı” kimselerin elindeydi. İnsanlar riyakâr, içten pazarlıklı, nankör ve menfaatçi olduğundan, onları kontrol etmek isteyen kişi için onlara kendini sevdirmektense, korkulacak biri olmak daha mantıklıydı. Mühim olan işin neticesiydi, o neticeye varırken takip edilen yol değil. Kurnazlık yaparak insanları  aldatan liderler, samimi liderlerden daha muvaffak olurlardı. Hem halkı aldatmak daha kolaydı. İnsanlar karşısındaki göründüğü gibi görüyordu. Avam o kadar basit düşünüyor ve o kadar günlük ihtiyaçlarının esiriydi. Hilekâr biri her zaman aldatılmaya hazır bir sürü bulacaktı. Bu yüzden, merhametli, sözünde duran, dürüst ve bilhassa dindar biri gibi gözükmek çok mühimdi. Çok az insan idarecilerin asıl niyetini ve kişiliğini bilebilirdi ve bilenler de umumi kanaate karşı çıkmaya cesaret edemezlerdi.” Machiavelli şöyle tembihliyordu:” Aldatarak elde edebileceğin bir şeyi, asla güç kullanarak kazanmaya çalışma.”
Tapınakçılar,  Machiavelle’nin kitabına yazdığı bu siyaseti kendilerine rehber edindiler.
Tapınakçılar gittikçe güçlenmeye başladılar ve İngiltere’de kralı tahtan indirip yerine kendilerine yakın kralı tahta geçirdiler. Dünyanın her yanında güçlerini gösteriyorlardı. Tapınakçılar  dâhiyane ve tam Machiavelle’ye göre bir strateji geliştirdiler. Hitler’in tabiri ile ”efendilik derken yerlilerin takılan gemin farkına varamayacağı bir ustalıkla dizgini hafif tutma sanatını” keşfettiler; dünyaya milliyetçiliği yayacaklardı. Alman’dan daha Alman, Rus’tan daha Rus, Türk’ten daha Türk olacaklardı. Böylece bünyelerinde farklı milletleri yaşatan, dünya üzerindeki tüm mevcut imparatorluklar dağılacaktı. Sonra milliyetçi, mason liderler çıkartacak, onları kendilerine karşı bir ‘istiklal savaşı’ veriyormuş gibi gösterecek ve böylece mason kardeşlerini o memlekette lider ve kahraman yaparak çekileceklerdi halk istiklalini kazandığı için sevinirken, bu kardeşleri, yaptığı ticari ve siyasi anlaşmalarla onlara o memleketin zenginliklerini sunacaktı.
Tapınakçılar  bu stratejiyi ilk olarak kendi müstemlekeleri olan Yeni Dünya üzerinde, yani Amerika’da tatbik etmeye karar verdiler. İngiliz Masonluğu 1720’lerde Amerika’ya geçti.1773’te masonların organize ettiği ve ‘Boston Çay partisi olarak tarihe geçen hadise yaşandı.
Çay Partisi’ olarak tarihe geçen hâdise yaşandı. Yani, Britanya’dan gönderilen bir gemide bulunan 10.000 sterlin değerindeki çay,  Amerika’da, bir grup adam tarafından Britanya’nın koyduğu vergileri protesto etmek için Boston limanına boşaltıldı. Bu hadise, bugün Amerikalıların çoğunun düşündüğü gibi, Britanya’nın koyduğu yüksek vergiden dolayı buna kızan yerli tüketiciler, tarafından gerçekleştirilmemişti, Britanya vergide indirim yaptığından çay aslında çok ucuzdu ve hâdiseyi   gerçekleştirenler de bu işten zararlı çıkan zengin kaçakçılardı. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali gibi, Amerika’da milliyetçi  duyguları  ateşleyen bu çay partisinin ardından Yeni Dünyadaki koloniler birleşti ve İngiltere’ye karşı Amerikan İstiklal Savaşı başladı. Tarih profesörü Niall Ferguson savaştaki tezattan şöyle bahsediyordu: “Bu savaş, Amerikalıların benlik anlayışının özünü oluşturur: Kötü bir imparatorluğa karşı hürriyet uğruna mücadele fikri, ülkenin meydana geliş efsanesidir. Ama İngiliz hâkimiyetine başkaldıranların aslında Britanya’nın bütün koloni uyrukları içinde en hali vakti yerinde sınıf olması, Amerikan İhtilali’nin büyük tezadıdır.”
Atılan onca `hürriyet’ ve `istiklâl’ naralarına rağmen, milliyetçilik numarasına aldanmayan kolonici çoktu. İngiliz Kuzey Amerika’sındaki beyazların takriben beşte biri, amiyane tabirle, gaza gelmemiş ve harp esnasında Britanya’ya sadık kalmıştı. Yine de Tapınakçıların taktiği işe yaramıştı. `İstiklâl Harbi’nin neticesinde ortaya ‘Amerikalı’ diye bir millet çıkmıştı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Benjamin Franklin ve George Washington gibi kurucu babaların hepsi Londra’ya bağlı masondu.
Tapınakçıların Yeni Dünyada denedikleri senaryo Fransız Devrimi içinde uygulanacaktı.
Tapınakçıların en önemli para finansörü Yahudi asıllı Rothshild ailesinin devreye girmesiydi. Rothshild ailesi artık Tapınakçıların parasal gücünü oluşturuyordu. Böylece Yahudilerin gücü Tapınakçılar içerisinde gücü eline geçiriyordu.
Rothschild ailesinin gücünü göstermesi açısından şu olay örnek verilebilir:
18 Haziran 1815’te Britanya ve müttefikleri  ile Napolyon arasında yapılan Waterloo Harbi’nin neticesini, yani savaşı İngiltere’nin kazandığını, posta güvercinlerine dayanan istihbarat ağı sayesinde Britanya  kabinesinden kırk sekiz saat önce haber alan Nathan Rothshild, Britanya’nın yenildiği haberini yayarak İngiliz borsasını çökertti. Düşen kâğıtları ve devlet tahvillerini topladı ve zafer haberi duyulduktan sonra satarak büyük servet kazandı.
Rothschild  ailesinin ehemmiyet  verdikleri şeylerden biride borç verdikleri memleketlerde birer merkez bankası kurarak banknot basma imtiyazını elde etmekti. Baba Mayer Rothshild “bir milletin parasını basmama ve kontrol etmeme müsaade edin oranın kanunlarını kimin yazdığı umurumda olmaz” diyordu.
Tapınakçılar, Avrupa’da Rothshild ailesi başta olmak üzere, Amerika’da Rockefeller, Hindistan’da Haşhaşilerin  lideri Ağa han gibi her memlekette kendileri için çalışan ailelerle dünya üzerinde kendi ağlarını ördüler. Bu aileler üzerinden o memleketlerde siyasi, sosyal ve mali operasyonlar yürütmeye başladılar. Hükümetin kilit noktalarına kendi adamlarını yerleştirdiler. Böylece hükümeti, hükümet üzerinden halkı kontrol ediyorlardı.  İlk borcu Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı kullanarak zorda kalan Osmanlıya Tapınakçılar Kırım harbi bahanesiyle verdiler.  Borç1855-1875 yılları arasında 251 milyon liraya çıkacak ve İmparatorluk iflas edecekti. Tapınakçılar  mason olan Mustafa Reşit Paşa’yı kullanarak reform talebinde bulundular. Osmanlıya borcu veren İngiltere idi. Fakat esas borcu veren Tapınakçı Rothshild ailesiydi. Osmanlıda ilk borcun ardından1856 yılında Osmanlı Bankası kuruldu. Tabii bankanın hissedarları Rothschildlerdi. Yani Tapınakçıların eline geçmişti.
Parasal olarak Osmanlıyı ele geçiren Tapınakçılar Filistin’de toprak almak istiyorlardı. Bu yüzden Sultan Aziz’e baskı uyguluyorlardı. Sultan Aziz bazı tavizler verdiği halde Filistin’de toprak verilmesine direniyordu. Tapınakçılar kendisi mason olan Mithat paşayı kullanarak bir tertip sonucunda Sultan Aziz öldürdüler. Yerine mason olan V. Murat tahta geçtiyse de akli dengesi bozuk olduğu için tahttan indirilerek yerine Abdülhamit tahta geçti.
Sultan Abdülhamid Yahudilerin Filistin’e girişini ve buradan toprak satın almasını yasaklamasına rağmen, Rothshild’ler düşük maaşlı Osmanlı memurlarına rüşvet vererek toprak satın almaya ve Yahudileri yerleştirmeye  devam  ediyorlardı. Sultan Hamid Mithat paşa gibi İngiltere kuklalarını tepeleyerek, iktidarı tek başına ele alacak, dehası ve denge siyaseti sayesinde otuz üçüncü padişah olarak otuz üç yaşında başına geçtiği devleti, otuz üç sene daha ayakta tutmayı başaracaktı. Öyle ki Osmanlı’yı ‘Hasta Adam’ diyerek küçümseyen Çarın devleti bile Osmanlı’dan önce çökecekti.
Tapınakçıların başka devletleri kontrolleri altına almak için kullandıkları en mühim ve tesirli yol maarifti. İngiliz tarihçi B.Macaulay,1835’te hazırladığı maarif raporunda şöyle yazıyordu: “sınırlı imkânlarımızla halk kitlesine tahsil vermeye kalkışmamız imkânsızdır. Şu anda bizim ile idare ettiğimiz milyonlarca insan arasında tercümanlık yapabilecek bir sınıf teşkil etmek için elimizden geleni yapmalıyız; kan ve ten rengi bakımından Hintli ama zevk, kanaat, ahlak ve anlayış bakımından İngiliz kişilerden oluşacak bir sınıf”. Bu sınıfı oluşturmak için Tapınakçılar, sömürgeleri Hindistan ve Osmanlı’da mektepler açmalı, bu mekteplerde Osmanlı vatandaşı gençlere dine göre değil, kendi arzularına göre yaşamayı öğretmeli, sonra da onlara, ”size öğrettiğimiz bu hayatı rahatça yaşamak mı istiyorsunuz? O zaman sizi şeriat ile idare eden şu gerici Sultanı indirin, biz de size yardım edelim” demelilerdi. Osmanlı Yahudileri dışa kapalı bir cemaatti. Çoğu Türkçe bile bilmiyordu. Onları modernize etmek gerekiyordu. Tapınakçı lider Alphonse Rothchild Islahat Fermanı ilan edilirken İstanbul’daydı. Fermanı dinledikten sonra yanındaki Hahambaşına dönerek İmparatorluk’taki tüm Yahudilere bir tamim göndererek yapılması gereken idari ve maarifle ilgili reformları anlatıyordu. Bu emir üzerine Yahudi çocukları laik ve modern bir tahsil verilerek Türkçe öğreterek Osmanlı bürokrasisine girebilmeleri için muhtelif okullar kuruldu. Türkçede kısaca ”Alyans” mektepleri olan mekteplerde babasını kaybetmiş, Yahudi çocukları himaye ediliyordu. Kabiliyetli olanlar yüksek makamlara getiriliyordu. Tapınakçıların Osmanlıda kurdukları okullar Notre Dame de Sion ve 1863 yılında Sultan Aziz zamanında  kurulan Robert Kolejiydi. Sultan Aziz koleji yıktırmak için uğraştıysa da mason Ali Paşanın ikna etmesiyle yeni binası yapılan okul eğitime devam etti. Sultan Abdülhamit bu mekteplerin güttüğü gizli niyetlerinin farkındaydı. Öyle ki, araziyi veren Ahmet Vefik Paşa 1891 ‘de ölünce Sultan Abdülhamit: ”Ecdadımın yadigârı Hisarın kıyısına bu ecnebi mektebi musallat etti. Şimdi o da haşre kadar çan sesleri altında uyusun” diyerek Paşayı, vasiyetinde başka bir mezarlığa gömülmeyi talep etmesine rağmen, mektebin yanındaki bu gün Aşiyan mezarlığı olarak bilinen kabristana gömdürttü.
Kitabın kahramanı Aubrey Herbert kitapta şöyle anlatılıyor:
Yeni Türkiye’nin kuruluşunda en büyük pay sahibi olan Tapınakçı Aubrey Herbert’in büyük büyük dedesi William Herbert, Gallerli şövalye William ap Thomas’ın torunuydu. William, 1551’de İngiltere Kralı VI. Edward tarafından I. Pembroke Kontu ilan edildi. Tapınakçı’ydı ve Gül-Haç mezhebinin ileri gelenlerindendi.
Sekizinci Pembroke Kontu’nun torununa, Kral VI. Edward tarafından “Carnavon Kontu” unvanı verildi. Onun torunu olan Üçüncü Carnavon Kontu Henry Herbert, Aubrey Herbert’in dedesi ve ona en çok benzeyen kişiydi. İhtilalci, romantik ve tuhaf bir karakterdi. Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da, kısaca Avrupa’da nerede bir ihtilal varsa Carnarvon Kontu oradaydı.
M. Kemal gibi büyük bir ihtilalci ve cumhuriyetçi bir mason olan, Genç İtalya hareketinin kurucusu Mazzini ve General Garibaldi, onun adamlarıydı.
Tapınakçı Aubrey Herbert’in karakterini aldığı dedesi, İtalya’da Genç İtalyanların dostuydu. Torunu da aynı modele göre kurulan Genç Türklerin dostu olmalıydı. Neticede o da ataları gibi bir masondu. Bu yüzden Aubrey, Selanik’teki Genç Türklerle tanıştı.
Dünya Siyonist Organizasyonu’nun gayri resmi Türkiye temsilcisi olan Victor Jacobson (1869-1935) da 1906’da Anglo-Palestine Company (İngiliz-Filistin Bankası) Beyrut ofisinin müdürü oldu ve 1908’de bu bankanın İstanbul’da açılan ve Anglo-Levantine Banking Company adını kullanan şubesinin başına geçti. Fransız Courrier d’Orient gazetesini alıp adını değiştirerek ‘Jeune Turc’ (Genç Türk) yaptı. Gazetenin editörü Vladimir Jabotinsky oldu. Bu gazete vasıtasıyla Genç Türkler arasında Türkçülük ve milliyetçilik fikirleri yaydı.
Aubrey Herbert Arnavutluk’un kuruluşunda da aktif rol aldı. Nitekim Arnavutluk’ta uğradığı bir kasabada halk tarafından, “Çok yaşa Arnavutluk! Çok yaşa Herbert! Çok yaşa İngiltere!” tezahüratlarıyla karşılandı.

Meşhur İngiliz casusu Lawrence, Kahire’den ailesine yazdığı 12 Şubat 1915 tarihli mektupta Aubrey’i şöyle tarif ediyordu:

“Sonra Aubrey Herbert var, şaka gibi; fakat çok iyi biri. Okuyamayacak ve birini fark edemeyecek kadar miyop. Türkçeyi iyi konuşuyor, ayrıca Arnavutça, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Almanca biliyor… Bir zamanlar Balkan Birliği’nin, İttihat ve Terakki Komitesi’nin ve Arnavut İhtilal Komitesi’nin reisiydi.”
Peki, ne işi vardı Tapınakçı Aubrey’in Arnavutluk’ta ve Türkiye’de insani yardımlar vasıtasıyla asıl faaliyetlerini gizlemek, Tapınakçıların takip ettiği siyasetlerden sadece biriydi. Bir diğeri de, farklı grupları veya milletleri temsil eden partiler, komiteler, cemiyetler kurarak onlar adına hareket etmekti. Bunun için o grup veya millete yakın olan kendilerinden birine ya da o grubun veya milletin içinden itimat edebilecekleri insanlara partiler, cemiyetler vs. kurduruyorlardı. Bu seçilen insanlar, ilk başta o cemaatin/milletin itimadını kazanarak onları temsil etmeye başlıyor, fakat daha sonra Tapınakçılarla masaya oturduklarında onların şartlarını kabul ediyorlardı. O cemaat/millet de bu insanları hakikaten kendileri için mücadele ettiklerini sandığı için bu anlaşmaya ses çıkaramıyor ve sineye çekiyordu. Hatta çoğu zaman bu bile olmuyordu. Bu kişiler, halktan çok farklı düşündükleri ve halk onları desteklemediği halde, sırf Tapınakçılar onları muhatap aldığı ve medya gücüyle ve mali olarak desteklediği için halka rağmen onların adına hareket edebiliyorlardı. Bu siyaseti takip eden Aubrey, 17 Aralık 1912’de Londra’da Arnavut komitesini kurdu. Komite, tarafsız kaldığı savaşta diğer ülkeler tarafından parça parça edilen Arnavutluk’un haklarını müdafaa ve müstakil bir devlet olmasını temin edecekti. Daha doğrusu Arnavutlar adına, Arnavutluk’un geleceğine karar verecekti. Arnavutluk’taki Arnavutlar aslında Türklerle olan izdivaçlarından memnundu, fakat Londra’da onlar adına konuşan Arnavut Komitesi onları boşamaya kesin kararlıydı. İlk toplantısını 17 Aralık’ta yapan Komitenin mensupları arasında Britanya Sefarad Yahudileri Başhahamı Moses Caster ve İran mütehassısı Profesör Edward G. Browne de vardı.
Tapınakçılar bu siyaseti sadece Arnavutlar için değil, Balkanlardaki ve Türkiye’deki diğer milletler için de kullanıyordu. Aubrey’in yazar bir dostu bunu şöyle anlatıyordu:
“Balkan ırkları hakkında herhangi bir şey bilen her İngiliz’in, çok sevdikleri evcil bir hayvan gibi onlardan birini veya diğerini seçmesi, Balkanların talihsizliği oldu.”

Aubrey ise bunu yıllar sonra şöyle tarif edecekti;

“Türkiye’deki tüm insanlar, Türkler de dâhil, kronik bir kaza yapmış gemi halindeydiler; İngilizler cankurtaran botunun daimi sahibiydi, gerçi çoğu zaman bu bot denize indirilemiyordu. David Urquhart Çerkezlerin sevgisini kazandı ve bir sonraki nesilde halefi olmadı; Profesör E.G. Browne İran’da tek başına duruyor. Lawrence Arapların tartışmasız şampiyonu; Bourchier ve Buxtonlar Bulgaristan’ın kahramanlarıydı; Miss Durham Arnavutluk’u Avrupa’nın hafızasına tekrar kazandırdı; Steed, Seton-Watson ve Edward Boyle zihinlerde var olan bir Sırbistan’ın avukatlarıydı; Yunanlıların çok sayıda arkeoloğu, klasik âlimleri ve Rönesanslarına adanmış  az  sayıda kalan romantikleri vardı. Türkiye çok sayıda Britanyalı memurun dostluğunu kazandı… Görünen o ki İngiliz insanının, kendileriyle Şark’ın insanları arasında benzersiz münasebetler kuran ve diğer milletlerde nadiren bulunan bir hususiyeti var.”
Tapınakçıların takip ettiği bu siyasete dair bir misal verelim…
Ocak 1920’de İngiltere ve Fransa’nın Arnavutluk’un paylaşılması için anlaştığı haberleri gazetelere bomba gibi düştü. İngiltere Başvekili Lloyd George, Arnavutluk’un Yugoslavlar, İtalyanlar ve Yunanlılar arasında paylaşılacağını söylüyordu. Yani, bir nevi Arnavutluk’un “Sevr Anlaşması” imzalanmıştı. Daha düne kadar müstakil bir Arnavutluk kurulması için çaba sarf eden İngiltere’nin birdenbire bu devleti parçalamaya kalkışmasının bir sebebi vardı elbette. Anadolu’nun ve İzmir’in işgalinde veya daha evvel Boston Çay Partisi’nde olduğu gibi bu tip blöfler, insanlar arasında infiale yol açıyor ve halkın milliyetçilerin emri altında tek bir yumruk olmasını sağlıyordu. Arnavutluk’ta da aynı neticeyi hâsıl etti; Arnavutluk’un ileri gelenleri Milliyetçi Kongreyi toplayarak Delvina Süleyman Beyi yeni geçici hükümetin lideri seçtiler ve Tiran’ı merkez seçerek “İstiklal hareketlerini” başlattılar. Küçük milletlerin süper kahramanı Aubrey de Parlamentoda Lloyd George’a karşı Arnavutluk istiklalini müdafaa etmeye başladı. Tiran’daki milliyetçi hükumetin hariciye nazırı olan Mehmed Konitza ve arkadaşları, İtalyanları “Adriyatik’e dökeceklerini” söylüyorlardı.
Aubrey, 1914 yılı Nisan ve Mayıs aylarında hem Parlamentoda hem de medyada Yunan ordusunun Arnavutlara karşı yaptığı katliamları dile getirdi. Yıllar önce Girit’te tanıyıp hoşlandığı Venizelos’a karşı cephe alarak insanların dikkatini Arnavutluk istiklali üzerine çekmeye çalıştı. Aynı taktiği ileride M. Kemal’in başrol oynayacağı Türk-Yunan Harbi’nde de yapacaktı.
Mart ayında Aubrey, Londra’ya gelen Arnavutları, Cemiyet-i Akvam’ı desteklemek için kurulan Milletler Cemiyeti Birliği’ne götürüp, Birliğin reisi Robert Cecil ile tanıştırdı. Arnavutlar Robert’e, Sultan’ın İstanbul’dan kovulmasını istediklerini söyleyince Aubrey, eğer böyle söylerlerse, insanların onların Müslümanlara düşman olduğunu ve Müslüman Arnavutlarla birlikte hareket etmediğini düşüneceklerini söyleyip ikaz etti. Bu ikaz, M. Kemal’in Milli Mücadele sırasında neden Sultan Vahdeddin’e açıkça cephe almaması hakkında bize bir fikir veriyor.
Aubrey, 1913 yılı sonuna doğru İttihat ve Terakki Komitesi’nin ileri gelenlerinden bir dostunu, İngiltere’deki evi Pixton Park’ta ağırladı. Misafirinin adı Selanikli M. Kemal’di, yani geleceğin Atatürk’ü. Hırslı ve zeki birisiydi M. Kemal. Daha gençliğinde ihtilalci faaliyetlerinden dolayı Şam’a sürgüne gönderilmiş, 1907’de dönünce arkadaşı Ali Fethi’nin tavsiyesi üzerine hem Carasso’nun başında bulunduğu mason locasına hem de İttihat ve Terakki Komitesi’ne girmişti.
 
Aubrey Herbert, M. Kemal ile yiyeceği yemeğe Albay Ronald F. Forbes’in güzel karısı Rosita’yı da çağırmıştı. 22 yaşında genç bir hanım olan Rosita, yemekte M. Kemal ile Lord Allenby’in arasına oturdu. Bu yemekten yaklaşık 4 sene sonra M. Kemal ile Lord Allenby Filistin cephesinde karşı karşıya gelecek, M. Kemal bu cepheden kaçacak ve Filistin İngilizlerin eline geçecektir!
M. Kemal İngiltere’den döndüğünde artık, Sofya’ya tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırıldığı için üzgün değildi. Kendisini eğlencelere verdi, bir Bulgar Generalin kızına âşık bile oldu. Dostu Ali Fethi de Balkan Harbi’nde karşı cephede bulunan Bulgar General Ratcho Petrov’un kızına abayı yakmıştı. Hep beraber bir akşam General Petrov’un evinde otururlarken M. Kemal içkiyi fazla kaçırdı ve General’in karısına Türkiye için Anadolu’da bir hükumet merkezi gerektiğini söyledi. Fethi hemen işi şakaya vurarak mevzuyu değiştirdi.
Yazar kitabında Sultan Abdülhamit’in düşüşünü “Mark Sykes,Halifenin Son Mirası: Türk İmparatorluğu’nun Kısa Bir Tarihi” adlı kitabından alıntı yaparak  şöyle anlatıyor:
“ Abdülhamit’in düşüşü, bir despot veya tiranın düşüşü değildi. Bir halkın ve fikrin düşüşüydü. Teokrasi, İmparatorluk prestiji ve gelenek yerine ateizm, jakobenizm, materyalizm ve ruhsat geldi. Bir saatte İstanbul değişti. Halkın manevi desteği, ordunun ilhamı İslam, bir anda öldü. Halife, ulema, Kur’an hüküm ve ilham vermeye son verdi.”
Tapınakçıların organize ettiği 31Mart olayları neticesinde Abdülhamit tahttan indirilmişti. Oyunu Tapınakçılar kazanmıştı. Hal kararını sultana bildiren heyette, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi, Gürcü Arif Hikmet paşa vardı. Sözcüleri ise Macedonia Risorta Locası’nın Yahudi üstadı Emanuel Carasso idi.
Abdülhamit tahttan indirilince bir sene sonra İtalya Maşrık-ı Azamı Dello Strologo adında üst seviye bir mason, Türk biraderlerine şu cümlelerle karşılayacaktı:
“Sizlerin şahsında, meşhur ve sevgili biladerlerim. İnsanlığın ve terakkinin şövalyelerini selamlıyorum…1909 yılı tarihte mühim, büyük bir hadiseyi hatırlatacak ve masonluk yıllıklarında da muhterem Macedonia Risarta Locası ve Selanik’tekinin kardeşleri olan öbür localar için zafer dolu bir sayfa açılacaktır. Selanik ayrı bir ehemmiyet taşır. Çünkü büyük vatanımıza kanun-i esasi ile birlikte hürriyeti de taşıyan yürekli teşebbüs burada yeşerecektir.”
Özetini sunmaya çalıştığımız kitabın en ilginç bölümü, yazarın, Tapınakçıların adamı olduğunu imâ ettiği Cemâleddin Agfâni’dir. Yazar, Cemâleddin Agfâni ile ilgili verdiği bilgilerin kaynaklarını İngilizce belgelerden derlediği anlaşılıyor. Yazarın Cemâleddin Agfâni ile ilgili verdiği bilgileri sizlere özetleyerek sunuyoruz
“İran’da tek başına duran Profesör E. G. Browne’den bahsetmişken, onun ‘benzersiz münasebetler’ kurduğu Cemâleddin Agfâni’yi tanımakta fayda var. Afgani 1838 veya 39’da İran’da Hamedan yakınlarındaki Esadabad’da Şii bir ailenin Çocuğu  olarak doğmuştu. İlk tedrisatını evde, sonra Tahran’da, sonra da 1852’de babasıyla beraber gittiği Kerbela’da almıştı. Aynı yıl Bahailiğin kurucusu Bahaullah ve takipçileri, Nasireddin Şah’a  suikast  tertip etmek suçundan Irak’a sürülmüştü. Bu da Afgani’nin ailesinin Babi  olduğunu  göstermektedir. Afgani1856-57″de Kerbela’dan Hindistan’a  gitmiş ve burada bir seneden fazla kalmıştı. Ardından çeşitli İslam memleketlerini dolaşmış ve tekrar İran’a dönüp ailesi ile görüşmüştü. Buradan Afganistan’a geçmişti. Afganistan’da kendisini Rumi yani Anadolulu ve İstanbullu olarak tanıtmıştı. Yanında getirdiği gizli vesikalar sayesinde Afganistan Emiri Muhammed Azim Han’ın müşaviri olmuştu. 1868’da Emirin tahtını kaybetmesi üzerine yeni emir tarafından Afganistan’dan sürülmüştü. Böylece dışarıda kendini Afganlı olarak tanıtma şansı bulmuş ve ‘Afgani’ adını almıştı. Afgani Kahire’de kısa bir mola verdikten sonra İstanbul’a gelmişti, Referansları sayesinde, Tapınakçıların başlattığı Tanzimat’ in son temsilcilerinin halkasına dâhil olmuştu. Arnavut milliyetçisi Hoca Tahsin vasıtasıyla Darulfünun’da yani İstanbul Üniversitesi’nde konferanslar vermişti. Bir konferansında peygamberlik ile felsefeyi  kıyaslayıp peygamberliğin bir meslek olduğunu söyleyince ortalık karışmış, Tahsin vazifeden alınmış, Afgani’de İstanbul’dan kovulmuştu.
Mart 1871’de Mısır’a gelmiş ve El-Ezher’de felsefe dersleri vermeye başlamış, fakat reformcu fikirleri muhafazakârların rahatsız edince Afganî üniversiteden ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. Aktif bir masondu. Aubrey’in babasının, yani  Lord Carnarvon’un başında bulunduğu İngiltere Birleşik Büyük Mason Locası’na bağlı Mısır’daki Şark Yıldızı locasının ileri gelen mensuplarındandı. Aralık 1877 – Temmuz 1879 tarihleri arasında bu locanın üstâd-ı âzâmı olmuştu.Hatta Mısır’da kendi Fransız locasını kurmuş ve Mısır’ın ileri gelenlerinin ekserisi bu locaya girmişlerdi. İflas ederek Mısır’ı Tapınakçılara kaptıran Hidiv İsmail Paşa’nın oğlu Tevfik Paşa’da bunlardan biriydi. Fakat Paşa daha sonra babasının yerini alınca Afganî ile ters düşmüştü Hemen ardından Afganî bir yaratıcıya inanmadığı yani ateist olduğu için İngiliz locasından kovulmuştu. Bu gelişmelerin ardından Afganî Mısır’dan sürülmüş ve önce Hindistan’a, sonra da 1883’te Paris’e gitmişti. Mısır’daki talebesi Muhammed Abduh, Arabi paşa  ayaklanmasına  katılmış, böylece Mısır’ın İngiltere tarafından işgal edilmesini sağlamıştı. Abduh sürgüne gönderilince onu da yanına çağırmıştı. 1884’te Paris’te bir Fransız mason locasına kayıt olmuş ve Abduh’u da girmesi için ikna etmişti. Mısır’dan dostu Yahudi Jacob Sanua, yani Yakup Sanu’da onlara katılmıştı. Jacop, Kahire’nin önde gelen İtalyan Yahudi’si bir ailenin çocuğuydu. Yahudi olarak yetiştirilmişti. Fakat İslam’ı o kadar iyi öğrenmişti ki Müslümanlar ona şeyh demeye başlamıştı. Okumak için İtalya’ya gitmiş, burada Mazzini’nin fikirlerinin ve Carbonari’nin tesirinde kalmıştı. Kahire’ye dönünce genç İtalya hareketinin fikirlerini yaymaya başlamış, fakat ihtilalci fikirleri yüzünden düşman kazanınca 1878’de Paris’e kaçmıştı. Afganî  Hindistan’dayken  o da, ‘Ebu Nazzara’(Gözlüğün Babası) lakabıyla Fransa’da gazetecilik yapmaya başlamıştı. Afganî, Abduh ve Jacob ile birlikte Paris’te İslami reformist fikirleri yaymak ve tek bir dünya dini propagandası yapmak için bir mecmua çıkarmışlardı. Afganî, İslâmiyet’e çok sevdiği modern batı fikirlerinin sokulmasını istiyordu. “Gerçekte Müslüman dini, fenni bastırmaya ve ilerlemesini durdurmaya ve zihinleri fenni hakikâti aramaktan döndürmeye muvaffak oldu” diyordu. “Dinler, isimleri ne olursa  olsun, birbirine benzer. Din insana kendi iman ve itikadını empoze eder, felsefe ise insanı ondan kısmen veya tamamen ‘azâd eder. Afganî’nin Paris’te ziyaretçileri hiç azalmamıştı. Eski dostu Madam Helana Blavatsky’nin gönderdiği Katolik milliyetçiler, İrlandalı ihtilalciler, papazlar kapısında eksik olmuyordu. Rusyalı bir Yahudi olan Blavatsky Hanım, dinler üstü bir teşekkül olan ve Kabala ve okültist araştırmalar yapmak ve şark dinlerini tetkik etmek maksadını güden Teosofi Cemiyeti’nin kurucusuydu. Dünyanın her yerini gezmiş, dinleri ve inançları araştırmış, bütün dinlerin ortak yönlerini tespit ederek tek bir dünya dini için temel hazırlamaya çalışmıştı. Bazı yazarların iddiasına göre Blavatsky, Afgani ile Kahire’ye tasavvufu araştırmak maksadıyla geldiği  zaman tanışmıştı. Hatta otuz yıldır Hindistan başta olmak üzere çoğu  seyahatleri beraber yapmışlardı. Blavatsky’nin gönderdiği misafirler Afgani’yi  ziyaret  ederken aynı evde ”Eğer İngiltere’ye saf kan Arap atları takdim edebilir ve Arabistan’ın Türklerden kurtulduğunu görmeye yardımcı  olabilirsem  beyhude  yaşamış olmam” diyen bir İngiliz onları seyrediyordu.
Saf kan Arap atlarına meraklı bu İngiliz’in adı Wilfrid Scawen Blunt’tı. Aubrey’in amcası Auberon’un yakın bir dostuydu. Antiemperyalist bir hava  vererek  Mısır’da casusluk yapıyordu. Lord Byron’un torunu ile evli olan Blunt, eski dostu Abduh’tan Afgani hakkında çok şey duymuştu.Çünkü bir istihbaratçı olarak Blunt’un vazifesi Mısır’da İslami reform yapmak ve Arap milliyetçiliğini teşvik etmekti. Halifeliği Türklerden alıp Araplara vermek istiyordu. Afgani ve Abduh’un da bu maksatla kullanılabileceğini düşünmüştü. Abduh onu Mart 1884’te Afgani ile tanıştırmıştı. Afgani, Blunt ile birlikte 1885’de Londra’ya gitmiş İngiltere’de üç ay onun misafiri olarak kalmıştı. Bu zaman zarfında Winston Churchill’in babası Lord Randolph Churchill ve İngiltere’nin birtakım ileri gelen adamları ile görüşmüştü.
Afgani 1889’da Şah’ın daveti üzerine İran’a gitmişti. Tapınakçılar tarafından kendisine Şah’ı devirmek vazifesi verilmişti. İran’da, hükümet ile yakın bağlantıları olan zengin bir tüccarın misafiri olmuştu. Afgani’nin kendisine karşı yürüttüğü faaliyetlerinden şüphelenen Şah, 1891 ‘in başında onu Osmanlı hududundan sınır dışı etmişti. Aynı sene Şah’ın İngilizlere verdiği tütün imtiyazı üzerine İran’da Afgani’nin teşebbüsleri sayesinde ayaklanma çıkmış ve Basra’dan ayaklanmayı kontrol eden Afgani, bu imtiyazı iptal ettirmeyi başarmıştı.
Afgani, 1891-1892 yıllarında yine İngiltere’de kalarak Şah’a karşı faaliyetlerine devam etmişti. Londra’da Blunt’un misyonunun aynısını İran’da gerçekleştirmeye çalışan Profesör Edward G. Browne ile tanışmıştı. Yani, daha  sonra Aubrey’in Arnavut Komitesine katılacak olan profesörle, Browne,İran’da milliyetçiliğin yayılması ve Babiliğin dünya dinleri arasına girmesi için mücadele ediyordu. “Muhammed’in Araplara yaptığını bilenler, Bab’ın İranlılara neler yapabileceğini iyice düşünsün” diye yazmıştı not defterine. Ayrıca Babileri kullanarak İran’daki muhafazakâr ulemayı tasfiye ve Kaçar Hanedanına karşı bir ihtilal organize etmeye çalışıyordu. Babilerle  yakın bağları  olan Afgani, bu iş için biçilmiş kaftandı. İran’da gerçekleştirmek istediği ihtilal için Browne, aradığı adamı bulmuştu. Afgani’nin İngilizlerle çalışmalarını yakından  takip  eden sultan Abdülhamit, Afgani’yi kendi kontrolüne almak için 1892’de İstanbul’a davet etmişti. Tuzağa düşen Afgani Türkiye’ye gelmiş ve aynı yıl Mardin civarında Said-i Nursi ile tanışmıştı. Said-İ Nursi onun için, ”beni hakka irşat eden bir zat” diye yazmıştı. “Siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi” demişti. Afgani Türkiye’de göz  önünde  olmasına  rağmen İran’daki faaliyetlerini Babailer vasıtasıyla İstanbul’dan idare etmişti. İran’da hapiste iken serbest bırakılan talebesi Mirza Rıza, İstanbul’a gelerek Afgani ile görüşmüştü. Afgani Şah’ı öldürmesi için, bir Babi olan ve İran’da genç Türk propagandası yapan Rıza’yı tekrar İran’a göndermiş ve Rıza, Şah’ı öldürmüş ve ardından yakalanarak idam edilmişti. Böylece Profesör Browne maksadına ulaşmıştı. Afgani’nin bu faaliyetlerini gören Sultan Abdülhamid, bir daha İstanbul’dan çıkmasına müsaade etmemiş ve Afgani 1897’de İstanbul’da kanserden ölmüştü. Amerikalı işadamı Charles R. Crane daha sonra gelip ona Nişantaşı’nda güzel bir mezar yaptırmıştı.
Yazar, kitabının  bundan sonraki bölümünde Mustafa Kemal’in Çanakkale savaşı esnasındaki faaliyetleri hakkında bilgiler veriyor.
Aubrey Herbert ile M. Kemal Çanakkale Savaşı’nda tekrar karşılaştılar. Aubrey, Yeni Zelanda (Anzak) Tümeni’nde  tercüman ve istihbarat subayı olarak orduya katıldı. Müttefiklerin çıkarmasını ilk fark eden kumandan, Aubrey’in bir buçuk sene evvel Pixton Park’ta ağırladığı Selanikli M. Kemal olmuştu. Yolda karşılaştığı, cephaneleri bittiği için Anzak Koyundan geri çekilen askerleri durdurup tekrar düşman ateşinin altına göndererek İngilizleri şaşırtmış, fakat askerlerin süngülerinden başka bir şeyleri olmadığı için hepsi ölmüştü. M. Kemal, çıkarmanın olduğu koya gelen 57. Alayı da ileri sürdü ve alayın hemen hemen bütün erleri öldü. Harbin henüz başında oldukları için Kumandan Esad Paşa askerleri bu şekilde harcamaması için M. Kemal’i ikaz etmek mecburiyetinde kaldı. Ölüme gönderdiği Müslüman askerlerin şehit olmak için gözünü kırpmadan can verişini gören M. Kemal, onların bu inançlarını arkadaşı Madam Corinne’ye yazdığı mektubunda:
“Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususi inançları, çok defa ölüme sevk eden emirleri yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika, onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi ya da şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru Cennete gitmek… Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tabi olacaklar. Ne saadet!”
Yazarımız Çanakkale savaşları ile ilgili ilginç bilgiler vermeye devam ediyor okuyalım:
“ Türk cephesindeki zavallı askerler din uğrunda cihat ettiklerini sanarak seve seve can veriyorlardı ama aslında Alman Yahudilerinin ve Enver gibi İttihatçıların ihtiraslarının kurbanı oluyorlardı. Türkiye’nin müttefiki olan Avusturya’nın İstanbul Sefiri Johann von Pallavicini, İngiltere’nin ihtilalci lideri Oliver Cromwell’in karısının mensup olduğu Cizvitçi Pallavicini ailesindendi. Diğer müttefikleri Almanların Şark İstihbarat Bürosu şefi Baron Max von Oppenhaim, Rothschild’lerin ortağı olan meşhur Oppenhaim ailesini bir ferdiydi. Baron Oppenhaim bir yandan Arap memleketlerini dolaşarak Müslümanları İngilizlere karşı cihada teşvik ediyor, bir yandan da İttihatçılardan nefret eden Arapların yok edilmesini arzu ediyordu. Vazifesi, hükümetten  kesinlikle hoşnut olmayan ileri gelen Arap şairleri, memurları, mebusları ve münevverleri yok etmek olduğu halde hükümet niye sadece birkaç garibanı asıyor” diye sorarak Suriye Valisi Cemal Paşa’dan Araplara karşı daha sert davranmasını istiyordu.
Yazar kitabında resmi tarihe pekte uymayan bilgiler vermeye devam ediyor. Çanakkale savaşı sırasında iki siper arasındaki cesetlerin hastalık yayacağını düşünen Aubrey, ölülerin gömülmesi için bir ateşkes ayarlamayı düşündü. Bu gerekçeyle karşı taraftan M. Kemal ile gizlice buluştu ve bir günlük mütareke ilan etmeye karar verdiler. Fakat Müttefik Ordusunun İngiliz Kumandanı Ian Hamilton bunu kabul etmedi. Bir dizi temaslardan sonra Hamilton, Aubrey’e, gidip Türklerle konuşmasını söyledi. Aubrey yanına istihbarattan bir adam alıp sahil boyunca ilerledi. Kızgın bir Arap subay ve Türk bir teğmen ile buluştular. Gelinciklerle bezenmiş bir tarlada oturup sigara içerek, M. Kemal’in Harbiye’den sınıf arkadaşı Ohrili Kemal Bey’in gelmesini beklediler. Kemal Bey gelince gözlerini bağlayıp, Aubrey’in yanındaki istihbaratçı ile beraber ateşkes şartlarını görüşmesi için karargâha gönderdiler. Aubrey de Türklerin tarafında “rehin” olarak kaldı. Ateşkes 24 Mayıs Pazartesi günü yapılacak ve 8 saat sürecekti. İki taraf kokmaya başlamış cesetlerini gömmeye başlamışlardı. Yerde dört bin Türk’ün naaşı vardı. Yağan yağmur kanlarını temizliyordu. Yüzlerce yaralı çoktan can vermiş, geriye sadece iki yaralı asker kalmıştı. Ölenlerin çoğu Mustafa Kemal’in, “ben size ölmeyi emrediyorum” dediği askerlerdi.
Emperyalist  İngilizlere karşı mücadelenin sembol  ismi meşhur Mahatma Gandi Cihan harbi başladığında Hintlileri İngiltere’ye destek olmaya teşvik ediyordu; ” Biz her şeyden  önce Büyük Britanya İmparatorluğu’nun İngiliz yurttaşlarıyız. İngilizler şu anda haklı bir dava uğruna, insan şerefinin ve medeniyetinin iyiliği ve şanı için dövüştüklerine göre, … Bize düşen vazife açıktır: İngilizleri desteklemek için elimizden geleni yapmak, canımızla ve malımızla savaşmak.” Gandi, tam İngiliz idareci Macaulay’ın dediği tipte biriydi. Kan ve renk bakımından Hintli; ama zevk, ahlak ve anlayış bakımından İngiliz. Bunu bilmeyen Hintliler, Gandi’nin çağrısına uymuş ve İngiliz subayların emrinde Hindistan’dan kalkıp ta Mezopotamya’ya gelmişlerdi.
Uzayan cihan harbinden bunalan sadece Talat Paşa ve ekibi değildi. Muhaliflerden önce davranarak bu tezgâhı kendi lehine çevirmek isteyen Enver paşa bir adamı vasıtasıyla Basil Zaharof ile Cenevre’de görüştü. Enver Paşa’nın adamı Abdülkerim adında biriydi. Abdülkerim Sultan Hamid’in mabeyincisiydi. Zamanında Zaharof’tan yüklü miktarda rüşvet almıştı. Zaharoff ona güveniyordu. Enver Paşa’nın adamı Abdülkerim, Zaharoff’tan New York’ta Morgan’s Bank’a 2 milyon dolar avans yatırılmasını talep etti. 500 bin dolarını kendi alıp, kalanını Enver ve Cavid gibi arkadaşları arasında dağıtacaktı. Para yattıktan sonra Mezopotamya ve Filistin cephesindeki Türk ordusunun kendi tespit ettikleri bir hatta kadar peyderpey çekeceklerdi. Ardından Çanakkale Boğazı’ndaki birlikleri çekecekler ve Müttefiklerin çıkmasına izin vereceklerdi. Nihai olarak, İngiliz donanması Boğazlardan geçtikten ve mütareke imzalandıktan sonra kalan ödemeyi yapacaklardı. Avansın dışında toplam 10 milyon dolar istiyorlardı. Zaharoff bu teklife İngiltere’yi razı etmişti. Fakat tereddüde düşen Enver, Kasım 1917’de hesaba yatırılan rüşveti birtakım görüşmelerden sonra 1918 yılı başında parayı iade ederek bu hıyanetten vaz geçecekti.
Yazarımız Mehmet Hasan Bulut resmi tarihin dışına çıkmaya devam ederek Mustafa Kemal ile ilginç bilgiler vermeye devam ediyor. Bir alıntı yapıyoruz:
“Türkiye’de Sultan Reşad vefat etmiş ve yerine kardeşi Vahideddin Efendi geçmişti. M. Kemal de yurtdışındaki tedavisinden dönmüş, tebriklerini sunmak için Sultan’ın huzuruna çıkmış ve bu görüşme neticesinde tekrar 7. Ordu kumandanlığına tayin edilmişti. M. Kemal, Ağustos ayı sonunda Halep’e giderek ordusunun başına geçti, fakat harbi bitirmeye artık kesin kararlıydı. Bu kararını tatbikata koymak için Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’la birlikte İttihatçılara karşı savaşan casus Lawrence ile görüştü. Lawrence ile 1918 yılı başında, Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler Almanya ve Türkiye ile sulh görüşmeleri yaparken de görüşmüştü. Ona, Pantürkizm peşinde koşan İttihatçı partinin içinde güçlü bir pozisyon elde ettiğini ve onları istediği gibi yönlendirebildiğini, Doğu’daki Türkçü arzulara en kısa zamanda mani olunması gerektiğini, Almanların bu savaşı kesinlikle kaybedeceğini söylemişti.
Görüşmelerden  sonra M. Kemal, Aubrey’in evinde tanışıp beraber yemek yediği, İngiliz ordularının başındaki Allenby’nin saldırısı üzerine ordusunu geri çekti. İngiliz ordusu açılan boşluktan girip sağ ve sol cenahtaki diğer Türk ordularını arkadan sardı. M. Kemal, Lawrence ile 27 Eylül gecesi tekrar görüştü. Ona Genç Araplarla, yani Emir Faysal’ın adamlarıyla anlaştığını, Türklerin başka milletlere ait “toprakları terk etmesi” ve Anadolu’ya odaklanması gerektiğini söyledi. Orduyu bu yüzden geri çekiyordu.
Bu arada Halep’te Baron Otel’in süitine yerleşen M. Kemal, şehri savaşmadan teslim etti ve Halep’in 40 mil dışında kamp kurdu. Anzak askerlerinin kumandanı General Harry Chauvel, kendisine asker gönderip teslim olmasını istedi. M. Kemal gülerek, “Söyle Chauvel’e kendisi gelsin alsın” dedi, fakat birkaç gün sonra gelip, General Macandrew’a kendisi teslim oldu. Bunun ardından, Aubrey’in Kut’ta Türklere emanet ettiği General Townshend, Aubrey’in arzusu üzerine İstanbul’da mütareke görüşmelerine başladı ve Türkiye, 30 Ekim’de Mondros Mütarekesini imzalayarak harpten çekildi.
İşgalin ardından gelen emir üzerine General Macandrew, M. Kemal’i serbest bıraktı ve onu lüks bir arabaya bindirip tren istasyonuna uğurladı. Trenle Anadolu’ya geçen M. Kemal, Adana’da kısa bir mola verdikten sonra 13 Kasım’da işgal altındaki İstanbul’a döndü. Mütarekenin imzalanmasından iki hafta sonra İstanbul’a doğru ilerleyen İngiliz filosu, 12 Kasım 1918’de, yani Çanakkale Harbi’nden sadece 3 sene sonra Çanakkale Boğazı’na girmiş ve İstanbul’u işgal etmişti. M. Kemal, annesinin Akaretler ’de evi olmasına rağmen, İngilizlerin kontrolü altındaki mıntıkada kalan ve casusların cirit attığı Pera Palas’a yerleşti. Ertesi gün otelde Daily Mail gazetesinin muhabiri ve Aubrey’in arkadaşı George Ward Price ile buluştu. George’a, “Eğer İngilizler Anadolu için mesuliyet kabul edecek olurlarsa, tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir salahiyet dâhilinde hizmetlerimi arz edebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim” dedi ve kendisini Karadeniz Ordusu’nun başındaki Korgeneral Harington ile görüştürmesini istedi.
M. Kemal, otelde kalırken birkaç defa da, Aubrey’in mensubu olduğu İngiliz Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin İstanbul Komitesinin reisi Rahip Robert Frew ile görüştü. İngilizler, M. Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesini istiyordu.
Resmi tarihin pek dillendirmediği Mustafa Kemal ile ilişkisi olan rahip Frew bu kitapta da karşımıza çıkıyor. İngilizlerin casusu olan Rahip Frew Damat Ferit’in yakın dostu olmuştu. İttihatçılar yüzünden İngilizler ile bozulan münasebetleri  düzeltmek isteyen Damat Ferit, İngiltere Başvekili Lloyd George ile arsının iyi olduğunu bildiği için Rahip Frew’in her dediğine inanıyordu. Frew’de Ferit’in ve eşinin vasıtasıyla Sultan Vahidettin’e telkinlerde bulunabiliyordu. Yani Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi için Frew kritik bir isimdi.
Anadolu karma karışıktı. İttihatçılar, Anadolu’da bir hareket planlamak ve bu harekete bir lider seçmek için Galata’daki Selanik bankası şubesinde gizlice toplandılar. Rothschild’lerin ortağı olan Allatini ailesine ait Selanik Bankası, 1908 ve 1910’da Fransız, Avusturya ve Osmanlı Bankası’nın iştirakiyle iyice büyümüş ve bankanın merkezi Selanik’ten İstanbul’a taşınmıştı. İttihat ve Terakki komitesi, Meşrutiyetten sonra da mühim kararları almak için çoğu zaman Selanik Bankası’nın bu şubesinde toplanırdı. Toplantıda Anadolu hareketinin lider olarak Mustafa Kemal seçildi. Bundan haberdar olan İngilizler, ellerindeki tevkif edilecekler listesinde  adı  üçüncü sırada  yer alan Mustafa Kemal’i asayişi sağlamak üzere Anadolu’ya müfettiş olarak göndermesi için Sultan Vahdettin’i ikna ettiler.
Sultan Vahdeddin, Anadolu’da silahları teslim alınmamış orduları ve İstanbul’un işgaline karşı gösterilen reaksiyonu organize ederek anlaşma esnasında işgal güçlerine karşı koz olarak kullanabileceğini düşündü. İstanbul’u işgal kuvvetlerine bırakarak kendisi Anadolu’ya geçemezdi, istese bile İngilizler buna müsaade etmeyecekti. 22 Kasım’da M. Kemal ile görüşürken endişeli olduğu her halinden belliydi. Ona, “Ordunun kumandan ve subayları eminim ki seni çok severler, Onlardan bana bir fenalık gelmeyeceğine teminat verir misin?” diye sordu.
Ertesi hafta Yıldız Sarayı’nda tekrar görüştüler ve Sultan taşıdığı tüm şüphelere rağmen M. Kemal’i Anadolu’ya göndermeye karar verdi.
İngilizler Mustafa Kemal’i iyi tanıyorlardı. 1913 yılında İngiliz Genelkurmay başkanı olan Henry Wilson, Türkleri yakından tanıyordu. Balkan Savaşının geçtiği sahaları gezerken İstanbul’da Enver, Cemal ve diğer İttihatçı subayları tanımış, fakat hiç birinden hoşlanmamıştı. Bir subay müstesnaydı; “Mustafa Kemal diye biri var, genç bir yarbay. Onu izleyin. Çok yükselecektir” demişti. Büyük bir kehanette bulunmuştu.
Machiavelli, “Kendi kanunları ve hürriyet içinde yaşamaya alışkın devletler ele geçirildiklerinde elde tutmanın üç yolu vardır: İlki onları ortadan kaldırmak; ikincisi gidip orada yerleşip oturmak; üçüncüsü vergiye bağlamak ve içeride sana yerli halkın dostluğunu sağlayacak az sayıda kişiden oluşmuş bir hükümet kurarak kendi kanunlarıyla yaşamalarına izin vermektir. Böylece bu hükumet, o hükümdar tarafından kurulduğu için onun gücüne ve dostluğuna ihtiyaç duyduğundan o devleti ayakta tutmak için her yola başvurur. Hür yaşamaya alışkın bir kenti başka yollara müracaat etmek yerine kendi halkıyla idare ederek elde tutmak daha kolaydır” diyordu. Bu “yerli halkın dostluğunu sağlayacak az sayıda kişinin halkın gözünde nasıl büyütüleceğini ise şu şekilde izah ediyordu;
“Çoğu kişi, akıllı bir hükümdarın, fırsatını bulur bulmaz, kurnazlıkla kendisine düşmanlar meydana getirerek ve meydana getirdiği bu düşmanları tepeleyip itibarını kendiliğinden artırması icap ettiğini düşünür.” O zaman, kendi kendilerini idare edecek Türklere liderlik yapacak kişiye bir düşman lazımdı.
New Europe grubu harekete geçti ve Rothschild’lerin Vickers silah şirketinin başındaki Zaharoff, İngiltere Başvekili Lloyd George ve Yunanistan Başvekili Venizelos ile buluşarak onlarla Anadolu’ya asker çıkarma meselesini konuştu. Zaharoff, Yunan ordusunun Anadolu operasyonunu kendi cebinden finanse edecekti. Bunun üzerine, İngiltere Başvekili Lloyd George, M. Kemal’in muayene olduğu Rothschild Hastanesi’nin başhekimi Otto Zuckerkandl’ın akrabası ve Fransa Başvekili Clemenceau, İtalya Başvekili Orlando ve Amerika Birleşik Devletleri Reisi Wilson, Paris’te Yunanlıların Anadolu’ya çıkışı üzerinde anlaştılar.
Yunan ordusunun çıkışından evvel, İngilizler, İtalyan ve Fransızlar Anadolu’da işgallere giriştiler. Anadolu’nun her yerinde İttihatçılar tarafından peş peşe Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kuruldu. Minber ve Büyük  Mecmua  gibi İttihatçıların çıkarttıkları gazete ve mecmualarda M. Kemal’in reklamı yapılmaya başlanmıştı. Anadolu artık halaskar (kurtarıcı) M. Kemal’in gelişini bekliyordu. O ise yola çıkmadan önce son hazırlıkları yapıyordu. İstanbul Harbiye Nezareti’nde İngiliz İrtibat Subayı olan Yüzbaşı John G. Bennett ile görüşmüş ve ona İngilizlerin kontrolü altında büyük bir Türk ordusu teşkil etmeyi teklif etmişti.
Başka bir gün de İtalyan bir işadamının bürosunda İtalyan Yüksek Komiseri ve Mason Kont Sforza ile buluşmuş ve İtalyanlardan Anadolu Hareketine destek sözü almayı başarmıştı.
Bu arada hayatını ebediyen değiştirecek hadise nihayet gerçekleşti; Yunanistan Kralı Alexandros’a her istediğini yaptıran Başvekil Venizelos, Zaharoff’a ait Vickers marka silahlarla teçhiz ettiği Yunan ordusunu 15 Mayıs’ta İzmir’e çıkardı. Yunanlıların İzmir’i işgal ettiği gün M. Kemal, tekrar Sultan Vahideddin ile görüştü. Kur’an-ı Kerim’e el basarak vazifesine ve padişaha bağlı kalacağına dair yemin etti. Sultan’dan yüklü bir miktarda tahsisat aldı. Ertesi gün, kendisine ordu kurmayı teklif ettiği Yüzbaşı Bennett’ten Anadolu’ya geçiş vizesi aldı; kendisi ve maiyeti için tahsis edilen Bandırma Vapuruna binerek İstanbul’dan ayrıldı. Bu arada, Fransız  ihtilaline ve Napolyon’a hayran olduğunu her fırsatta dile getiren Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış, buradaki İngiliz subaylarla toplantı yaptıktan sonra Havza ve Amasya’dan sonra Erzurum’a gitmişti.
Amerikalı İşadamı Charles R. Crane, Arnavutluk ve Rusya’da ihtilalleri organize etmek ve ihtilalcilere yardım etmek için insani yardım cemiyetlerini kullanmıştı. İttihatçıların Ermenileri Suriye’ye sürmesi, ona Türkiye’de de insani yardım faaliyetleri yürütme fırsatı vermişti. Crane,1915’te kurulan Ermeni ve Suriye Yardımı için Amerikan Komitesi’nin, yani sonraki yıllarda Yakın Doğu Yardım Cemiyeti’nin mali idarecisiydi. Bu komiteye en büyük yardımı Rockefeller Vakfı yapmıştı. Bu komitenin mensuplarından ve Crane’in yakın dostlarından gazeteci William T. Ellis, M. Kemal Samsun’a çıkmadan bir ay önce New York Herald  gazetesinde  çıkan makalesinin sonunda Türkiye’nin son yıllarını şöyle anlatmıştı:
“Mümin veya kendi tabirleriyle ‘hakiki inananların, veya Türklerin onları çağırdığı şekliyle ‘Dönmelerin gerçek inancını dışarıdan kimse bilmez. Zahiren Muhammedi ritüellere uyarlar. Gizlice Yahudi inançlarını muhafaza ederler ve kabalisttik ritüeller ve Sabetay riyazetini icra ederler. İki yüz elli yıl dünyanın geri kalanından uzak durdular ve kendilerine hıyanet eden ‘Mesih’e sadık kaldılar.
Bu Müslüman (görünen) Yahudilerin saflarından ticaret ve siyaset dünyasında çok güçlü insanlar çıktı. Zengin ve Terakkici insanlar. Bu adamlar farmasonluğa girdiler ve localarından ve gizli toplantılarından 1908’de Sultan Abdülhamid’i indiren Türk ihtilali meydana geldi. Umumiyetle anlaşıldığı haliyle İttihat ve Terakki Komitesi gizli bir cemiyetti. Asıl liderleri hep arka planda, gizli ve meçhul kaldılar. Bu esrarlı cemaatin mensupları olan İttihat ve Terakki liderlerine, bu, doğrudan Dönmelerin gizli tarikatından miras kaldı. Türk ihtilaline Selanikli Yahudiler rehberlik etti. Şimdi Enver, Talat ve Cemal ve diğer Türk liderler sürgünde, arkalarındaki asıl güç ise, halk bilmediği için, emniyette ve cezalandırılmadı.
Dünyanın bu köşesi yine karışıklık içerisinde ve yeni ve daha iyi bir liderlik beklerken insan merak ediyor; Selanik’in güçlü Yahudileri tekrar günün adamını çıkaracak mı?”
Bu makalenin yazarı Crane, 1919 yılının ortalarında Filistin Sefarat Yahudilerinin lideri Avraham Elmaleh ile görüştü. Bu zat, çıkardığı hahamlar ve liderlerle meşhur olan İspanya kökenli Elmaleh ailesine mensuptu. Siyonist mektebi Alyans mezunu ve muallimiydi. Akrabası Amram Elmaleh, Fas’ın Fes şehrinin Alyans temsilcisiydi. Amram, Cihan Harbi esnasında Kudüs’te M. Kemal ile görüşmüştü.
M. Kemal, 1911’de Kudüs Kamenitz Oteli’nde Yahudi Elizer Ben Yehuda’nın oğlu İtamar Ben-Avi ile sohbet etti ve kendisine Sabetayist olduğunu söyledi.
M. Kemal, “Evimde Venedik’te basılmış eski bir Tevrat var. Babam onu okumam için bana Karaim Yahudi’si bir muallim tutmuştu. Öğrendiğim ayetlerden bazılarını hala hatırlayabiliyorum” dedikten sonra biraz düşünüp; “Shema Yisrael, Adonai Elohenu, Adonai Ehad!” Yani “Dinle ey İsrail, Rabbin olan Tanrı tektir” dedi. Bu dua Yahudilerin ünlü Shema duasıdır. Daha sonra Yahudi Itamar Ben Avi’nin “Efendim, bu Yahudilerin en mühim duasıdır!” demesi üzerine M. Kemal, “Benim de gizli duamdır bayım, benim de.” şeklinde cevap verdi.
İngiliz Albay Alfred Rawlinson, Erzurum’a M. Kemal’den önce gelmişti. Bir zamanlar Osmanlı topraklarında casusluk yapan Sir Henry Rawlinson’un oğluydu. Babası, aynı zamanda Lawrence’i arkeolog olarak Türkiye’ye gönderen Filistin Keşif Fonu’nun bir mensubuydu. Albayın görünüşteki vazifesi, mütareke şartlarının tatbikine nezaret etmek ve Doğu’daki Türk Ordusuna ait silahların envanterini çıkarmaktı. Hakikatte ise Tiflis’teki İngiliz ordusunun gönderdiği silahların Kars üzerinden Türklere verilmesini sağlıyordu. Albay Rawlinson bu silahların Türklere verildiğini söyle(ye)miyor, nakliye esnasında kaybolduğunu iddia ediyordu. Fakat Arnold J. Toynbee, 1921’de Yunanlıların ele geçirdiği Türk siperlerini gezerken, bu silahların Kemalist ordu tarafından kullanıldığını görmüştü.
Erzurum Kongresi başlamadan önce M. Kemal ile uzun uzun konuştular. Kongrenin son günü, yani 7 Ağustos’ta şehirden ayrılmadan evvel M. Kemal ile üç buçuk saatlik bir görüşme yaptı. Geleceğe dair ihtimallerden ve Milliyetçi Hareketten bahsettiler. M. Kemal ona kongrenin İstanbul idaresini tanımadığını ve Milli Hareketin aslında ihtilalci olduğunu söyledi. Görüşmenin ardından Rawlinson, rapor vermek üzere önce İstanbul’a, oradan da Londra’ya gitti. Harbiye Nezareti’ne raporunu sunup, M. Kemal’in yükseleceğini daha 1913’te tahmin eden Erkan-ı Harbiye Reisi Sir Henry Wilson ile görüştü. Mevzu daha çok M. Kemal’in şahsiyeti ve Sultan’ın hükumetine karşı yapacağı ihtilal ve kurulacak bir cumhuriyet hakkındaydı. Görüşmelerin ardından Rawlinson, gayri resmi bir vazifeyle M. Kemal ile görüşmek üzere tekrar Türkiye’ye gönderildi.
Yazarımız resmi tarihe meydan okurcasına Milli Mücadele ile ilgili bilgiler veriyor. Milli Mücadele sırasında Fransızların Ankara hükümetine yardımlarını şöyle anlatıyor.
 
“Bu arada M. Kemal  Ankara’ya gelmiş ve ilk gecesini Vehbi Koç’un ortağı Yahudi Yasef Ruso’nun evinde geçirmişti.
Ankara Anlaşmasıyla beraber Fransa’nın Ankara’daki Milliyetçilere desteği had safhaya çıktı. Anadolu’da işgal ettikleri yerlerden çekilen Fransızlar, ellerindeki topları ve silahları Ankara’ya teslim ettiler. Fransız subaylar bizzat Kemalist orduda vazife aldılar. Ayrıca 100 bin Alman tüfeğini ve yanında süngülerini ve silah başına bin mermiyi üç parti halinde Antalya ve İnebolu’ya indirerek Kemalistlere destek verdiler. Milliyetçilerin Paris temsilcisi ve Prens Sabahattin’in adamı Nihat Reşat’ta Paris’ten Ankara’ya Fransızların çeşitli silah tekliflerini gönderiyordu.
Düşman geldiği gibi gidecektir.(Eski Ahit, İşaya-37) Yazar kitabının bu bölümüne Tevrat’tan bir ayet alarak başlamakta ve ilginç bilgiler vermeye devam etmektedir. İsmini vermeyen bir arkadaşı, 29 Ocak 1920’de Aubrey’e gönderdiği raporda, İstanbul’da damat Ferit ile görüştüğünü yazıyordu. Damat Ferit ona Ankara’daki milliyetçilerin Bolşevik olduğunu, Berlin, Zürih ve Romanya’da komiteleri olduğunu ve Erzurum ve Sivas’tan bu komitelere haberler ve talimatlar gittiğini söylemişti. Damat Ferit’e göre Mustafa Kemal Selanikli bir Yahudi’ydi. Milliyetçilerin diğer ileri gelenleri de farklı ırklara mensuptu, yani Ankara’daki Milliyetçilerin içinde hiç Türk yoktu. Rus Bolşevikler gibi kendilerine karşı çıkan Türklere işkenceler tatbik ediyorlardı.
Bu arada Damat Ferit’in istifadesinin ardından İstanbul’da Anadolu hareketine sıcak bakan yeni bir kabine kurulmuştu. Bunun üzerine Heyet-i Temsiliye’den Rauf Orbay hakkında İngilizler tarafından yakalama kararı olduğu halde, 1920 yılı başında İstanbul’da açılan Meclis-i Mebusan’a Sivas Mebusu olarak iştirak etmişti. Mustafa Kemal ile Erzurum’dan mebus seçildiği halde İstanbul’a gitmemişti. Çünkü o, yıllar önce İngiltere’den döndüğünde Sofya’da General Petrov’un karısına dediği gibi hükümet merkezinin Anadolu’da kurulmasını istiyordu. Gitmemesinin bir diğer nedeni de Fransızlardan İstanbul’un işgal edileceğini öğrenmesiydi. Mustafa Kemal, İstanbul’daki Milliyetçilere haber göndererek, işgalden sonra mebusların hükümet kurmaya yetecek kadar kısmının Ankara’ya gelmesini istedi ve geleceklerin yol masrafları için Osmanlı Bankası’na para yatırdı.
Mustafa Kemal’in beklediği gibi İstanbul, İngilizler tarafından 16 Mart 1920’de saat 10’dan itibaren işgal edildi. Yani, zaten fiilen işgal altında olan şehre sembolik olarak bir kez daha el konuldu. Buna sebep olarak Mustafa Kemal ve Milli Hareketin Anadolu’da gayrimüslimlere tatbik ettiği zulümler gösterildi. Hükümete bu hareket kontrol altına alınmazsa sulh şartlarının daha da sertleşeceği bildirildi. Zavallı İstanbul hem Milliyetçi hareketin kontrol altına isteyen, hem de onların üzerlerine asker gönderilmesine izin vermeyen İngilizlerin tam olarak ne istediğini anlayamamıştı.
İngilizler İstanbul’u işgal edip, meclisteki mebusların Ankara’ya kaçmasına sebep olarak, farkında olmadan(veya bilerek), Mustafa Kemal’e kendi meclisini kurabilmesi için büyük bir yardımda bulunmuşlardı. Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşları ile görüşen ve Türkiye’deki arşivleri tarayarak onun hakkında tarihi bir eser ortaya koyan Lord Kinross, bu hususu şöyle anlatıyordu:
“İşin aslına bakılırsa, itilaf Devletleri, birbiri ardına yaptıkları iki hadise ile -biri Yunanlıların Anadolu’ya gönderilmesi, öteki de on ay sonra İstanbul’un işgali- Anadolu’da olduğu kadar Avrupa Türkiye’sinde geçerli fermanın, Mustafa Kemal’in fermanın, Mustafa Kemal’in fermanı olmasını sağlamışlardı.”
İttihat ve Terakki komitesi mensupları İstanbul’da kurdukları teşkilatlarla Anadolu’ya asker topluyor, askeri malzeme ve özellikle istihbarat topluyorlardı. Ticari kısımla da ilgili olarak Ankara hükümeti için yurt dışından askeri malzeme alıyorlardı. Ödemeyi de Osmanlı Bankası başta olmak üzere çeşitli yabancı bankalar üzerinden yapıyorlardı. Anadolu hareketine ticari destek sağlayan kısmın ekserisi Selanikli Yahudilerden oluşuyordu. En meşhurları Mustafa Kemal’in de bağlı olduğu Macedonia Risorta Locasının eski üstadı Emanuel Carasso’ydu.
Bu arada Yunan ordusu Anadolu içlerine ilerlemeye başlamıştı ama Milliyetçi liderlerin hiçbir korkusu yoktu. İstanbul’daki teşkilat, Müttefiklerin gözü önünde depolardan silah kaçırıp Anadolu’ya gönderiyordu. İtalyanlar ve Fransızlar bu kaçakçılığa bizzat destek veriyor, İngilizlerse görmemezlikten gelmeyi tercih ediyordu.
İstanbul’un işgalinden sonra Aubrey’in dostu Damat Ferit tekrar sadarete getirilmiş; İngilizlerin baskısı üzerine Ferit, Mustafa Kemal ve Halide Edip’in de içinde bulunduğu Milliyetçi Hareketin ileri gelenleri hakkında idam kararı almıştı. Böylece İstanbul ve Ankara arasında son ipler de kopmuş ve Milliyetçi liderler halkın gözünde canını dişine takan birer kahraman olmuştu.
Ayrıca İtalyanlarda Anadolu hareketini destekliyorlardı. Fıçı fıçı petrolü Antalya üzerinden Ankara içlerine gönderiyorlardı.
Ruslarda boş durmamış Kemalistlere 200 kilo altın getirmişlerdi. Ayrıca Sürmene ve Rize’ye giden kayıklarla Anadolu’ya mermi ve altın göndermişlerdi.
Enver Paşa, Mustafa Kemal hakkında şöyle diyordu:“ Onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.”
Kudüs Müftüsü el-Hüseyin’in Hitler ile olan ilişkisi, Özbekler Tekkesi ve onun şeyhi Ata Efendi’nin mason oluşu gibi… Daha birçok ilginç bilgilerin anlatıldığı kitabın özetine burada son veriyoruz. Venharhaber olarak özetini sunduğumuz kitabı okumanızı tavsiye ediyoruz.
Kitaptan son bir alıntı ile özetimizi tamamlıyoruz.
“Avrupa’nın bunca asırdır Müslümanlığın sembolü olan Osmanlı Türklerinin bir gün bu dinden çıkmaları, tarihin enteresan bir intikamı olacaktır. Yine de bu, çocuklarımızın veya torunlarımızın yaşayarak görebilecekleri bir intikamdır.(Wilfrid Scawen Blunt, İslam’ın Geleceği,1882)”

 

Hazırlayan: Alaaddin AYDIN