Hristiyanlaşma Emarelerinde Kısır Tespitler

Merhum İsmail Raci Faruki’nin ‘Hristiyan Ahlakı’(3) isimli eseri konuya dikkat gösterenler için derli toplu bilgiler içeriyor. Bu kitabı okumak yılın son aylarında nasip oldu. Hristiyanlığın tarihsel ve sistematik analizini yapan Faruki, kitapta Hristiyan dininin inanç esasları ve Batı dünyasının çıkmazları konusunda önemli tespitler yapıyor. Sonrasında kitabını önemli çözümlemeler ve yol işaretleri ile bitiriyor. Eserin kendisi ve verdiği kaynaklardan öğrendiğiniz bilgiler, ister istemez okurunu yaşadığı toplumla mukayeseye itiyor.

“Sizin velîniz ancak Allah’tır, Peygamberidir,

bir de Allâh’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.”

-Mâide, 55-

Yeryüzü olanca hızı ile yakılıp yıkılırken -Hristiyanların Miladi takvimine göre bir yılı geride bırakmamız yine/yeniden gündeme oturdu tüm dünyada. TV kanallarının tüm mazlum coğrafyanın son bir yılda yaşadığı acı ve döktüğü gözyaşları haberlerini; şahbaz politikacıların demeçlerine, o yıl bilmem hangi takımın kimi mağlup ederek kaçıncı kez kupayı kaldırdığına, yılın en çok kazanan ve en çok kaybeden şirketlerinin listelerine, kazancına kazanç katmak isteyenler için bir yıllık döviz, altın, borsa grafiğinin analizine ve ünlü fahişelerin yılın ilk gününü nerede geçireceği haberlerine meze yaparak tam tekmil üstümüze boca ettiği, “Müslüman” mahallede el ovuşturarak sattığı salyangozlarla gününü kurtarmaya bakan esnafın var gücüyle hazırlandığı, liberal dünya düzeninin emir kulları yerel ve ulusal iktidarın yaklaşan yılbaşı akşamı için Ramazan aylarındaki mahyaların ışıltısını aratmayacak nitelikte süslediği sokaklarda hazırlıklarını tamamladığı bir vasatta, Müslümanım diyenin de konu ile alakalı illa ki söylemek istediği şeyleri oluyor, olmalıdır.

Esasında meramım, şimdiye kadar çokça konuşulan ve İslam zaviyesinden bir terakki elde edilememiş bu meseleyi nihai bir noktaya ulaştırmaktan ziyade, bu vesile ile başkaca gerçekler üzerine dikkatleri çekebilmek.

Her yıl olduğu gibi son birkaç hafta kala günü geçiştirmek bâbında Diyanet emriyle(!) hutbelerden yapılan ‘Müslüman noel kutlamaz’ uyarıları, muhtemelen liberal/demokrat/milliyetçi muhafazakâr tayfa tarafından çok samimi bulunmuyor. Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerinin noel arifesinde dikilen bir ‘yılbaşı ağacı’nın önünde namaz kılması veya başka bir grup gencin Küçükçekmece’de Belediye tarafından dikilen bir ‘yılbaşı ağacı’nı devirmesi, muhafazakâr duyarlılıkların hayatta kalma emaresini gösteren gelişmeler olarak haber bültenlerine konu edilip tüketildi bile.

Oysa mesele, ‘yılbaşı ağacı’ ve alkol tüketimi gibi taşkınlıklara indirgenmiş sığ ve kısır uyarılarla geçiştirilmeye çalışılmasından çok daha derin ve hazin. Toplumsallaşmayı başarmış bu ‘Hristiyanlaşma emarelerine’ dikkatleri çekmeden önce, dilerseniz ‘noel’ ve ‘yılbaşı’ kavramlarının tarihi gerçeklerini de kısaca bir hatırlayalım.

Noel ve ‘Yılbaşı’nın Kısa Tarihi

Türkçe’de ‘yılbaşı kutlaması’ olarak süzgeçlenen noel, Latince’de ‘Tanrı’nın doğum günü’ anlamına gelen ve Hz. Îsâ’nın doğum günü kutlamasını ifade eden ‘dies natalis’ teriminin Fransızca (noël) karşılığıdır.(1) İngilizcesi ise christmas’dır.

Roma İmparatoru Jül Sezar tarafından kabul edilen Jülyen takviminin yerine, Papa XIII. Gregorius tarafından yaptırılan ve 1582 yılında kabul edilen Miladi Takvim (Gregoryen takvimi), İsa’nın doğduğu yılı milat olarak gören ve bir yılı 365 gün altı saat olarak kabul eden bir zaman sistemi. Tanımından da anlaşılacağı üzere, esasında basitçe bir zaman ölçüm yöntemi olarak görülen bu sistem, içerisinde temel Hristiyan esaslarını barındıran bir aygıt.(2) İşte muhafazakâr kesimler tarafından eğlence, hediyeleşme, ağaç süsleme, ziyafetler ve çeşitli ritüeller eşliğinde kutlanan 01 Ocak tarihi, esasında ‘Tanrı’nın doğumu’ bayramı…

Roma pagan kültüründe yaygın hale gelmiş dinlerden biri olan Hint-Pers kökenli Mitraizm inancında, güneş tanrısı Mithra’nın yeryüzüne inerek Zodyak yıldız kümesinin on iki simgesine karşılık gelen on iki havârisiyle dünyayı dolaştığına, sonunda insanlığın günahları için kendini feda ettiğine inanılırdı. Mitraistler’in bilinen festivali bir boğanın öldürülerek tanrıya adanması, kanının içilip etinin yenmesi uygulamasını içermekteydi. Yani esasında bu meşum bid’atın ilk orijini Hristiyanlar da değil, Roma ve Pers kültürü… Şöyle ki, Roma güneş tanrısı Mithra’nın doğum günü kutlamaları evrilerek Hristiyanlar’da (Tanrı) İsa’nın doğum ve vaftiz kutlamasına dönüşmüş. Ne var ki, Hz. İsa’nın doğumu ile ilgili kesinleşmiş bir bilgi de olmayınca, bu bayramın tarihi bazı azizlere göre 06 Ocak olarak belirlenmiş. Bu tarih IV. yüzyılın başlarında Bizans İmparatoru Konstantinos’un Hıristiyanlığa girişinin ardından İsâ’nın resmî doğum günü (nativitas domini) ilân edilmiş. 354 yılında ise, İsa’nın doğumu ile ilgili bazı hesaplamalar nedeni ile Papa Liberius tarafından 25 Aralık tarihi olarak değiştirilmiş. Günümüzde Christmas, Batı Hristiyanları tarafından 25 Aralık tarihinde kutlanmakta ve Julian takvimine dayanan 01 Ocak’taki yılbaşı eğlenceleriyle birleştirilmektedir.

Hristiyan inancına göre, noelden önce oruç ve tövbe ile geçirilen dört hafta ve 25 Aralık-06 Ocak tarihleri arasındaki günler kutsal kabul edilmektedir. Noel günü kilise ayinlerinde icra edilen ayinlere ilave olarak çeşitli ilahiler eklenmiş, noel hediyeleri ve kartlarının yanı sıra pagan kültürüne ait farklı unsurlar da zamanla bu kutlamanın parçası haline gelmiştir. İşte Noel Baba mahlasıyla masum bir masal karakterine büründürülen Aziz Santa Nikolas ve ‘noel ağacı’ kültürü, bu unsurlardan en önemli ikisidir.

Çam ağacı süsleme bid’atının kaynağı konusunda birçok görüş var. Yunan ve Roma pagan kültürlerindeki bereket tanrısı Attis’e yönelik âyinlerdeki bereket sembolü ağaç olduğunu söyleyen de var, antik Aryan inancındaki Yule festivalinde süslenen ağaçlardan ilham alındığını söyleyen de. Bir başka görüşe göre de İskandinav tanrılarından Odin’in, dünyayı yarattıktan sonra kendini evrenin ağacı denilen ve hiç solmayan bir çam ağacına asarak hikmet ve bilgiye dönüşmesi ve kendini kulları için feda edişi, Hristiyanlara göre Îsâ (a.s.)’ın çarmıha gerilişinin sembolüymüş.

Hristiyanlaşma Emareleri

Merhum İsmail Raci Faruki’nin ‘Hristiyan Ahlakı’(3) isimli eseri konuya dikkat gösterenler için derli toplu bilgiler içeriyor. Bu kitabı okumak yılın son aylarında nasip oldu. Hristiyanlığın tarihsel ve sistematik analizini yapan Faruki, kitapta Hristiyan dininin inanç esasları ve Batı dünyasının çıkmazları konusunda önemli tespitler yapıyor. Sonrasında kitabını önemli çözümlemeler ve yol işaretleri ile bitiriyor. Eserin kendisi ve verdiği kaynaklardan öğrendiğiniz bilgiler, ister istemez okurunu yaşadığı toplumla mukayeseye itiyor. (Meseleyi ‘yılbaşı ağacı’ cedelleşmesinin sığlığına hapsedenlere inat) İçinde bulunduğumuz ayın aktüalitesine uygun düşeceğinden, bu mukayesenin sonucu tespit ettiğim -kitabı mehcur bırakan bir toplumun- ‘hristiyanlaşma emarelerini(!)’ bu yazıma taşımaya karar verdim.

Roma’da o dönem hâkim olan siyasi/ruhani atmosferi anlamadan, Hz. İsa (a.s.) tarafından getirilen öğretilerin tevhidi bağlamını ve dolayısıyla bugünkü kurumsal Hristiyanlık dinini anlamak gerçekten güç olurdu. Farukî de bunun gayet farkında olduğundan, İsa (a.s.) öncesi Yahudi inancını (Sadûkīler, Ferîsîler ve bunların inanç esaslarındaki farklılıklar) analiz ederek başlamış.

Faruki’nin de tespitlerine göre İsa (a.s.)’dan sonra kurulan kurumsal Hristiyanlık’ta üç temel inanç esası var. Bunlardan birincisi İsa (a.s.)’ın Tanrı’nın oğlu olarak bizzat Tanrı olduğu inancını şek-şüphe bulundurmadan kabul edilmesi.(4) Diğeri ise, insanoğlunun günahkâr olduğu ve insanların kurtuluşuna kefaret için tanrı İsa (a.s.)’ın çarmıha gerilerek kendisini feda ettiğine iman etmek. Üçüncüsü de, İsa (a.s.)’ın getirdiği kurtuluş müjdesini kabul edenden başkasının yaşamayı bile hak etmeyecek yaratıklar olduğu zannı.

Muhafazakâr Türklerin, bu tespitleri duyar duymaz (kendi dininin kıymetini bilirmişcesine) kendilerini böyle bir safsatadan beri görmeleri bir aldanmadır esasında. Zira dini bilginin kaynağını Kur’an’dan almayanlar, İsa (a.s.) için gösterilen tâzim ve takdisin benzerini (onu sevmek adına) Allah Rasulü Muhammed (s.a.v)’e göstermeye kalkarlar. Peygamberin şefaat ehliyeti sayesinde tüm İslam ümmetinin kurtuluşa ereceğine, iman kırıntısı bile olsa teslim olanların cennete gireceğine, hatta Allah’a tüm müminleri bağışlatana kadar üç kez yalvardığına inanarak yaşamak, Allah Rasulü’nü bizlerin günahları için kefaret ödeyen birisi olarak görmek değil de nedir? Müslüman beldelerde ‘kutlu doğum haftası’ ve Mevlid kandili adı altında Allah’ın Rasulü’ne doğum günü kutlamak, hatta ve hatta pasta kesmek, mescidlerde programlar düzenlemek, dinde yeri olmayan oruçlar ihdas etmek; İsa (a.s.)’ın doğumu adına, noel öncesinde ve sonrasında oruçlar tutmak ve kiliselerde dualar, ilahiler okumak/okutmak ile benzerlik göstermiyor mu gerçekten? Allah’ın elçisi Muhammed (a.s.)’ın getirdiği vahyden bir ders/program çıkartmak yerine, rahmeti onun adına yazılmış şemail kitaplarında, sürmesinde, sakalında aramak veya kendisini (haşa) Allah’ın yeryüzünde bir yansıması(5) olarak görmek Hristiyanların İsa (a.s.)’a yaptıkları zulümle benzeşmez mi? Üstelik, Muhammed (a.s.)’a atılan çirkin iftiraların kabul edilemez olduğunu haykırdığımızda ilk duyduğumuz ses, ‘ehl-i sünnet ve’l-cemâat’ kilisesi cenahından duyduğumuz azarlamadır. ‘Gerçek bir insan’ın ancak Hristiyan olunarak ve İsa (a.s.)’ı Tanrı olarak görerek sağlanabileceği kararını, ‘Ortodoks Hristiyan kilisesi’ kelle sayarak ve acımasızca baskılar uygulayarak konsüllerde aldığı kararlarla sağlamıştır. Tıpkı İsa (a.s.) zamanı vahyin içerisinde bu öğretinin yer almadığı gibi, ehli sünnetin koyduğu kurallar da Muhammed (a.s.) zamanında yer almamaktadır. Peki bütün bu itikadî bozulmaların Allah katındaki ehemmiyeti, çam ağacı süsleme bid’atından çok mu düşüktür ki gündeme dahi getirilmemektedir?

Hristiyanlığa göre bir kimse ne İsalaşma (onun ahlakını alma) ne de İsa (a.s.)’ı taklit yoluyla Hristiyan olamaz; yalnızca İsa (a.s.)’ın Mesih olduğuna inanarak Hristiyan olunur. Bunu yaptıktan sonra kurtuluşa ermiştir. Bu kabulden sonra insanın yaptığı her şey ahlaken onu değerli hale getirmeye yetecektir. Bu itikadî sapmanın benzerini, girdikleri bir ehli sünnet cemaatinin şeyhine tâbi olmayı cennete girmek için yeter şart olarak gören müridin inancında görebiliyoruz . ‘İnandık deyip de kurtulacağını sananlar’ın bu tutumunu bir aldanış olarak gören ve ‘iman edip salih amel işleyen’leri öven Rabbimizin bu uyarıları, şüphesiz kurumsal Hristiyanlık sapmasında da görülmektedir. İnsanın erdemli bir hayatı yaşaması, İsa (a.s.)’ın ahlaki öğretilerinin getirdiği sorumlulukları yerine getirmesinin gerekmediğine; bütün bunları İsa (a.s.)’ın tanrı adına ölerek yerine getirdiğine iman etmeye indirgeyen Hristiyan inancı ile olan bu benzerlik insanı şaşırtmaktadır.

Hristiyanlıkta, aşırılık yanlısı kilise dinin Ortodoks yorumunu dogma makamına yükseltti. Kilise yorum yapıp karar alma ve yürürlüğe koyma yetkisini yalnızca kendi üzerine aldı. Dindeki değerlerin keşfine yönelik kendisi dışındaki her türlü girişimi sapkınlık olarak gördü. Günümüz muhafazakâr ehli-sünnet tâbileri de kendi cemaat büyüklerinin yorumu dışındaki tüm sözlere kulaklarını tıkadılar. İçtihad kapısının açık tutulması gerektiği dillerde konuşulurken, böyle bir yapının oluşumu ısrarla engellendi, kapısı kapatıldı. Veyahut tam tersinden, Hristiyan dünyasının İsa (a.s.)’ın söz ve eylemlerini denetleyici makamından indirmesi ve dini hakikati istediği gibi yorumlama yetkisini (Lutherci bakış) bireylere vermesine benzer şekilde İslam’ı ‘mealci’/modernist bir bakış açısı ile ele alarak aynı çukura düşüldü. Göreceliliğin önü açıldı, tarihselcilik kapıdan sızdı… Ama bütün bunlar bir ‘yılbaşı ağacı’ kadar yer tutmadı, tutamadı gündemlerde.

Allah’ın Rasulü İsa (a.s.)’ın öğretilerinin sonradan beşer müdahalesiyle ilga edilmiş hali olan Hristiyanlık, hiçbir zaman Allah’ın yeryüzündeki egemenliğinin ancak programlı bir toplumsal ahlak (onların deyimiyle İsa ahlâkı) yoluyla sağlanabileceğini ve sağlanması gerektiğini kabul etmedi. Tıpkı günümüz modern Türkiye toplumunun ekserisinin ‘şeriat istemiyoruz’ çığırtkanlığı yapması gibi Hristiyan düşünürü Dodd da, Tanrının egemenliğinin programlı bir toplumsal ahlak yoluyla getirilebileceği ve getirilmesi gerektiği tezine karşı çıktı. Çünkü İsa (a.s.) mesih olarak yeryüzüne bir kez daha gelerek tüm insanlığı kurtaracağına inanmak çok daha kolaydı. Yeryüzünde Müslümanlara yapılan tüm zulüm ve haksızlıkların, (kıyamete yakın bir vakitte dünyaya gönderilecek olan) ‘mehdi’nin deccal ile yapacağı bir savaşla son bulacağına ve o gün mehdiye inananların tamamının kurtuluşa ereceğine inanarak ‘Allah çocuklarını mehdinin askerleri kılsın’ diye birbirlerine dua eden mistik/mukaddesatçı muhafazakârların ‘mehdi’ beklentisi, ‘Hristiyanlaşma emareleri’ arasında belki de en ön sıradadır. Böyle bir ipe sarılarak yaşayan bir topluluğun; cehd, sebat, azim, sabır göstermesi, kıyama kalkması mümkün müdür?

Raci Faruki, Batı Hristiyanlarının yeni ahitte geçen kelime ve kavramların sembolik anlatımları ve -ancak doğu dillerinde keşfedilebilecek- semantik anlam çıkarımlarına ulaşamadıklarını, bunun yerine kelimelerin zahiri karşılığını  kullanarak ‘dinlerini en iyi şekilde yaşadıkları vehmine’ kapıldıkları konusundaki tespiti çok çarpıcı. Örneğin, Anglo-Katolik kiliseler tıpkı Roma Katolikleri gibi ekmek ve şarabın İsa (a.s.)’ın bedenine ve kanına dönüştüğüne inanırken; Evangelistler ekmek-şarapla sadece, İsa (a.s.)’ın çarmıhta kendileri için kurban sunusu olarak kendisini sunduğunu hatırladıkları için ekmek ile şarabı kullanırlar. Hristiyan ayinlerinde, İsa (a.s.)’ın öğretilerini yaşadıklarını hissedebilmek için çarmıha gerilmiş bir İsa (a.s.) heykeli önünde yapılan duadan ve ekmek-şarap ikilisinden faydalanılır. Zahid(!) bir Hristiyanın Tanrıya yakınlık olarak gördüğü bu durum, (Rabbimiz’in kitabında ‘apaçık bir sınav’(6) dediği ve İbrahim (a.s.)’ın rüyasında Rabbinden çok istediği salih bir evlat müjdesinin karşılığı olan oğlunu kurban ettiğini görmesi üzerine geliştirilen ‘kurban’ metaforundan yola çıkarak) koç boğazlamayı Allah’a yakınlık sanan kimsenin durumu gibidir. Zira, Hristiyan kul, çarmıha gerilmiş İsa önünde veya şarap ekmek ikilisinden yararlanarak İsa (a.s.)’ın öğretilerini yaşamış olmadığı gibi, mümin kul da koç kurban ederek evladını Allah yolunda feda etmiş olamamaktadır.

Sık sık eleştirilen Yahudi ırkçılığı tuzağına Hristiyanlar da düşmüştür. Tıpkı Siyonist zihinlerde yeryüzü insanlarının -Yahudi olanlar ve diğerleri olarak- bölünmesi gibi Augustinus da, tüm insanlığın kurtuluşu olarak gönderilmiş İsa (a.s.)’nın evrenselliği görüşünü tamamen yıktı. Ona göre yalnızca Hristiyan olanlar Tanrı’nın suretinde olma onurunu kazanacaktı, diğerleri Tanrı suretinde olamazdı. Diğerleri insan bile olamazdı. Hristiyan olmayanlar ancak hayvanlar düzeyinde olabilirlerdi.(7) Agustinus bu görüşü ile yalnız Hristiyanların onurunun korunması ile ilgilendiğini gösteriyordu. Bu görüş İsa (a.s.)’ın kutsal mesajının bozulması ve yeniden Yahudi dışlayıcılığına/ırkçılığına dönüş anlamına geliyor. Calvin’in ‘seçilmişliğin kader olduğu’ yönündeki görüşünde Augustinus’u atası olarak kabul etmesinin şaşırtıcı olmadığı buradan anlaşılmaktadır. Geçtiğimiz on yıl boyunca, ulusalcı muhafazakâr kesimin kendisinden (Türk) olmayan Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı tutumunu, salt bir vatanperestlik olarak adlandırabilir miyiz? Türk milletinin Allah’ın salih kulları olarak seçilmiş olduğuna ve üstün ırk olduğuna inanacak kafa yapısına ulaşan bu kesimler; Allah Rasulü’nün ‘Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır’(8) sözüne ve Rabbimizin “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır…”(9) sözüne göz kapatmış, kulak tıkamıştır. Bunu kendilerinde hak görüp de, Gazze’de Yahudilerin Müslümanları ‘hayvan(!)’ olarak aşağılamalarına vah tüh ederek sergilenen ikiyüzlülük, Hristiyanlaşma emaresi olmuyor mu şimdi?

Rivayetlere göre İsa (a.s.)’a bir gün vergilerin ödenip ödenmemesi hakkında bir soru yöneltilir. Cevap olarak, İsa (a.s.)’ın bir demir para istediği ve üzerindeki kabartma Sezar resmini göstererek; ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin’ dediği söylenir.(10) Esasında, Ferisilerin İsa (a.s.)’ı Kutsal Yasa ve otoriteye karşı suç teşkil edecek bir şey söylemesi için kandırmaya çalıştıklarında (güya) İsa (a.s.)’ın onlara karşı politik bir cevap verdiğini iddia eden Hristiyanlık âlemi, İsa (a.s.)’ın bu sözü ile; iki ayrı alternatif realite olarak veya aynı realitenin gerektirdiği iki görev olarak değil, tek/aynı/değişmez/bölünmez realitenin gerektirdiği tek görev olarak gördüğünü anlayamamışlardır. Oysa Sezar’ın temsil ettiği idarenin Tanrı’ya ait bütünün bir parçası olduğu (Sezar buna inansa da inanmasa da) gerçektir. Her şey Tanrı’ya ait olduğuna göre Sezar da Tanrı’ya aittir. Ortada bir düalizm yoktur. İsa (a.s.)’ın getirdiği öğretilerin anlaşılmamasının arkasında yatan, yirmi yüzyıldır kurumsal Hristiyanlığın kafa yorduğu, Hristiyanlık âlemini yoran bu düşüncedir. Bütün dünya coğrafyasındaki halkları ve idareleri (maalesef) etkisi altına almış bu düşünce zihinleri zehirlemiş, Allah kavramının bihakkın idrak edilmesinin önüne geçmiştir. Bu etkinin neticesi olacak ki, Türkiye gibi üçüncü dünya(!) ülkeleri ve Ortadoğu(Ana Kıta)’daki gibi halkı Müslüman olan birçok ülke, ‘laik-demokratik hukuk devleti’ masallarına inandırılmış ve bu Hristiyan ahlakı halklarına empoze edilmiştir. Belleklerdeki; ‘İnsanların Allah ile olan ilişkisi onu ilgilendirir’, ‘Para ve imanın kimde olduğu belli olmaz’, ‘Dinin kamusal alana sokulmasına karşıyım’, ‘Din ve devlet işlerini birbirine karıştırmamak lazım’ lafızlarının arka planında işte bu dualizm yatar ve en büyük ‘Hristiyanlaşma emaresi’dir. Bu emarelerin kürsü ve vaazlarda tespiti ve halka anlatılması zor ve zahmetli, ama ‘yılbaşı ağacı’nın eleştirisi çok kolay ve neredeyse bedelsizdir.

Faruki’nin Hristiyan ahlakı kapsamında ele aldığı konulardan birisi de dünyevileşmedir. Faruki; ‘Dünyanın peşinden koşulmasına şartlanmış bir Batı ahlakı ile İsa (a.s.)’ın dünyeviliği yadsıyan şahsiyetinin belirlediği ahlaki bilinç arasındaki çatışma, modern Batı mizacının anlaşılmasının anahtarıdır. Bu çatışma Batılı insanın İsa (a.s.)’ın düşük düzeyde gördüğü değerlere sahte bir yüksek makam vermesi ile İsa (a.s.)’ın ahlaki ve manevi değerlere hak ettiği yeri verme mesajı arasında yaşanmaktadır’ der. Batılılar Hristiyanlığı kabul ettiğinden beridir kişilik bölünmesi yaşamakta, dünyevilik ve İsa (a.s.) arasında kalmaktadırlar. Üstelik İsa (a.s.)’ın maddiyat karşısındaki maneviyat vurgusuna umarsız kalanlar, onun inayetini beklemektedir. Münzevi bir yaşamın doğru olduğu konusunda kendisini inandırmaya çalışan Batılı Hristiyan, hiçbir zaman dünyadan da nasibini unutmamanın (fıtri yaşam) doğru olduğu gerçeğini kendisine itiraf edememiştir. Kendini kandırmak için de (güya) İsa (a.s.)’ın onayını almak için de ya basit bir çarmıha gerilmiş İsa figürünün önünde, ya da Dağdaki Vaaz’ı tekrarlayarak gözünde onu canlandırmaya gücü yetmiştir. Acaba, özellikle Türkiye’de ‘Allah kulunun üzerinde nimetini görmek ister’(11) hadisinden yola çıkarak inanılmaz servetlerin sahibi olma yolunu tutan muhafazakârlar; Allah Rasulü’nün sakalı, ayak izi, cübbesi, doğum tarihi… vs. düşük ehemmiyetli konularda kalınan mutabakat neticesi Rasulullah’tan ‘şefaat/inayet’ beklemekedir. İsmet Özel’in söylediği gibi ‘Bu ülkede hak yemenin, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmemesi’ bir Hristiyanlaşma emaresi midir? Allah Rasulü’nün hiçbir sünneti ehemmiyetsiz değildir ve böyle anlaşılması da istemediğimiz bir şeydir. Ancak burada ehemmiyet sıralamasını yapamamak/yapmamak, örf ile sünneti ayırmak, Hristiyanlar gibi şekli ön plana çıkarıp ‘mutmain kul’ portresi çizerken tevhide galebe çaldırmamak, vahyin özünü kaçırmamak veya din ile dünya işlerine dualist bakmamak ön şartlardır.

Yukarıda değindiğimiz ‘din dışı’ uygulamaların kaynağında İsa (a.s.) öğretilerinin terk edilerek, kitabı mukaddesin tahrif edilerek aslının terkedilmesi veya vahyin insanlarla buluşmasının engellenmesi cürümlerinin yattığını biliyoruz. Hristiyan dünyasında günümüzde (muharref de olsa) bildiğimiz haliyle Kitab-ı Mukaddes ancak 16. yüzyılda bir nüshası alıp okunabilir hale gelmiştir. 11. yüzyılın sonu gibi geç bir tarihte Papa VII.Gregory; ‘Tanrı bazı yerlerde kutsal kitabın gizli kalmasını emretti. Çünkü herkes onu kolayca anlayabilseydi, küçümseme ve yanlış anlama yüzünden insanlar hataya düşebilir.’ demiştir. Faruki’nin anlatımına göre,(12) 1299 yılında Toulouse konsülü tarafından yayımlanan kutsal kitabın yayımlanması yasağının on dördüncü maddesinde; ‘…halkın eski ve yeni ahitin herhangi bir nüsahasına sahip olmasını yasaklıyoruz. Dini makamlarda (rahip ve papazlarda) Mezmurlar kitabı(13) ve dua kitabı bulundurulabilir. Ancak bu kitaplardan herhangi birinin halk diline tercüme edilmesi kesinlikle yasaktır.’ ifadesi yer almaktadır. Türkiye’de cumhuriyet döneminde yapılan ‘harf inkılabı zulmü’ sayesinde Kur’an’ın anlaşılamaz hale getirilmesi meselesi bir çırpıda çözülmüştü, bu zaten mâlumunuz. Ancak halen daha cami cemaatine ‘kişinin kendi okumalarıyla Kur’an’ı anlayamayacağı’ masalını dikte eden imam/vaizleri kim durduracaktır? Hristiyan dünyanın yüzyıllar önce kendi kutsal kitaplarına reva gördükleri zulmün aynısını uygulamak gericilik değil midir? Cemaat/tarikat liderlerinin müridlerine, Kur’an’ı türkçesinden okumaları halinde sapıtacaklarına yönelik telkinleri, Papa Gregory’nin endişelerinden çok mu farklıdır. Bunu söyleyenler ile, ‘Müslüman yılbaşı ağacı süslemez, yılbaşı kutlamaz’ diyenler aynı kimselerdir. Bu durum, Hristiyanlaşma emarelerinde yapılan tespitlerin ne kadar kısır, değilse bile sûrette kalmış değerlendirmeler olduğunu göstermektedir.

Hristiyanlaşma emarelerinin toplumda temeyyüzüne bu misalleri verdikten sonra, dilerseniz Hristiyanlığın devlet ahlakı ve Hristiyan devlet anlayışı üzerine de bazı tespitler yaparak yazımızı sonlandıralım. İnsanın kendi çabası veya aklı ile Tanrı’yı bilemeyeceğini savunan Protestanlığın 20. yüzyıldaki en önemli ilahiyatçılarından birisi olan Karl Barth gibilere göre, Hristiyan olmayanlar için devlet nihai bir amaç iken; Hristiyanlara göre devlet yaratılmış düzene değil, keffaret yoluyla insanlığın kurtarılması düzenine aittir. Herkesin birbirine saldırısını durdurmak için gereklidir. İnsanın İsa Mesih’in keffareti yoluyla kurtarılması anlamına gelen ‘Tanrı’nın Egemenliği’ sağlanacaksa bu ihtiyacın karşılanması gerekir. Devlette esas olan, ortak yaşamın kaostan korunmasıdır. İnsan da doğası gereği günahkar olduğu ve  kuralları ihlal etmeye meyyal olduğu için, kaos her zaman var olacaktır. Bu kaos içerisinde mükemmel bir devlet yönetimi mümkün olamaz. Dolayısı ile Hristiyanlığın devlet teorisi olamaz. Dünya’nın sonu geldiğinde, devlet İsa Mesih’in ikinci gelişini bekleyen bir araç durumunda olduğundan, mükemmel siyasal sistem fikri ‘nutfe’ evresinde dahi olamaz. Hiçbir doktrin ‘Hristiyan adil devlet doktrini’ olarak benimsenemez. Hristiyanlar, Hristiyanlıkları gereği bu ‘Tanrı’nın Egemenliğinin’ gerçekleşmesini beklemekle ilgilenebilirler. Bu egemenlik, Tanrı’nın buyruklarının idealleştirildiği siyasal bir sistem değildir. Toplumun kendisini, biçimlerini ve eylemlerini haklı çıkarmada başvurduğu en üstün otorite ‘doğal hukuk’tur. Toplum yaptığı işlerin doğal hukuka uygun olduğunu ortaya koyarak kendini aklayabilir. Barth’a göre, Doğal hukuka dair uygulanan içeriklerin temelinde Tanrı’nın ‘doğal/fıtrî’ vahyi varsa, insan bu doğal yollarla öğrenmişse bu da kınanacak bir durumdur. Devlet, Tanrı’nın kelamının işitilmesini sağlama fırsatını yaratacak ortam hazırlamak ile görevli olsa bile, bu fırsatlar kutsal değil, ‘seküler, fani ve doğal’ olmalıdır. Bu fırsatları yöneten yasalar ve bunların kapsamı, ‘Rabbe ait değildir’; fayda yasasına tâbidir. Hristiyan kilisesine muadil olacak bir Hristiyan devlet olamaz. Devlet kiliseyi taklit etmemeli, kilise de devletin kendisini taklit etmesini istememelidir. Dini yayma fırsatlarının sağlanması bile, kilisenin devletten meşru olarak talep edebileceği bir hak değil, kilisenin teşekkür edebileceği bir armağandır. Devletin bu tür armağanlar vermeyi reddetmesi bir suç değildir. Ancak Hristiyanların, bir siyasal sistemi diğerine tercih etmesi mümkündür. İyi/düzenli devlet; içinde özgürlük, yetki ve sorumlulukların içerisinde eşit olarak dengelendiği, kurucu unsurların (Tanrı kurucu unsur değildir) hiçbirisinin diğerine egemen olmadığı bir devlettir.

Şimdiki seküler/Kemalist/muhafazakâr/demokrat hukuk devleti anlayışını ele aldığımızda, protestan Hristiyan devlet anlayışı/ahlakındaki bu tavrın, tüm kurumsal hafızaya sindiğini görmekteyiz. Vahyin topluma duyurulması konusunda verilen araçsal icazetler, ancak devletin faydacı tutumuna hizmet ettiği ölçüde verilmekte ve cumhuriyet otoritesinin ‘Allah’ın yeryüzündeki egemenliği’ne feda(!) edilme riski’ ile karşılaşılması durumunda, iyi(!)/düzenli devlet olma özelliği gereği derhal tehlike kontrol altına alınmaktadır. Son bir yıldır Gazze’deki soykırımın izlenmesi sırasında da gördüğümüz gibi, belki de doğal/fıtrî yasa olarak nitelendirebileceğimiz ‘vicdan’ların bile harekete geçmeden duramadığı katliam sürerken, Türk devlet aklı ticaretin devam etmesinde bir beis görmemiş, burjuvanın ticaret yapma özgürlüğü(!) kontrol altında tutulmuştur. En üst devlet yetkilisinin yüzüne gerçekleri haykırdığı için insanlar tutuklanırken derdest edilen sadece bir başörtülü hanım kız değil, aynı zamanda ‘İslam ahlakı’ olmuştur. Şimdi, ‘İslam devlet modeli önermez’ diyen kesimlerin dimağlarındaki ana fikir umarız daha iyi anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi, ideal bir devletin asla var olamayacağı düşüncesi sadece muhafazakâr protestanlar tarafından dillendirilmemiştir. Bu Hristiyanlaşma emaresi, maalesef mutasavvıfların, demokratların kalplerine yerleşmiş bir truva atıdır.

Yılbaşı kutlanması, meselenin bidayeti değil nihayeti olan bir konudur. Ve bizler bu sonucu konuşarak bir yol alamayacağımızın farkında olmalıyız. Bütün İslam inanç esaslarını terk etmiş ve Batı Hristiyan ahlakını ve kısmi olarak Yahudi ahlakını içselleştirmiş bir toplumun, yaşadığı hayatı tek bir Allah’ın emir ve yasaklarına göre belirlemesini  beklemek beyhude olacaktır. “Hans ile Hasan” ayrımının yapılması için tek ölçüt yılbaşı kutlamaları olamaz.

Yapılması gereken yeniden vahyin kodlarına göre yetiştirilmiş bir nesili öncelemektir.

Ele alınacak bir iki tesbitim daha olmasına rağmen, sabırlarınızın sonuna geldiğimi düşünerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Söyleyebildiğimiz doğrular Rabbimize, yanlışlar bana aittir. Rabbim ehli-kitaplaştığımız her noktada bizleri kitabına döndürsün, ayaklarımızı sabit kılsın. Tüm Mü’minleri Allah’a emanet ediyorum…

1 https://islamansiklopedisi.org.tr/noel

2 Nitekim bunun önemini ve etkilerini; 1925 yılına kadar Rûmi takvimi kullanan Osmanlı’nın yıkılışı ile birlikte kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin apar topar yaptığı ilk değişiklerden birisi olan ‘miladi takvimin kabulü’ hadisesinde görebilirsiniz ancak konumuz şuan için bu değil.

3 İsmail Raci Faruki, Hristiyan Ahlakı, Mahya Yayıncılık, 2015.

4 Yeni Ahit – Roma 10:9

5 https://bayramhoca.wordpress.com/tag/bayram-hocanin-muhammed-allah-sozunun-izahi/

6 Saffat Suresi 100-107

7 Onun bu görüşlerinin kayağını Faruki kitabının 191. Sayfasındaki dipnotta belirtiyor.

8 Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632

9 Hucurat Suresi 13. Ayet

10 Matta 22/11, Markos 12/17, Luka 20/25’de bahsedilen bu kıssa, Faruki’nin kitabının 119ncu sayfasında geçmekedir.

11 Tirmizî, Edeb 54. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs 14

12 Faruki’nin eserinde 77. sayfanın dipnotunda bu konu detaylıca anlatılmaktadır.

13 Ahd-i Atîk’te Hz. Dâvûd’a ve başkalarına nisbet edilen ilâhi, dua ve münâcâtların yer aldığı kitap bölümüdür.

Ali Durmuş / İktibas Dergisi Ocak Sayısı