Hiçbir Bilgiyle Giderilemeyen Cahiliye ve Irkçılık

Cahiliye insanlığın topyekun aşabildikleri bir dönemin adı değil, insana her an musallat olabilen bir hasletler bütünü. En önemli tezahürü ırkçılık.

Dünya ne kadar gelişmiş olursa olsun, tarihselliğimiz bize ne kadar kendimize özgü tecrübeler yaşatıyor olursa olsun, en güçlü özgünlüklerimize bile sinmiş bir evrenselliğimiz var.

Evrensellik derken, hümanist bazı değerlerden bahsettiğimi düşünmeyin. Genellikle evrensellik kavramına hep olumlu, ideal, romantik bir değer atfedilir. Oysa insana has evrensel özellikler sadece akıl, fikir, mantık, iyilik değil. İnsanın cahiliyesi de dünyanın neresine, tarihin hangi zamanına giderseniz karşınıza çıkabilecek bir durum veya özelliktir

Cahiliye insanın kibri, kendini bilmezliği, tamahkarlığı, açgözlülüğü vs… Aydınlanmanın kurguladığı modernliğin bütün bu hasletlere çözüm olacağı düşünüldü. İnsana ait bu kötücül özelliklerin akılla, bilimle, üzerinde iyi düşünülmüş, düzenlenmiş kurumsal tedbirlerle giderilebileceği, bu tür hasletlerin önünün alınacağı, tamamen alınamazsa toplumun bunlara karşı “sigortalanacağı” vehmedildi. Ziyandaki insanın aydınlanma vehmiydi bu.

Güncel olaylara bir yandan tarihimize özgü boyutlarıyla da bakabilirsiniz, ama bir yandan da isterseniz onlardaki evrenselliği de görebilirsiniz. Firavunun hikayesi geçmişte kalmış bir hikaye değildir. “O, haddini aşmıştır”, kendini tebasına hakikatin mutlak ölçüsü olarak empoze etmiştir. Tebasını insan olarak değil, kendisinden habersiz başka bir inanç, din, görüş, yol benimseyemeyecek kullar olarak görmüştür. Azmıştır. Ona, bütün iktidarına rağmen, aciz bir beşerden öte bir şey olmadığı gerçeğini güzel sözle, uyarıcı, tatlı dille hatırlatacak, ikna olmazsa köleleştirdiği insanların yakasını bırakmayı telkin edecek bir Musa gerekecektir. O kıssa binlerce yıl öncesine ait olabilse de içerdiği insani, dramatik boyutlar her gün karşımıza her tür diktatörle çıkıyor.

Belki Aydınlanma ve modernizm kadar kendini süslü göstermiş olan başka bir düzen daha kurulmamıştır geçmişte. Ancak onu da tam bilmiyoruz. Firavunların büyücüleri insanların gözlerini nasıl boyuyorlardı acaba? O kölelerin bile çoğu kendi hallerinden nasıl memnun hale geliyor, muhtemelen yaşadıkları köleliği bile kendi layık oldukları bir kader olarak benimsiyorlardı. Firavun onlara bir dünya veya öte dünya cenneti vadetmese sadece kırbaçla katlanılabilecek bir hayat mıydı acaba yaşadıkları?

Tersinden devam edip Aydınlanma ve modern hayatın vadettiklerine gelelim. Bugünün çok ileri tarihi insanlığın en temel sorunsallarından hangi birinde tarihin herhangi bir döneminden daha ileriye gitmiş acaba? Kendi yaşadıkları cennetin içindeki “demir kafes”leri bir kenara bırakalım. Bu demir kafesin bile Batı-dışı toplumlara nasıl bir cehennemi yaşatıyor olduğunu görmüyor muyuz?

Bir de bu cennet ve cehenneme layık görülenler üzerinden işleyen ve dünyanın tamamına yayılmış ırkçılık, modernliğin en önemli hasleti. Kim aydınlanmış, kim karanlıkta kalmış? Kim ilerlemiş, kim geri kalmış? Kim tarihin ilerisine gitmiş, kim tarihe geç kalmış veya kalmak zorunda bırakılmış? Tarih mi, hangi tarih? Kimin tarihi?

Cahiliye insanlığın topyekun aşabildikleri bir dönemin adı değil, insana her an musallat olabilen bir hasletler bütünü. En önemli tezahürü ırkçılık.

İnsanın kendisini başkalarından üstün görmesi. İnsanın başka insanlarla aynı Allah tarafından yaratılmış olmak dolayısıyla insan olarak başkalarından üstün olamayacağını bilmemesi, bilememesi, bilse de bunu kabullenememesi. Dünyanın bilimini yemiş yutmuş, bu gerçeği de aslında çok iyi bilen İblisin ayağını çelen haslet.

Cahiliye bilmekle veya bilmemekle ilgili bir şey değil. Bildiği halde kabullenememekle ilgili bir tutumdur. Dünyanın ilmini bile dökseniz ikna edemediğiniz kör bir inatçı tavırdır. Bireysel olabildiği gibi toplumsal olarak da paylaşılan bir ideolojik formasyon da alabiliyor. Çok şık kılık ve söylemlerde de karşınıza çıkabilir.

Çaresi asla daha fazla bilim veya daha fazla ilerleme veya daha ileri bir tarihsellik değil. Çaresi dün olduğu gibi bugün de kalbin tedavisidir. Bu tedaviyi ise önce cahilin kabul etmesidir. Cehaletini kabul etmeyenin bu haletin içinden bir çıkış yolu bulması mümkün değil.

Irkçılık cahiliyenin en önemli tezahürlerinden biri demiştik. Bugün Suriyeliler vesilesiyle bizim içimizden insanların tutumlarıyla karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak bizden daha ileri sayılan Almanya’da da Türklere karşı görüyoruz aynı cahiliyeyi. Kendini ifade ederken ne kadar da hamasi, ne kadar da haklı zannediyor kendini… O hamasetle söylediği her şey cahilliğin zavallılığını sergiliyor.

Neymiş? Suriyeli yaşlısı, kadını, çocuğu savaştan kaçmış, canını kurtarmışsa tamammış da, peki ya gençleri neden aramızda? Onların hepsi neden ülkesine koşup savaşmıyormuş? Neden onların yerine askerimiz savaşıyormuş?

Bu ifadelerin içerdiği ırkçı cahiliye bir yana, gözler en açık gerçeklere de kör olmuş. Behey gafiller, Türkiye Suriye’yi korumak için mi savaşa giriyor sadece?

Elhak, haksızca öldürülmek istenen her masumu korumak için uluslararası denge menge saymadan keşke müdahale edebilse Türkiye. Emin olun bütün mazlumların beklentisi bu yönde ve bu Türkiye’ye şan, şeref kazandıran bir beklenti.

Ama konu bu değil ki. Türkiye şu anda Suriye’de öncelikle kendi sınırlarını, yani kendi insanını terör ve işgal tehditlerinden korumak için bulunuyor. Yani aralarında maalesef bu ırkçıların da bulunduğu kendi insanlarını korumak için. Orada çöreklenmiş, Türkiye’ye küstahça tehditler savuran güçlere karşı her şeyden önce kendisini koruyor Türkiye. Orada da Türkiye’ye en büyük desteği Türk askeriyle birlikte omuz omuza savaşan Suriyeli gençler kahramanca veriyor.

Kaldı ki, Türkiye Suriye içindeki savaşı sürdürmek, daha da derinleştirmek değil, bitirmek istiyor. Daha fazla insanı silahlandırıp daha fazla kan dökülmesinin peşinde değil.

Türkiye adına gurur duyulacak bu büyük erdemi anlamaktan uzak kafa, ne yazık ki aramızda ve “bizim” adımıza konuşma cesaretini bulabiliyor. Bu cesaret haklılıktan değil elbet, sadece cehaletten.

Yeni Şafak / Yasin Aktay