Hasan El- Bennâ’yı Yeniden Okumak

Bu yazıda, Hasan el-Bennâ üzerine yazılmış bir kitabın tanıtımını bulacaksınız. Tanıtacağım kitap bir nebze ağzımızın tadını kaçırıcı, kafa konforumuzu bozucu nitelikte. Bu özelliği, kolay yutulur lokma olmayan kitabı daha da okunur kılmaktadır. Kitabın anlattıklarına itirazlar mutlaka olacaktır. Yazar da buna hazırlıklıdır zaten. Fakat vahyin akletmek, tefekkür, tedebbür ve tezekkür etmek emirleriyle muhatap olan bizler, tepki göstereceklerin tepkilerinden, kınayıcıların kınamasından değil, hakikatin gizlenmesinden ya da üstünün küllendirilmesinden çekinmeliyiz; bilmekten değil, bilmemekten korkmalıyız. Kitabımız Kur'an nasıl ki geçmiş kavimlerin kıssalarını ibret almamız için anlatıyorsa, bizler de yakın geçmişteki birtakım cemaatleri, İslamî şahsiyetleri gerçek yüzleriyle öğrenmekten çekinmemeliyiz.

Hazırlayan: Mehmed Durmuş
Gelecekte çok daha doğru adımlar atmak istiyorsak, bugünü ve dünü sıkı bir değerlendirmeye tabi tutmak zorundayız.
Tanıtacağım kitabın ismi, HASAN EL-BENNÂ’YI YENİDEN OKUMAK-Müslüman Kardeşler’de Söylem ve Eylem İlişkisi’dir. (Açılım kitap, İstanbul, Şubat-2017). Yazarı Zehra Betül Güney. Kitapta verilen biyografi bilgilerine göre Zehra Betül Güney, ilk orta ve lise tahsilini Suudi Arabistan’da yapmış. (1995). İran Kazvin’de İmam Humeynî üniversitesinde Farsça eğitimi almış. Tahran üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji bölümünde bir süre okumuş olan Güney, İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Arap Dili Edebiyatı bölümünde lisans eğitimini tamamlamış. 2000-2002 yılları arasında Amerika’da İngilizce öğrenmiş. Marmara üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim dalında yüksek lisans; aynı enstitüde başlayıp, Sakarya üniversitesinde devam etmek üzere doktora yapmış. Hâlihazırda SÜ ilahiyat fakültesinde Arap Dili ve Belağatı bölümünde ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Tanıtmakta olduğumuz kitap, yazarın doktora tezidir.
Zehra Betül Güney, kitabının bu alanda Türkçede ve başka dillerde bir ilk olduğunu belirtmektedir. [Öyle zannediyorum ki yakın bir zamanda Zehra Hanım’ın kitabına benzer ikinci bir çalışma, okuyucusu ile buluşacaktır. Hüseyin Mercan kardeşimiz de (EÜ) İhvan/Hasan el-Bennâ üzerine doktora çalışmasını sürdürmektedir.]
Zehra Betül Güney’in kitabı takdim ve giriş yazısından sonra üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Bennâ’nın yetiştiği siyasi ve fikri ortam tanıtılmakta; ikinci bölümde İhvan-ı Müslimîn Cemaatinin teşkilat yapısı ve işleyişi üzerinde durulmakta, ihtilaflara yer verilmekte. Üçüncü bölümde ise cemaat içindeki fikri ayrılıklar mercek altına alınmaktadır.
Biz Türkiyeli Müslümanlar ve bilhassa benim kuşağım, Hasan el-Bennâ ve İhvan-ı Müslimîn cemaati hakkında oldukça hayırhah duygularla yetiştik. Hasan el-Bennâ ve İhvan sözcükleri bizde hep saygı uyandırdı. Bennâ’nın Risalelerini okumayan yok gibidir. İslamî düşünce ve İslamî faaliyetin adeta mihenk taşı idi, Bennâ ve İhvan kelimeleri. Ama şu bir gerçekti ki bütün bu kanaatlerimiz, birtakım söylem (retorik) düzeyindeki bilgilenmelere dayanıyordu. Bennâ’nın Risaleleri ve Hatırâtı, onun hakkında en fazla bilgilenebileceğimiz kaynaklardı.
Ama burada, tanıtımını yapacağımız kitapta farklı bir Hasan el-Bennâ ve İhvan portresi ile karşı karşıyayız. ‘Üzücü’ de olsa, bu ve buna benzer araştırma eserlerindeki bilgiler daha gerçekçi durmaktadırlar. Ama eminim ki pek çok insan, öncelikle bu kitapta yazılanların ne kadar güvenilir olduğunu sorgulamak suretiyle, sadece meseleyi hasıraltı etmenin, öldürücü sorunu ötelemenin yolunu arayacaktır. Yine pek çok insan, burada anlatılıp da, şaşırtıcı bulduğumuz hususlara şaşırmayacak, bunlarda sakınca bulmayacak, hatta şaşıranları itham yolunu seçeceklerdir. Neden? Çünkü içinde bulunduğumuz süreçle Bennâ’nın siyaseti, din anlayışı arasında büyük paralellikler mevcuttur da ondan.
Şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim: Hasan el-Bennâ ve İhvan’ın eleştirilmesi bende sevinç değil, burukluk/hüzün oluşturmaktadır. Rabbimizin, “Tilke ummetun, gad halet…” kelimeleriyle bize öğrettiği terbiye gereği, ben, yaklaşık yetmiş sene önce Allah’ın rahmetine intikal etmiş bir cemaat liderini yargılama çabasında değilim. Benim çok önemsediğim çabam ve hedefim şudur: Ben bir Müslüman olarak, el-Bennâ’nın fikirlerini, siyasi tutumunu, ilke ya da ilkesizliklerini, zaaflarını ve başarılı olduğu hususları inceden inceye tahlil etmeliyim ki, onun olumlu yönleri bize ışık tutması gerektiği kadar, zaaflarından da ders çıkartmalıyım. Aynı deliklerden tekrar tekrar ısırılmaktan artık bıkmış olmalıyız.
Kısacası, “nebevî yöntem” dediğimiz usulle, Bennâ ve İhvan’ı da karşılaştırmalı, bu yönteme uymayan yönlerinin altını kırmızı kalemle çizmeli ve bu çizili yerleri kendimize ders konusu yapmalıyız. Bu yazının da amacı budur.
Hasan el-Bennâ’nın Kısa Hayat Hikâyesi
Hasan el-Bennâ dört oğlan, iki kız çocuğunun babası, fıkıh âlimi ve aynı zamanda saatçilikle uğraşan Abdurrahman el-Bennâ’nın en büyük oğlu olarak 14 Ekim 1906 tarihinde Mahmudiye’de doğmuş. Hâfız olan Hasan el-Bennâ öğretmen lisesini bitirmiş. Okul öğretmeninin kurduğu ‘Haramları Yasaklama Cemiyeti’ne üye olması, cemaatçiliğe çocukluk çağında ısındığını göstermektedir. Adı geçen okul cemiyetine üye olması hasebiyle, haram işleyen kişi ya da kurumlara zaman zaman mektuplar götürdüğü olmuş. Yüksek öğrenimini Daru’l-Ulûm’da yapmıştır.
Üniversiteden mezun olduktan sonra İsmailiyye şehrine öğretmen olarak atanmış. İsmailiyye, Süveyş kanalıyla birlikte ortaya çıkan, Kanalın yakınındaki Timsah Gölü’nün kıyısında, İngiliz, İtalyan ve Fransızların çoğunlukta olduğu bir şehirdir. Yabancılar oldukça lüks evlerde oturmaktadırlar. Bennâ, Mısır hükümetinin ve kanunların neredeyse hiç bulunmadığı bu şehirde o günden beri bu yabancılarla ilişkilerini her daim iyi tutmuştur.
Hasan el-Bennâ’nın Yetiştiği Ortam
Birinci bölümde Bennâ’nın yetiştiği ortamı tanıtma babından Mısır’ın siyasi tarihi özetlenmektedir. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’ın modernleşmesine olan katkıları gibi bahisleri atlıyoruz. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, Mısır gerçek anlamda laik icraatlarla ilk kez Mehmet Ali Paşa zamanında tanışmıştır. Laikliği ilk ve en güçlü şekilde benimseyenler de Hristiyanlar olmuştur.
1923 anayasası ile Mısır laikleştirilmiştir. Rejim Dini, cenaze ve düğün merasimleriyle, Ramazan etkinlikleri gibi birkaç görüntüye indirgemişti. Ama yine de Mısır halkı istenilen düzeyde laikleştirilememişti. Rejim ister istemez halka dindar bir görüntü vermenin çarelerine başvurmak durumunda kalmıştı.
Bu bahiste yazarın Mısır’ın siyasi tarihi ve fikrî-siyasi akımlara dair verdiği bilgileri atlayarak, söze Vefd Partisi’yle devam etmek istiyorum. Vefd’i zengin bir toprak ağasının oğlu olan; Ezher mezunu, Afganî ve Abduh’un tilmîzi; “Din Allah’ındır, vatan ise herkesin” sloganıyla laik-liberal düşünceyi Mısır’da yerleştirmeye çalışan Saad Zağlul (ö.1927) 1918 yılında kurmuş. Vefd 1924 seçimlerinde iktidar koltuğuna oturmuştur lakin önceden yaptığı vaatlerin hiçbirini yerine getirememiştir. “Din Allah’ındır, vatan ise herkesin” sloganı, Vefd’in ılımlı İslam programının özetiydi.
Saad Zağlul 1927’de ölünce, Vefd’in başına Nahhas Paşa geçer ve hükümeti de kurar.
İhvan-ı Müslimîn Cemiyetine Doğru
Mısır’da 1927 yılında Müslüman Gençler Cemiyeti kurulmuş. Mısır’da Filistin hakkında konferans düzenleyen ilk cemiyet olarak bilinen bu cemiyete Bennâ üye olmuş, hatta orada konferanslar vermiştir. Müslüman Gençler Cemiyeti kurulmazdan önce Mısır’da sayıları 120’yi bulan bazı hayır kurumları ile Ezher dışında başka bir cemiyet bulunmamaktaymış.
Müslüman Gençler Cemiyeti meyhane ve pavyonlara saldırılar düzenlemiş. Halkın dini arzularını siyasi alanda seslendirdiği için cemiyet, Vefd partisine rakip gibi görülmüş. Bu cemiyet İhvan-ı Müslimîn’den önce üniversiteye nüfuz etmişse de, zamanla askeri eğitimlere daha çok ağırlık vermesi ve milliyetçiliği öne çıkartması gibi hususlarla İhvan’dan farklılaşmıştır.
Müslüman Gençler Cemiyeti günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. İlk kurulduğunda Muhammed Mursî hükümetini ve icraatlarını gayrı İslamî bulmuş ve reddetmişler.
1933 yılında Genç Mısır (Mısru’l-Fetât) isimli radikal bir cemiyet daha kurulmuş. Bu cemiyet de, Müslüman Gençler’e benzer şekilde, işgal güçlerine suikastlar, meyhane ve fuhuş merkezlerine baskınlar yapmışlar. Bennâ ise en-Nezîr dergisinde bu eylemlere karşı yazılar yazmış; bu eylemlerin kanunları hiçe saymak olduğunu belirtmiş. Genç Mısır örgütü Arap liderleri de eleştirmiş, bunları batının kuklası olmakla suçlamış; Bennâ ise bu eleştirilere pek katılmamış.
Mısru’l-Fetât, İhvan’ın en fazla rekabet ettiği cemiyet olmuş. Yapı ve ideoloji bakımından İhvan’a çok benzetilmiştir. Hemen hemen aynı çizgide seyretmelerine rağmen birleşmemeleri çok zaman şaşkınlık uyandırmıştır. Oysa her iki cemiyet, gerek rekabet ve gerekse iki tarafın yöntem ve ilkelerdeki temel ayrılıkları nedeniyle birleşememişlerdir. Mesela Bennâ Arap Birliği’ni desteklerken, Genç Mısır hiçbir zaman Arap Birliği’ni desteklemediği gibi, Arap liderlerini Avrupa’nın kuklası olmakla suçlamış ve Filistin davasını asıl sekteye uğratanların bu liderler olduğunu ileri sürmüştür.
Genç Mısır’la birleşmemesi Bennâ’yı eleştirilerin hedefine oturtmuş; Bennâ’yı yeterli bulmayan birçok kişi İhvan’dan kopmuş ve Muhammed’in Gençleri (Şebabu Muhammed) adlı grubu kurmuşlar. Cemal Abdunnasır, Enver Sedat Hüseyin Şafi ve 1952 Hür Subaylar darbesini yapan ordu mensupları İhvan’dan koparak, Muhammed’in Gençleri’ne katılmışlar.
Bennâ ise Genç Mısır ile birleşme işini biraz zamana bırakma eğilimi ile savsaklamış görünmektedir. Bennâ cemaatini, fütursuz ve keskin çıkışlardan hep korumak istemiştir.
Muhammed’in Gençleri örgütü ileriki zamanda İslam Kurtuluş Örgütü (et-Tahrîru’l-İslamî) adını almış. Bu, kapitalizmi dinsiz olarak gören, ana eleştiri oklarını krala ve hükümetlere yönelten; Bennâ da dahil olmak üzere, Ezher ulemasını rejimin elçileri olarak niteleyen bir örgüttür. Örgütün daha da radikal olan üyeleri, sözü edilen âlimlerin arkasında namaz kılmayı reddetmişlerdir. Bunlara göre Bennâ cihadı terk etmiş, kralı övmekle büyük hata yapmıştır. Ayrıca İhvan-ı Müslimîn’i hükümetten yardım almakla, gazetesinde birçok gayri İslamî film ve tiyatronun reklamını yapmakla suçlamışlardır. Onlara göre Bennâ’nın hiçbir ilkesi yoktur, sadece insanları kandırmakta ve oyalamaktadır. Hüseyin Yusuf, sistemi eleştirmesiyle beraber Bennâ’nın seçimlere katılmakla ikiyüzlülük yaptığını ileri sürmüştür.
Fakat ilerleyen zaman içerisinde bu grubun, Kralın özel timinde görevli Cemal Abdunnasır gibi subayların desteğini alması ve ülkede birçok radikal eylemler yapmış olması, izahı mümkün olmayan şaibelerdir.
 
İhvan Kuruluyor
Bennâ ilk tebliğ faaliyetlerine camilerden değil de, kahvehanelerden başlamıştır. Çünkü camidekilerin kendisini dinlemeyeceği kanaatindeydi. Kahvehanelerde tanıştığı insanlar kendisinden daha fazla bilgiler almak istemişler, bunun üzerine Bennâ bir mekân tahsis edelim demiş; iki gün zarfında bir mekân ayarlanmış. Bir yıl sonra yani 1928 yılında bir grup insan gelerek kendisine biat etmişler. Cemaati birlikte kurduğu bu altı kişi şunlardı:
Fuad İbrahim,
Hafız Abdülhamid,
Ahmed el-Husrî,
Abdurrahman Haseballah,
İsmail Iz,
Zeki el-Mağribî.
Bennâ bu altı kişinin varlıklı ve cömert insanlar olduğunu belirtmektedir. (İleriki zamanlarda ilk nesil İhvan cimri olmakla itham edilmiştir).
Bennâ, cemaatinin adını, hiçbir siyasi kulüp, dernek, vakıf, parti ve kliğe üye olmayıp sadece İslam’a hizmet etmeyi gaye edindiği için ‘Müslüman KardeşlerCemaati’ koyduklarını ifade etmektedir.
İhvan cemaati ilk olarak İsmailiyye şehrinde kurulmuş, temeli orada atılmıştır. Oradan sonra ilk şubeyi Mahmudiye’de, ikincisini Şebrahit’te (1930) açmışlar. Kahire ofisi 1931’de açılmış ve genel merkezi İsmailiyye’den Kahire’ye taşımışlar.
Cemaat resmiyette herhangi bir sorun yaşamamış, şubeler kolaylıkla onaylanmıştır.
 
Cemaate üyelik: Cemaate girmek paralıdır. Üyeler her ay gelirlerinin yüzde onunu cemaate bağışlamakla mükellef tutulmuşlardır. Cemaate tam katılım, dört aşamalı bir süreçten sonra mümkün oluyordu. İlk aşama Genel Katılım olup, bu aşamadakine ‘Yardımcı Kardeş’ deniyordu. İkinci aşama ‘Üye Kardeş’ (müntesip), üçüncü aşamadakine ‘Faal Kardeş’ (Âmil) deniyordu. Dördüncü ve son aşamaya gelene de ‘Mücahid Kardeş’ deniyordu.
Cemaatin Hira okulunun isim babası Muhammed Said el-Urfî Bennâ’ya şu nasihati iletmiş: Cemaate şu iki tip insanı alma: 1.Ateist. 2.Salih bir kişi olduğu halde itaat etmeyen kişi. Bunun yanında, Allah’tan korkan kişiyi, Allah’a itaatte kusuru olsa da al.
İhvan Cemaati 1938 yılına kadar tebliğ, tedrisat ve hayır işlerini sorunsuz bir şekilde sürdürmüştür. Bu yılda şube sayısı 300’e ulaşmıştı. Hükümetle araları oldukça iyiydi.
Bennâ 4000 köyden 3000’ini bir şekilde ziyaret etmiştir.
1930 yılında Cemaat ilk kez bir ‘anayasa’ hazırlamıştır. Bu anayasa ve daha sonra ilave edilen değişikliklerle cemaatin teşkilat yapısı tanzim edilmiştir.
1940’lı yılların sonunda cemaatte en fazla ‘efendiler’ denilen, takım elbiseli, fesli, modern eğitimli şehirliler söz sahibi olmuşlar. İhvan böylece modern bir cemaate dönüşmüş. Çiftçilerden bu efendilere doğru kaydıkça cemaat mütevazı daireler yerine lüks villalarda yaşamaya başlamışlar. 1939’da Kahire’de oldukça lüks bir villa alınmış ve genel merkez binası olarak kullanılmaya başlanmış.
İhvan Cemaatinin yedi temel esastan dolayı ortaya çıktığı belirtilmektedir. İlk nesil İhvan üyeleri sıkı bir dini eğitim ve ibadet terbiyesinden geçirilmişler.
İhvan’ın kadınlar kolu 1934 yılında kurulmuş. Erkeklerde olduğu gibi kadın üyeler de para ödemek durumundaydılar. Bir aile kendi içinde bir fon oluşturup, bunu cemaate hibe etmekle yükümlü tutulmuştur. Her aile aylık gelirinin yüzde onunu cemaate bağışlamak mecburiyetindeydi. Kadınlar “en az beş çocuk” sloganını yayıyorlardı.
CEMAATİN İŞLEYİŞİ
 
Genel İrşad Ofisi ve Üyelik Komisyonu
Genel İrşad Ofisi’nin 12 üyesi vardı. Bu ofis, İdarî Heyet’in aldığı kararları uygulamakla görevliydi. Üyelik Komisyonunun yedi üyesi vardı. Üyelerin seçimi ve haklarındaki kararlara bakmakla görevliydi.
İlk defa 15 Haziran 1932 tarihinde Şura Heyeti toplanmış. Bu toplantıda cemaatin ülke çapındaki temsilcileri seçilmişler. İleride bu heyet, ‘İdare Meclisi’ adını almış. Bu ilk Şura Meclisi’nin 17 üyesi vardır.
Şura Meclisi’nin aldığı ilk karar Krala, misyonerlik faaliyetlerini durdurma çağrısı olmuş. Çağrı, Krala gönderilen ve son derece saygın bir hitapla yazılan bir mektupla yapılmış. Mektupta Krala “Dinin koruyucusu, İslamiyet’in destekçisi, Müslümanların dayanağı ve Mısır’ın Aziz Kralı” gibi övgülere yer verilmiştir.
Bennâ’nın Krala böyle bir mektup yazmasından dolayı cemaatten kopanlar, Bennâ’nın istişareye değer vermediği, bütün kararları kendi başına aldığı gibi gerekçeler ileri sürmüşler. Bennâ ise, “Şuranın hükmüne mazhar olacak insanlar bulamadım” mealinde bir savunma yapmış; onun bu sözü, Muhammed’in Gençliği cemaati üyelerinin birçoğunu İhvan’dan koparmış.
Kongre: Cemaat, ilki 1933, sonuncusu 1941’de olmak üzere toplam altı kongre düzenlemiş. 1935 yılındaki 3. kongrede cemaate katılımın dört aşamalı bir süreç sonucunda gerçekleşmesi karara bağlanmış. Mürşide (yani Bennâ’ya) tam bir teslimiyetle itaat ve biat edilmesi kararı da bu kongrede alınmıştır.
1936 yılındaki 4. kongrenin, o sıralarda tahta yeni oturan Kral Faruk’un cülusunu kutlamak için yapıldığına dair dedikodular oluşmuş. İhvan üyeleri tarafından Krala, “Allah’ın ve Rasulü’nün sünneti üzere sana bîat ediyoruz” şeklinde sloganlar atılmış. İzci taburlar, sloganlar atarak kralı selamlamak için geçit resmi yapmışlar.
1938’deki 5. kongre, Mısır’ın en pahalı semtinde, çok lüks olan Lütfullah sarayında yapılmış. Bennâ bu kongrede cemaatin amaç, hedef ve vizyonunu dokuz maddede açıklamış. İhvan’ın selefî ve sufî bir tebliğ hareketi olduğunu beyan etmiş. Bu dokuz maddelik beyanatın birinci maddesinde Ahmed Sukkerî ve Hamid Askeriyye’nin kendisi için çok önemli olduğunu belirtmekte, onlara duyduğu minneti dile getirmektedir. İkinci maddede İhvan’ın selefi ve sufi bir tebliğ olduğunu, siyaset, spor, ilim ve ekonomi ile de ilgilendiğini belirtmekte. Üçüncü maddede İhvan’ın siyasi parti, grup ve politik kişilere karşı mesafeli durduğunu açıklamaktadır.
Dördüncü maddede şöyle demektedir: “İhvan asla İslamî bir devrim ve direniş gücü olmayacaktır.”
Beşinci maddede, “İhvan hiçbir zaman yönetime talip değildir.” demektedir.
Altıncı madde Arap Birliği’ne dairdir: “Arapçılık Arap Birliği için gereklidir. İslamiyet’in dirilmesi için her Müslüman Arap birliğini yeniden diriltmek için çalışmalıdır.” Yedinci madde: Cemaat İslam birliğine inanmakta ve İslamiyet’in ana gayesi olarak görmektedir. Sekizinci madde: Mısır’daki bütün siyasi partiler artık tek bir çatı altında birleşmelidirler. Dokuzuncu madde: İşgale karşı Mısırlılar canla-başla direniş göstermelidirler.
Bennâ bu dokuz maddenin ilkinde bilhassa zikrettiği kendilerine minnet duyduğu, ikisi de kurucu üye olan ve ‘kardeşlerim’ dediği Ahmed Sukkerî ve (Şebrahit şubesinin vekili) Hamid Askeriyye’yi kısa bir süre sonra, kendisine itaatleri zayıfladığı gerekçesiyle cemaatten ihraç etmiştir.
Öte yandan Bennâ bazı Hristiyanları cemaate üye ve kendisine danışman ittihaz edinmiştir.
1933 yılındaki Şura Meclisi 1941’de İdari Heyet ya da Kurucu Heyet adını almıştır. Bu heyetin üyelerini Genel Mürşid seçiyordu ve sayıları her sene artıyordu. 1941’de 100 kişi olmuşlardı.
Bennâ bütün üyelerin her koşulda emre uymalarını, kâmil manada tam bir itaatle itaat etmelerini şart koşuyordu.
Mahmud Abdülhalim, Bennâ’nın cemaatte uyumsuzluk gösterenleri ihraç etmek yerine, zaman içerisinde kendi kendilerini ihraç etmelerini sağlayacak birtakım ‘tedbirler’ aldığını ileri sürmektedir. Bir örnek gerekirse: 1938 yılında kendi evinde, cemaate ilk üye olan ve ileri gelen 24 kişiyi bizzat çağırarak bir toplantı düzenler. Orada şöyle der: Artık dava genişlemiş, şube sayısı artmıştır. Her işe kendisi yetişememektedir. Kendisinin belirlediği şartlara uymaları halinde, oradakilerden ‘özel bir yönetici heyet’ seçmek istemektedir; cemaatin her işinden bu özel heyet sorumlu olacaktır! Ancak öne sürdüğü şartlar çok ağır olduğu için, çok az sayıda kişi kayıtsız şartsız kendisine biatlarını bildirirler, bazıları düşünmek için zaman isterler, bazıları da çekimser olduklarını belirtirler. Çekimserler zaten zaman içerisinde kendilerini kenara çekmişler; süre tanınmasını isteyenleri ise Bennâ zamanla bir şekilde ihraç etmiştir.
Tarık el-Bişrî şöyle demektedir: “Bennâ, ilerleme kateden ve sivrilen her hangi bir güçlü kişiyi kendisine tehlikeli bir rakip gördüğü için onu önce hata yapmaya zorlayarak ya da kışkırtarak en ufak bir muhalefetini yakaladığında o kişiyi cemaatten çıkarmıştır.”
Bennâ’nın istediği itaat, tıpkı Mahmut Cuma’nın itaati gibiydi; şöyle demektedir Mahmut Cuma: “Nereye istersen savur bizi, vallahi ve billahi denizlerin yutacağını bilsek bile seninle birlikte o denize atlarız.” İkinci nesil İhvan’dan olan Ali Aşmavî ise cemaat içinde şura ilkesinin uygulanmadığını, İhvan’ın Bennâ’yı Peygamber gibi gördüğünü ileri sürmektedir.
Mürşid kelimesi ilk defa 1934 yılında, Bennâ tarafından yapılan küçük bir tadilatla tüzüğe girmiş; Mürşid’e (Bennâ’ya), istediği kişiyi şubeye vekil tayin etme yetkisini tanımış. Bennâ mürşid kelimesiyle tasavvuftaki mürşid kavramının ifade ettiği anlamı da kullanmak istemiş gibidir.
Kimileri Bennâ’nın hayatı boyunca tek karar mercii olduğunu, tüzüğü bile takmadığını ileri sürmüşlerdir.
İhvan Cemaati toprak renkli üniformalı, silahsız bir izci grubu kurmuş.
Genç Mısır ve Muhammedin Gençleri gibi İslamî grupların radikalliği ve gözü karalığı halkı tedirgin ederken, Bennâ’nın daha temkinli ve ılımlı tutumu İhvan’ın kitlelere ulaşmasında etkili olmuştur. 1930-1940 arası, cemaatin zirveye doğru tırmandığı yıllar olmuştur. İhvan’ın 1934’te Mısır’da 50 şubesi varken, beş yıl sonra 500 şubesi olmuştur.
Eğitim
Bennâ Perşembe günleri sadece öğrencilere ders vermiş ancak cihad dersleri bazı öğrencileri biraz asabîleştirmiş. Bennâ’nın “henüz cihadın zamanı gelmedi” yollu uyarı ve telkinleri o gençleri teskin etmeye yetmediği gibi, aksine ülkede saldırılar, suikastlar artmaya başlamış. Bu aynı zamanda cemaatin başının belaya girmeye başladığı günlerdir. (1940’lı yıllar).
Okullaşma sürecinde cemaatin ilk açılan okuluna Hira adı verilmiş. Burası aslında bir Kur’an Kursu olsa da, zamanla gençleri meslek ve fen liselerine hazırlayan bir dershane işlevine dönüşmüş. Kızlar için de ‘Ummehâtu’l-Mu’minîn’ adında bir okul açılmış. Bunu ilkokulların açılması takip etmiştir.
İhvan’ın Matbuatı
İhvan cemaatinin basın-yayına gerekli ilgiyi gösterdiği, birçok gazete ve mecmua yayınlamış olmalarından anlaşılmaktadır. İhvan’ın ilk gazetesi, 1933’te yayın hayatına başlayan Cerîdetu İhvani’l-Muslimîn’dir. Bir yıl sonra (1934) cemaat kendi matbaa tesislerini kurmuş. 1938 yılında, haftalık En-Nezîr gazetesi (beş yıl sürecek olan) yayın hayatına başlamış; sahibi ve yayıncıları Cemaatten kopunca gazete de kapanmıştır. En-Nezîr Bennâ’nın ve cemaatin siyasi görüşlerini yayıyordu. En-Nezîr’in genel yayın yönetmeni Muhammed Şafii, cemaatin içki ve kadın düşkünü Kral Faruk’u övmesine tepki gösteren makaleler yazmış, bu yazılar Şafii’nin Bennâ tarafından ihraç edilmesine davetiye çıkarmış. En-Nezir’in sahibi ve patronu, Mısır’ın hatırı sayılır âlimlerinden olan Mahmud Ebu Zeyd Osmanî de, gazetenin Kralı ve sarayı öven yayınlar yapmasına tepki göstermiş. Osmanî Kralı kötüleyen yazılar yazınca, cemaatten kapı dışarı edilmiş. İşte bu ihraç edilenler, Muhammed’in Gençleri Cemaatini kurmuşlar.
En-Nezîr 1942’den sonra bir ara yayın hayatına yeniden dönmüşse de, cemaat üyelerinin ülke çapında yaptıkları şiddet eylemleri yüzünden 1948 yılında tekrar kapatılmıştır.
Et-Teâruf gazetesi kısa bir süreliğine yayın yapmış.
El-Menar: Reşid Rıza el-Menar’da Abduh’un tefsire dair görüşlerini yayınlıyordu. Abduh’un ölümünden sonra Rıza, kendisi bu görüşleri yazmayı sürdürdü. Onun ölümünden sonra, akrabaları yayının devam etmesinden yana tavır koydular ancak dergi 1940’ta hükümet tarafından kapatılmıştır.
Eş-Şihab: Bu dergi 1948’de yayın hayatına başladmış, bir iki sayı ancak yayınlanabilmiş; Bennâ’nın ölümüyle kapanmıştır.
MALÎ MESELELER
Cemaatin ilk ticari şirketi ülke çapında dört bin Sterlin sermaye ile kurulmuş, şirkete ortak olmak serbest bırakılmıştır. Madencilik, dokuma, ticaret, ziraat ve sanayi alanlarında pek çok şirketi olan cemaatin hastaneleri, okulları, kulüpleri, dernekleri, spor okulları, matbaaları ve hayır kuruluşları vardı.
Sırf madencilik sermayesi 60 bin Sterlin olup, o gün için bu büyük bir sermaye idi.
“al-İhvan el-Muslimûn” kitabını yayınlamış olan Seyyid Yusuf, İhvan’ın bu kadar büyük sermayeyi çıkartmasının mümkün olmadığını belirterek, bir dış destek olmadan bu parayı bir araya getirmenin imkânsız olduğunu ileri sürmektedir.
İHVAN VE SİYASET
 
Bennâ’nın Düşüncesi
Bennâ tam selefi sayılmaz. Öze dönüşçülük söylemiyle modernlerden, modern söylemleriyle de klasik selefilikten ayrışır. Sentezcidir. Modern bir gelenekçilik (ılımlı İslam) çizgisi oluşturmuştur. Yerine göre ertelemeci, mesela İngilizlerle gerektiğinde uzlaşmacı olmuştur.
Cemaat Ezher’i İslamiyet’in kalesi ve İslam dünyasının merci-i taklidi olarak görmüştür.
Bennâ Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Muhibbuddin el-Hatib gibi selefi-modernistleri örnek edinmiştir. Bennâ, Abduh ve Reşid Rıza’nın ölümlerinden sonra el-Menar dergisinde yayınlanan, yarım kalmış tefsir faaliyetlerini sürdürmüş, Afgani’nin düşüncelerini devam ettirmeye çalışmıştır.
Tasavvufu
Rivayete göre Hasan el-Bennâ Şazelî tarikatının Hasafiye koluna intisaplıdır. Hasaneyn Hasafî (1848-1910) bu tarikatın kurucusu ve ilk hocasıdır. Bennâ 20 Nisan 1923 tarihinde bu tarikata girmiş ve orada Hasafiye Hayır Cemiyeti’ni kurmuştur. Cemiyetin iki ana hedefi vardır; birincisi insanları güzel ahlaka davet etmek ve haramlarla /bidatlarla mücadele etmek, ikincisi ise Hristiyan misyonerlere karşı halkı bilinçlendirmektir. Verilen bilgiye göre bu cemiyet, İhvan-ı Müslimîn’in ilk nüvesini oluşturmuştur.
Zehra Betül Güney, İhvan’ın hem sufilik yönü, hem de hayır cemiyeti olması hasebiyle Vahhabilikten ayrıldığı görüşündedir.
Bennâ’nın Siyasî Vizyonu
 
El-Bennâ 1930’da bir tüzük yazmış; 1932 yılında ise bir yenisini yayınlamıştır. Bu tüzükte, cemaatin hiçbir siyasi parti ile ilişki içine girmeyeceği, hiçbir şekilde siyasete dâhil olmayacağı belirtilmiş. Cemaatin tek varlık sebebinin dini yaymak olduğu vurgulanmış. Özel tedrisinden geçen öğrencilere de siyasete ve hizipçiliğe bulaşmayın, ibadet ve zikirle meşgul olun öğüdünü vermiştir.
Tasavvufa da bu gerekçeyle intisap ettiğini belirtmiş; tasavvufun nefis terbiyesinden başka gayelere sapmaması gerektiğini savunmuş.
Ne var ki Bennâ, bu ilkeyi yine kendisi bozmuş; 1938’den itibaren ölünceye kadar da bu minvalde sürdürmüş hayatını. Cemaati siyasetin içine çekmiş, siyasetin tam da merkezinde yer almıştır. 1942 ve 1945 seçimlerinde aday olmuş, yazar Z. B. Güney’in ifadesiyle, karşı çıktığı sistemin bir parçası olmaktan çekinmemiştir.
Bennâ ve Demokrasi
Bennâ’nın demokrasiye yönelik dişe dokunur (yani ilkeli ve kalıcı; hiçbir şartın ve hiçbir pazarlık teklifinin sarsamadığı temel öncüllere dayanan) bir eleştirisi yoktur. Söylemlerinde zaman zaman (tamamen bir retorik olarak) demokrasiyi yerden yere vurduğu da olmuş. Fakat bu eleştirileri, demokratik yöntemde avamın diktatör insanları seçmesinin önüne geçilemediği gibi sızlanmalardan öteye gitmemiştir. Oysa Z. B. Güney’in tespitiyle, aynı Bennâ1942 ve 1944 seçimlerine katılmış ve eleştirdiği ‘avam’ tarafından seçilen hükümetlere biat etmiştir.
Güney şöyle sormaktadır:
“Ancak bunu yaparken şu soruları da cevapsız bırakmıştır. Belirli bir zümrenin oylarıyla seçilen lider nasıl olacaktır da o zümrenin memnuniyeti ile İlah’ın memnuniyeti çatıştığında bu zümrenin memnuniyetini göz ardı edecektir?” “Allah’ın indirdiği keskin ve tartışma götürmez emir ve kanunları ile halkın istek ve arzusu arasında gerçekleştirilmesi istenilen ‘koalisyon’ pratikte nasıl hayat bulacaktır?” “Şimdi, çoğunluğun kararının ya da reyinin hak olduğu demokrasi sistemi ile İslam’ın bu sistemi arasındaki denge neye göre sağlanacaktır?”
“İslam’ın batı normlarının ve kalıplarının içine zorla sokularak revize edilmeye çalışılması ya da reform çığırtkanlığı ile evrim geçirmesinin beklenmesi radikal İslamî grupları kamçılamaktan öteye gitmeyeceği gibi siyasi İslam’ın da bu radikal tekfirci grupların elinde heder olmasına neden olacaktır.” “Seyyid Kutub, bütün bu sentezleme çabalarına bir cevap vermesinin yanı sıra, Bennâ döneminde yapılan ölümcül hataların çıkış noktasını da teşhis ederek bu hatanın İslam hareket metodunda odaklandığını savunmuştur. Ona göre, İslam hareket metodunun oluşum dönemi hep yanlış noktadan başladığı için hiçbir zaman kemale erişemeden ya tükenmiş ya da Batı kültüründe eriyerek onun devamlılığı için canlı bir hücre haline dönüşmüştür. Çünkü Peygamber hiçbir zaman sistemin içine girerek sistemle mücadele yolunu seçmemiştir.”
Yazara göre ilk defa Bennâ bir ‘dinî demokrasi’nin mümkün olmasından bahsetmiştir. Bennâ pragmatist tutumu yüzünden, cemaatin tabanı tarafından ikiyüzlü, hatta münafık olarak tanımlandığı bile olmuştur.
Cemal el-Bennâ, Abisinin risalelerde ve hutbelerde hiçbir zaman demokrasiyi tekfir etmediğini, aksine demokrasiyi savunduğunu; İslam’ı Kutub ve Mevdudi’den farklı yorumladığını; hedefine demokrasiyi kullanarak varmak istediğini ifade etmiştir.
Kısacası Bennâ söylemlerinde hilafeti zikrederse de, eyleminde demokrasi vurgusu öne çıkmaktadır.
Arap Birliği
Bennâ Arapların ümmetin lideri ve bekçisi olduğu görüşündedir. İslam’ın izzeti Araplar sayesindedir. Hilafet Arapların elinden çıktıktan sonra (Abbasilerin yıkılması, Osmanlının kurulmasıyla birlikte) Müslümanlar perişan olmuşlardır.
Bennâ, esas itibariyle İngilizlerin güdümünde olan Arapbirliğini hararetle desteklemiştir. Irak Başbakanı Nuri Said’in, Arap ülkelerine yaptığı, bir Arap Birliği oluşturulması çağrısının arka planında İngilizlerin baskısı bulunmaktadır. Aslında Bennâ bunu bilmektedir fakat pragmatik bir beklenti ile ileride Arap Birliğini lehimizde kullanırız; düşmana karşı bir güç unsuru olur düşüncesiyle bu İngiliz planını desteklemiştir.
Bennâ 16 Eylül 1947 tarihinde Müslüman Kardeşler Gazetesi’nin 421. sayısında Arap Birliği Ön Komisyonuna yazdığı mektupta, cemaatin tepkisini çeken şu ifadelere yer verir:
“Arap ülkeleri Araplıklarının gereği olan siyasi haklarını ne tarih boyunca ne de günümüzde alabilmişlerdir. Bunun için sizlerden Araplık adına umutlarımızı gerçekleştirmenizi talep ediyoruz. Muhakkak ki İslam Araplığın da ötesinde bir Araplıktır.”
 
Mısır Rejimi ve İslam
Bennâ bazen mevcut kanunların İslamî olmadıklarını, onların yerine İslam şeriatını getireceklerini belirtmiş; kimi zaman da mevcut kanunların, Mısır anayasasının kaynağını İslamî ilkelerden aldığını, İslam’la çatışmadığını, bu anayasayı kabul ettiklerini söylemiştir. Kanunlarda yapılacak birkaç revizyonla Mısır’ın tam bir İslam devleti olacağı kanaatindedir. Bu çıkışlarıyla İngilizlerin ülkede tesis ettiği sistemin bir parçası olmaktan çekinmemiştir.
Kendisine, İslam devleti kurmak gibi bir hedefi olup olmadığı sorulduğunda verdiği, “hükümette birileri İslamî kanunları uyguluyorsa, Müslüman Kardeşler Hükümete talip olmak istemezler” tarzındaki cevabı, onun sistem içinde bir yer edinmekten başka bir şey amaç gütmediğini göstermektedir.
Bennâ, anayasada “devletin dini İslam’dır” yazdığı için Mısır hükümetini Müslüman bir hükümet olarak görüyordu. Parlamenter sistemin İslam’ın yönetim sistemiyle uyuştuğunu, Mısır kanunlarının İslam’la bağdaştığını ileri sürüyordu.
Bu noktada Zehra Betül Güney şöyle bir not düşmektedir: Özellikle 2000 seçimlerinde Cemaat’in söylemlerinde ‘İslam Devleti’ mefhumu tamamen silinmiş ve bu mefhum yerini, ‘demokratik devlet’ söylemine bırakmıştır.
Özel Teşkilat’ın ileri gelen adamlarından olan Salih Aşmavî anayasanın İslam’a aykırı olduğunu konu edinen bir makale yayınladığında, hükümetin şiddetli hışmına uğramıştır. Hükümetin, makalesindeki sert üslubu düzeltmesi için baskılarına maruz kalan ancak kulak asmayan Aşmavî’yi Bennâ, “Senden isteneni yap muhterem!” sözleriyle uyararak, geri adım atmasını istemiştir.
MISIR REJİMİ VE SÖMÜRGECİ DEVLETLERLE İLİŞKİLER
Bennâ’nın siyasi vizyonunu daha iyi kavrayabilmek için öncelikle Mısır hükümetleri, Saray yani krallık ve İngilizlerle ilişkilerini gözden geçirmek gerekmektedir. Bennâ’nın düşüncesi o zaman daha net anlaşılacaktır.
Bennâ’nın, işgalcilerin kendisinden ve cemaatinden memnun olduklarını beyan eden sözlerinden gurur duymasını anlamak mümkün değildir. O bu durumu, ne kadar barışçıl ve ‘zararsız’ bir öğreti üzerinde olduklarına delil olarak görmüştür. Soruşturmalar esnasında bir Fransız polisinin kendileri hakkında şahitlik yapan sözlerini Bennâ kendi hatıratında şöyle zikretmiştir:
“Müslüman kardeşler cemaati iyilik ve dürüstlük anlamında emsal teşkil edecek bir cemaattir. Hükümetin bu cemaatin şubelerini ülke çapında çoğaltmasını talep ediyorum. Bu sayede ülke genelinde güvenlik ve ıslahat hareketi de yayılmış olur.”
Bennâ Süveyş kanalı camiine bir imam tayin etmiş. İmamın siyasi tutumu Fransızları rahatsız etmiş. Bennâ da imamı azletmiş, onların tasvip ettiği bir imamı görevlendirmiş.
Sarayla İlişkiler
Kral Fuad Sevgisi
Bennâ’nın Kral Fuad ve Kral Faruk’a ilişkin tavır, tutum ve kanaatleri tam bir ibret vesikasıdır.
Mısır’da krallık ilk olarak 1914 yılında uygulanmaya başlanmış.
Kral Fuad’a taç giydirilme merasiminde henüz İhvan kurulmamıştı ama 1936 yılında Kral Faruk’un taç giydirilme merasiminde İhvan cemaati hazır bulunmuş ve ona biat etmişler.
Bennâ 1933 yılında Kral Fuad’a yazdığı bir mektupta onu şu şekilde yüceltmektedir:
“Dinin koruyucusu, İslamiyet’in destekçisi ve Mısır’ın hâkimi yüce Kralımız. Yüce Allah şüphesiz sizi dinin koruyucusu, şeriatının bekçisi, Peygamberinin sünnetinin takipçisi kılmıştır. Bütün dünya, hazretlerinizin nasıl da İslamiyet’e sıkı sıkı yapıştığınıza ve bu dinin edebine ve ritüellerine tutunduğunuza, bu dine saldıran düşmanlara karşı onu nasıl koruduğunuza ve öğretilerini yaymak için çaba gösterdiğinize, Kur’an-ı Kerim’e ne kadar değer verdiğinize şahit olmuştur.”
Kral Fuad öldüğünde cemaat uzun süre yas tutmuş, onu övgüyle anmıştır:
“Mısır bugün dolunayını kaybederek karanlıklara gömülmüştür. Her zaman onunla yolunu bulduğu ay ışığını kaybetmiştir. Kim artık çiftçinin, işçinin ve fakir halkın imdadına yetişecek! Kim artık bidatlara boğulmuş dini kurtaracak. Kim İslam’a şerefini verip onu yüceltecek… Kim Doğu’nun sancağını eline alıp Arapların birliğine hizmet edecek!”
Rivayete göre Bennâ, Kralın Avrupaî tarzda saray eğlencelerini ve içkili-danslı balolarını duyduğu zaman, sitemkâr mektuplar da yazmış ama hiçbir zaman kralla ilişkilerinin bozulmasına meydan vermemiştir.
Kral Faruk Aşkı
Bennâ’nın kurduğu İzci Taburları ilk düzenli yürüyüşünü 1936 yılında, Kral Fuad’ın oğlu Kral Faruk’un taç giyme töreninde yapmış ve cemaat üyeleri “Allah’ın ve Rasulü’nün sünneti üzerine sana bîat ediyoruz” sloganlarıyla biat etmişler. Cemaat gazetelerde, Karala bağlılıklarını bildiren ve onu aşırı şekilde yücelten şu sözleri yayınlatmış:
“Sana biatlıyız. Kur’an ve Sünnet için. Çocuklarımız sana feda olsun! ‘Gençlerin iftiharı’, ‘En yüce örnek’, ‘Kur’an’ın koruyucusu’, ‘Emîru’l-Mü’minîn’, ‘Dinin koruyucusu’, Peygamberin doğuşu gibi, dolunay gibi doğdun, selefin dinini yeniden dirilttin. Dünyadaki 300 milyon Müslüman, Kur’an’ın koruyucusu yüce krala canlarını vermeye hazırdır ve ona biat etmişlerdir. Bu hidayet yolunda Allah’ın Faruk’u seçtiğinden şüphe yoktur. Ey yüce Kralımız hayırlı olsun size bu makam. Peşinizden gelen askerleriniz size her daim sadık olacaklardır.”
Kral Faruk hastaneden taburcu olduğu zaman on bin izci taburu resmigeçit yaparak, geçmiş olsun dileğinde bulunmuşlar. İhvan’ın baş vekili Ahmet Sukkerî, Sarayın balkonundan izcilerin geçişini izlemiş.
Bennâ Faruk’un Cuma namazı kıldığı camide yüzden fazla izci ile birlikte Faruk’u karşılamış, Kralla birlikte ön safta namaz kılmış.
Cemaatin resmi internet sitesinde İhvan’ın Saraya karşı tutumu özetle şu şekilde savunulmaktadır: Meşru hükümdarlar oldukları için Kral Fuad’a ve Kral Faruk’a cemaatin bakışı her zaman müspet olmuştur. Kral Faruk İslam’ın yücelmesi için çaba göstermiş, namaz kılmış, İslamiyet’in farzlarını yerine getirmiştir. Bunun karşılığında İhvan ona sevgi ve biatını göstermiştir. İhvan’ın resmi sitesi adeta, “ne yani, sarayı bir parça taltif edip yarandı diye İhvan saraycı mı oldu?” edasıyla şöyle soruyor:
“Şimdi halk tarafından bu kadar sevilen, Ezher şeyhi Mustafa Merağî’yi himayesine almış olan, namazlarına oldukça dikkat eden, özellikle de her bir vakti farklı bir camide kılmaya özen gösteren böyle bir kralı İhvan destekliyor ve onu övüyor diye İhvan’ı saraycı ilan etmek ne kadar doğrudur?”
Bennâ’nın kanaati odur ki, Kral İslam’ın koruyucusudur ve dinin sancağını her zaman dalgalandırmıştır. Cuma Emin’in belirttiğine göre Bennâ Kralı, Mısır’daki en yüce varlık olarak şu şekilde taltif etmiştir:
“Biz tahta ve onun üzerinde oturana her zaman sadık bir cemaatiz. Allah’tan kralımızı korumasını ve onun aracılığı ile ülkemizi ıslah etmesini diliyoruz. Çünkü kralımız Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.”
Rivayetlere göre Bennâ, Kralın aleyhinde konuşulmasına bile tahammül edemiyordu. Kral Faruk her ne kadar kadın ve içki düşkünü olsa da, taraftarları Bennâ’nın Kralı gerçek bir mümin olarak gördüğünü ve ona biatlı olduğunu savunmuşlardır.
Mısır’ın muhafazakâr halk kesimi 1936 yılında Kral Faruk’a taç giydirme merasiminin dinî görüntülü olmasına dair isteklerde bulunduğunda cemaat, Krala tacı Ezher Şeyhi Mustafa Merağî’nin giydirmesini ve yemin ettikten sonra Kralın cemaate namaz kıldırmasını önermiş. Ancak Başbakan Nahhas Paşa bu önerilere, cemaatin dini kullandığı ve din adamlarının meclisin önüne geçirilmek istendiği gibi gerekçelerle şiddetle karşı çıkmış. Bennâ Nahhas Paşa’nın bu görüşünü eleştiren makaleler yayınlamış, bu merasim yapılmazsa günah içinde olacaklarını belirtmiş. Nahhas Paşayı destekleyen kesimlere karşı cemaatin izci grupları sokağa dökülerek, “Allah kraldan yanadır. Allah Emiru’l-Mü’minîn’in yanındadır” gibi sloganlar atmışlar.
Bennâ 9 Şubat 1937 tarihli en-Nezîr gazetesinde yazdığı ‘Kur’an’ın Hâmîsi’ başlıklı makalesinde, Kralı Kur’an’ın koruyucusu olarak tanımlamış, onun için hayatlarını vermeye hazır olduklarını ifade etmiştir.
Kral Faruk gerek hastaneden çıktığında, gerekse evlilik töreninde yüzlerce İhvan üyesi sokağa dökülerek geçit resmi yapmıştır.
4 Şubat 1942 tarihinde İngilizler sarayı tanklarla kuşatıp Kralı ya istifaya ya da Nahhas Paşanın başbakanlığını imzalamaya zorladığında, Kralın bozulan imajını tamir için cemaat gazeteleri Kralın tesbihli ve sakallı fotoğraflarını yayınlayarak, “En Salih Örnek” gibi başlıklar atmışlardır.
İşte, Z. B Güney’in tespitiyle, Bennâ’nın ve cemaatinin bu şekilde yücelttiği ne Kral Fuad’ın, ne de oğlu Faruk’un İslamî kaygıları olmuştur. Her ikisi de dini söylemleri olan ancak laik hayat tarzını devam ettiren, Avrupai yaşam tarzlarından ödün vermeyen kimselerdir. Kral Fuad, oğlu Faruk’u küçük yaşlardan itibaren İngiliz mürebbilerin terbiyesine tevdi etmiş, ana dili gibi İngilizce konuşan, İngiliz terbiyesi ile yetişmiş bir kişidir. Kendisi tahta oturduğunda İngilizler ona Edward Ford adında bir İngiliz danışman hoca tahsis etmişler.
Kral Faruk’un evli kadınlarla gayri meşru ilişkiler yaşadığı, Helin Museri ve Lilyan Kohen adında iki Yahudi sevgilisi olduğu, içkili balolar düzenlediği; oldukça utanç verici hayatı ve yasak ilişkileri bazı araştırmacılar tarafından en ince detaylarına kadar anlatılmıştır.
Hükümetlerle İlişkisi
Bennâ, cemaatini kurarken ve yazdığı ilk tüzüklerde siyasete bulaşmayacaklarını açıkça beyan etmesine rağmen, 1942 seçimlerinde milletvekilliği adaylığını koyar. İngilizler bundan rahatsız olurlar ve Nahhas Paşa’ya uyarı vererek, Bennâ’nın siyasete girmemesini bir şekilde sağlamasını isterler. Bennâ adaylıktan vazgeçer.
Ancak 1944 seçimlerinde Bennâ yeniden aday olmakla İngilizleri kızdırmış. Bennâ onların hışmını azaltmak için olsa gerek, Louis Faunos adlı Hristiyanı kendisine siyasi müsteşar, Yunan asıllı bir Hristiyan olan Paulo Hristo’yu da başyardımcı tayin etmiştir.
Bennâ’nın Mısır hükümetleriyle ilişkileri hep iyi olmuştur.
Hasan el-Bennâ, 1936 yılında Ali Mahir Paşa hükümetini kuruncaya kadar siyasetten ve siyasi mesajlardan uzak durmuştur. Ali Mahir Paşa hükümeti ile deyim yerindeyse, siyasi perhizini bozmuştur. AliMahirPaşa hükümetini desteklemiş, bunun karşılığı olarak da cemaatin şube sayısı iki katına çıkmış; cemaat çok lüks reklam kampanyaları ve gösterişli kutlamalar yapmış. Bennâ hükümete karşı hiç eleştirel olmamış da değildir; mesela hükümetin gayri İslamî balolarını eleştirmiş(!) ama bunu yaparken de, Kral Faruk’a övgüler dizmeyi ihmal etmemiştir.
Cemaat içinden, Ali Mahir Paşa’yı desteklemesine yönelik şiddetli eleştiriler gelince, “Yeni Hükümet, Eski Duruşumuz” başlıklı bir makale yayınlamış ve herhangi bir siyasi partiyi özel olarak tutmadıkları, özel bir siyasi çizgileri olmadığı şeklinde bir savunma yapmış. Kendisini savunmak isterken, aslında en ölümcül hatasını ele vermektedir!
Hasan el-Bennâ’nın taraftar olduğu Ali Mahir, eğitimini Fransa’da yapmış ama İngilizlere yakınlığı ile bilinen bir hukukçu ve büyük bir toprak ağasıdır.
Bennâ, maruz kaldığı tazyikler karşısında Ali Mahir’den, İslam Devletini kurduğunu duyurmasını istemiş, Ali Mahir ise böyle bir ilana yanaşmamıştır. 1940 yılında hükümeti düşmüştür.
Bennâ, Ali Mahir’e yakınlığını ve siyasete girmesini eleştiren Muhammed’in Gençleri cemaatinin mensuplarını İhvan’dan ihraç etmiş ve hatta bunlar hakkında suç duyurusu yapacağı tehdidinde bulunmuştur. Adı geçen cemaat İhvan’ın hükümetten yardım almasını İslam dışı bulmuş, hükümetin gayri İslamî sinema ve tiyatrolarının reklamlarını İhvan’ın gazete ve dergilerinde yayınlamak suretiyle, ahlaksız gidişata destek olduğu ithamını yöneltmiştir.
Nahhas Paşa Hükümeti: İkinci dünya savaşı sırasında İhvan Almanların yanında durmuş ve onları desteklemiştir. İngilizler buna bozulmuşlar. Ahmet Sukkerî ile görüşerek, cemaate rüşvet vermek istemişler. İhvan rüşveti reddetmiş. Bunun üzerine İngilizlerle İhvan’ın ilişkisi sona ermiştir. İşte bu olaydan sonradır ki Bennâ ile Sukkerî üç aylık bir sürgüne gönderilmişlerdir. Saray tarafından 1941 yılında gönderildikleri Gana sürgünü birkaç ay sürmüş.  Ali Mahir Paşa’nın yakın dostlarının girişimi ile sürgün sonlandırılmıştır.
1942 yılında Vefd partisi iktidara gelmiş. Bennâ ve Sukkeri Başbakan NahhasPaşa’yı ziyaret ederek, İngilizlerin kendileri hakkındaki baskısını ve haklarında açtığı soruşturmayı kaldırması için ricada bulunmuşlar. Bu ricadan memnun kalan Nahhas Paşa, soruşturmayı bizzat kendisi yapmış, cemaatin bir hayır cemiyeti olmaktan başka bir hüviyetinin bulunmadığını bizzat kendisi rapor haline getirerek, eski faaliyetlerine dönmesine izin vermiştir. İhvan da Paşanın bu iyiliğine karşı, hükümeti ve bakanları öven yazılar yazmışlar. Mesela Müslüman Kardeşler Gazetesi’nde yayınlanan, “Ticaret Bakanı Camide” manşetiyle verilen haberde Vefd hükümeti, altın çağ olarak bilinen Dört Halife dönemine benzetilmiştir.
Adalet bakanı Muhammed Sabri Paşa’yı bizzat Bennâ yazılarıyla övmüş. Tabi bütün bunlardan sonra cemaatin şube sayıları artmış, paşalar cemaate üyelik aidatı öremişler. [Bu hadiseler, bizdeki, “M. Kemal yaşasaydı, partimize üye olurdu” tarzındaki yaranmaları çağrıştırmaktadır. M.D.].
İktidarlarla sıfır sorun siyaseti, ister istemez muhalefetle sorun doğurmuş.
Cemaat İngilizlere yakınlığı ile bilinen, halkın her kesimi ile husumeti olan Sıdkı Paşa’nın 15 Şubat 1946 tarihinde kurduğu hükümetini de desteklemiştir. Tarık el-Bişrî, Mısır tarihinde bir ilk olan bu hadiseden dolayı halkın dehşete düştüğünü ifade etmektedir. Sıdkı Paşa dinle uzaktan yakından alakası olmayan, oldukça laik biridir. İngiliz gazeteciler tarafından Paşa, siyasi ve iktisadi yolsuzlukların baş aktörü olarak tanımlanmıştır. Hayatı boyunca Mısır’ın en bariz kapitalist örneği olarak bilinmiştir. Kamuoyunda 15 Yahudi şirkete ortak olduğu; Yahudi bir kadınla uzun yıllar gayri meşru ilişkiler yaşadığına dair söylentiler konuşuluyormuş. 1930’daki ilk başbakanlığı dönemindeki öğrenci gösterileri sırasında birçok İhvan’ı öldürtmüştür. İşte bu Sıdkı Paşa yıllar sonra yeniden iktidar koltuğuna oturduğunda, Bennâ’ya vakıflar Bakanı olmasını teklif etmiş. Mahmud Assaf bunu duyunca Bennâ’ya, vakıflar değil de, maliye bakanlığını istemesi yönünde telkinlerde bulunmuş. Bennâ ise her ikisine de çekimser davranmıştır.
Cemaatin gazetelerinde Sıdkı Paşa’ya desteğin ötesinde övgüler yazılmış. Paşa, Kur’an’da kıssası anlatılan İsmail (a.s) ile kıyaslanmış. Sıdkı Paşa’nın, doğal olarak bu kadar desteği karşılıksız bırakmaması gerekirdi ve öyle de olmuş; cemaati ziyaret etmiş. Aslında o, Vefd’e karşı Cemaati kullanmıştır.
Cemaatin sarayın bu bir numaralı adamını desteklemesinden dolayı saray o kadar memnun kalmış ki, Bennâ saraya yemeğe davet edilmiş. Sıdkı Paşa ile fotoğraflar çekinmişler ve basına servis edilmiş. Bu olay cemaatle Saray ilişkilerinde zirve yapmış.
Bütün bu ilişkilerden anlaşılan odur ki, ilk nesil İhvan ve Bennâ “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesiyle hareket etmişlerdir.
Ahmed Sukkerî Bennâ’nın, çıkarları uğrunda hiçbir prensip gütmeden, bütün hükümetlerin yanında olmaya gayret ettiğini belirterek, onu münafıklıkla suçlamıştır.
İlk Sıkıntılar
Bir.
İhvan içerisinde ilk huzursuzluklar 1930 yılında, cemaatin ilk camisinin inşa edildiği dönemde yaşanmış. Süveyş Kanalı’nın Fransız Müdürü Baron De Banier, sekreteriyle birlikte camiyi ziyaret etmiş ve camiye para yardımında bulunmak istediğini bildirmiş. Müdürle iki defa görüşen Bennâ, ilkinde değilse de, ikinci görüşmede yardım teklifini kabul etmiş, verilen parayı almış. Kanal Müdürünün İhvan’a cami için yaptığı yardım 500 sterlindir. Oysa aynı şahıs bir kiliseye 500 bin sterlin bağışta bulunmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla, işgalcilerin müdürünün yaptığı yardımı almakta beis görmeyen Bennâ sadece, kiliseye yapılan yardımın miktarı ile kendilerinin camiine yapılan yardım arasındaki uçuruma bozulmuş, bu tepkisini de Baron’a iletmiş. Baron ise, camiye ancak bu kadar bütçe ayırabildiklerini belirterek özür dilemiş. İşte cemaatin ilk huzursuzluğu bu yardımdan kaynaklanmıştır. Bu olaydan sonra birçok İhvan mensubu, işgalcilerin cami yapımına katkıda bulunmalarının mümkün olmadığını, o camide kılınacak namazın haram olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bennâ’nın verdiği cevap ise şöyledir: “Bize verilen para zaten bizim paramızdır, işgalcilerin değil.”
İki.
Bu ‘yardım’ olayını, o günlerdeki bir başka sıkıntı takip etmiştir, şöyle ki: Mahmudiye şubesinin başkanı Ahmet Sukkerî, sözü edilen caminin açılış konuşmasını, Bennâ’nın yapmasına fırsat vermeden kendisi yapmış. Bennâ Sukkerî’nin bu tutumuna çok bozulmuş ve namazı da kıldırmadan, yerini Şeyh Hamid Askeriyye’ye bırakarak, orayı terk etmiş.
Üç.
Anlatacağımız üçüncü olaya “İlk fitne” de denmiştir. Cemaat Bennâ’dan İsmailiyye şubesi için bir vekil (başkan) tayin etmesini ister. Bennâ marangoz Ali el-Cedavî’yi aday gösterir. Genel Kurul adayı onaylar. Ancak Bennâ’nın tek aday göstermesi ve Cedavî’nin tahsili olmayan bir esnaf olması bazı huzursuzluklara yol açar. Ehil birisi dururken bu adamın tayin edilmesini bir türlü hazmedemezler.
Bennâ Cedavî’ye aylık 3 sterlin maaş takdir eder. Cemaat ise, teşkilatın zaten yüklü miktarda borcu varken ve ücretsiz olarak bu işi yapacak, hatta kendisi bilakis katkıda bulunacak kişiler dururken böyle bir karar almasını kabullenemez. İdare Meclisi Cedavî için 150 kuruş, yardımcısı için 90 kuruş maaş takdir eder. Bennâ bu kararı beğenmez ve idare kurulu toplantısını altı ay askıya alır, bu süre zarfında hayali toplantılar yaparak, Cedavî ve yardımcısının maaşını iki katına çıkartır. Cedavî’ye takdir ettiği 3 sterlin maaş, Mısır’da üniversite mezunu olan kişilere verilen maaştan daha yüksektir.
Bütün bu yaşananlardan sonra, beş kişiyle birlikte istifasını veren Mustafa Yusuf adlı üye bir rapor yayınlayarak, Bennâ hakkında ciddi suçlamalarda bulunur. Cemaatin kasasında ciddi miktarlarda ve kayıtlara geçmeyen maddi kayıpların bulunduğunu iddia eder.
 
Ahlakî Bozulma
Şimdi burada Bennâ’nın başına sorunlar açan ilginç bir kişilikten bahsedeceğiz. Bu, Hasan el-Bennâ’nın eniştesi Abdülhakim Abidin’in ibretlik hikâyesidir.
1914 doğumlu Abdülhakim Abidin, Kahire üniversitesi Edebiyat fakültesi mezunu, iyi bir hatip ve edebiyatçıdır. Bennâ onu, cemaatin vizyonunu anlatması ve Filistin davasına yardım toplaması için şehirlere göndermiştir.
Kimileri ona Grigori Rasputin lakabını takmışlar. Çünkü Abidin hem kadınlara düşkün, hem de Mısır’ın önde gelen kalburüstü takımıyla rabıtayı kuran kişidir.
Ürdün kralı Hüseyin’i ziyaret ettiğinde kral kendisine bakanlık teklif etmiş, Abidin İhvan’ın elçisi olduğunu belirterek, teklifi nazikçe reddetmiş.
1948 yılında Vefd Hükümeti Abidin’i hapse atar. 1954’te hacca gider. Cemal Abdunnasır’ın İhvan’a yaptığı takibat nedeniyle Arabistan’dan ülkesine dönmez. Bu gurbet yıllarında Filistin Müftüsü Emin el-Hüsynî tarafından Lübnan’da bulunan Yüksek Arap Konseyi’nin müsteşarı seçilir. Daha sonra Mekke’deki meşhur Rabıta’nın (Rabıtatul Alemil İslamî) müsteşarı olur. 1975 yılında Enver Sedat’ın İhvan’la barışması neticesinde Mısır’a döner; 1977’de vefatına kadar cemaatin Mürşidlerinin sağ kolu olarak görev yapmaya devam eder. Kısa hayat hikâyesi böyledir.
Yıl 1944. Abdülhakim Abidin (İhvan adına) aile ziyaretleri yapmaktadır. Fakat Abidin’in birçok evli ve bekâr kadınla ilişki yaşadığı şayiası yayılır. Şikâyet Bennâ’ya ulaşır. Bennâ, eniştesi hakkındaki bu söylentileri soruşturması için bir komisyon kurulmasını ister. Komisyon kurulur, soruşturmayı yapar ve neticede Abidin’i suçlu bulur. (Komisyon soruşturmasını bir rapor haline getirmiş ve ileriki bir zamanda Savtul Umme gazetesinde yayınlamıştır). Bennâ ise komisyonun bu raporuna itiraz eder ve konuyu cemaatin Kurucu Heyet’ine taşımak ister. Raporu hazırlayan, aralarında Ahmet Sukkerî ve Dr. İbrahim Hasan’ın da bulunduğu sekiz kişi Bennâ’nın bu tutumunu ‘despotça’ diye nitelerler. (Bu sekiz kişi 1947 yılında bir şekilde cemaatten ihraç edilmişlerdir). Bu olay cemaat tarihinde sanki bir dönüm noktası gibidir ve en büyük kan kaybı bu vesileyle yaşanır.
Bennâ’nın müdahalesiyle oluşan ikinci komisyon Abidin’i suçsuz bulur. Bunun üzerine Dr. İbrahim bir kez daha Bennâ ile görüşmek ister. Yanına vardığında görür ki, Sukkerî ve başka bazı kişiler de oradadır. Bennâ şöyle bir açıklama yapar: Aslında Abidin’in suçlu olduğunu bilmektedir, hatta daha fazla bilgilere de sahiptir. Fakat olayların daha fazla büyümesini istemediği için böyle bir yol seçmiştir! İleride uygun bir zamanda Abidin’i görevden alacağına söz verir. Dr. İbrahim (ve arkadaşlarından) da özür diler. Uzun lafın kısası Bennâ, ‘şimdilik’ olayın örtbas edilmesini istemektedir.
15 gün sonra Abidin, kendini aklayan ve onu soruşturan komisyon üyelerini yerden yere vuran bir istifa mektubu yazar ve Havâdis gazetesinde yayınlar. Bennâ bu mektubun sahte olduğu yönünde bir beyanat verir. Havadis gazetesi yaptığı yayının arkasında durur, mektubun sahte olmadığını söyleyerek, Bennâ’nın iddiaları devam edecek olursa, yargıya başvuracaklarını bildirir.
Bennâ Dr. İbrahim’e gelerek, Abidin’in suçsuz olduğunu belirten bir mektup yazarak kamuoyuna duyurmasını talep eder. Araya aracılar da koyarak, bu isteğini yalvarırcasına, defalarca tekrarlar. Güya cemaatin adının kirlenmesini istememektedir!
Bennâ’nın ısrarlarını reddeden Dr. İbrahim, tutumunu ancak birkaç gün sürdürebilir ve diğer vekillerin de ısrarı üzerine, cemaatin zarar görmemesi ‘maslahatını’ gözeterek kerhen de olsa, Abidin’in suçsuz olduğunu işleyen raporu diğer komisyon üyeleriyle birlikte imzalar ve basına duyurur.
Duyurur ama Dr. İbrahim’in de psikolojisi bozulmuştur, istifa etmek istemektedir. O günden sonra Bennâ’ya hiç güveni kalmamıştır. 1946 yılında Bennâ’nın Sıdkı Paşa hükümetini desteklemesiyle içinde oluşan soğukluğun daha da derinleştiğini hisseder. Dr. İbrahim’in iddiasına göre Bennâ Vefd’e, kendilerine 50 bin pound ödemesi halinde Vefd’in yanında yer alacaklarını söylemiştir.
Ertesi gün (6 Aralık 1946) şunu duyar: Bennâ, Vefd’in üst düzey yetkilileriyle görüşerek aralarında bir orta yol bulmuşlardır. Varılan mutabakata göre, Cemaat Vefd’i diline dolamayacak, hükümet aleyhine protestolar yapmayacak; bunun karşılığında Vefd’den elde edeceği ‘çıkar’ şudur: Vefd cemaatin faaliyetlerini kısıtlamayacaktır. İşte bu durumdan midesi iyice bulanan Dr. İbrahim, sessizce Cemaatten uzaklaşır.
Bir süre sonra cemaatten üst düzey bir yetkili Dr. İbrahim’le irtibat kurarak, cemaatin siyasete girmeye hazırlandığını, bu amaçla partileşmek için çalışmaların başladığını ve kendisinin de üye olmasını talep eder. Önce talebi geri çeviren İbrahim, ısrarlar üzerine, belki cemaatte bazı şeyler düzelir umuduyla iki kez toplantılara katılır. Ancak iki toplantıdan sonra bir daha çağrılmayan İbrahim, cemaatin siyasi komisyonunun resmi olarak ilan edildiğini Belağ gazetesinden öğrenir. Bütün bu olayları özetleyen bir yazıyla birlikte istifa dilekçesini cemaatin kurucu heyetine gönderir. Savtu’l-Umme gazetesinde Ekim ayı boyunca kendi savunmasını ve ilk komisyonun Abidin’i suçlu bulan raporunu bütün ekleriyle birlikte yayınlar. Belağ gazetesi, Abidin gibi bir suçluyu koruyarak, kendi en değerli adamlarını harcamasının Bennâ’nın çok fahiş bir hatası olduğunu belirten yayınlar yapar. Belağ ve Vefd gazeteleri Bennâ’dan savunma yapmasını isterler. Bennâ detaylı bir açıklama yapmaz ancak küçük bir makale ile Sukkerî ve Dr. İbrahim’i cemaatten ihraç ettiğini teyid eder. Cemaatin genel merkezi, Abidin’in araştırma komisyonu tarafından suçsuz bulunduğunu beyan eden küçük bir bildiri yayınlar.
Öte yandan Cemaatin gazetesinde yayınlanan bir başka bildiride, Vefd’den elli bin poundluk bağışı istemelerinin cemaatin ne kadar uyanık olduğuna delalet ettiğini; hiç kimsenin ve hiçbir partinin adamı olmadıklarını belirterek, tutumlarını savunurlar. Bennâ da kendini savunarak bu parayla hapistekilerin ailelerine yardım yapılacağını, hükümetin işten çıkarttığı işçilerin ailelerine ödeme yapılacağını belirtir. 1 Mayıs 1947 tarihinde 25 sayfalık bir bildiri yayınlanarak, Dr. İbrahim’in Abidin hakkında yayınladığı raporun sahte olduğu ifade edilir. Bennâ’nın tayin ettiği, Abidin’i aklayan ikinci komisyonun raporu yayınlanır.
Sukkerî’ye göre Bennâ, ahlaksız bir adam için şerefli insanları harcamış, cemaatin prensiplerini ayaklar altına almıştır.
Cemaatin Resmî makamlardan Aldığı Yardımlar
Cemaat her zaman Saray’ı tuttuğu için, bu duruşu Saray tarafından karşılıksız bırakılmamış, cemaate fonlar ve yardımlar aktarılmıştır.
Brynjar Lia, cemaatin 1930’lu yılların ortalarında muhtelif belediyelerden yardımlar aldığını belirtmektedir. İlk yardım, el-Buhayra ili belediye Meclisi’nden el-Buhayra valisi ve Ali Mahir Paşa’nın dostu Abdüsselam Şazlî Paşa aracılığı ile yapılmıştır.
Cemaat 1937 yılında hükümetten yıllık 149 Sterlin, 1938 yılında İçişleri Bakanlığı’ndan 150 Sterlin yardım almıştır. 1937 yılında diğer cemaatler yasaklanırken, İhvan oldukça rahat ve özgürdür.
Genç Mısır Partisinin başkanının çarşıdan evine ne aldığı bile kayıtlı iken, 1948 yılında Cemaatin kapatılma kararı alındığında polis ilk anda ne yapacağını bilemez durumda şaşkındır. Çünkü elinde Cemaat aleyhinde tutulmuş bir sicil bulunmamaktadır.
Ali Mahir Paşa zamanında on aylık bir süre zarfında Cemaatin şube sayısı 500’e çıkmış, 1945’e gelindiğinde sadece Mısır’da şube sayısı 2000’e ulaşmıştır. Bütün Arap ülkelerinde ve Avrupa, Amerika, Endonezya, Afganistan ve Türkiye’de şubeler açılmıştır. Sadece Sudan’da 50 şubesi bulunmaktaydı.
Bennâ, Vefd Partisine, kendilerine yardım edildiği takdirde onları destekleyeceklerini söylemişti.
24 Mayıs 1937 tarihinde Degahliyye vali yardımcısı Ahmed Bey Fehmi 150 Mısır Sterlini yardım etmiş, Bennâ bu yardım olayını haber olarak gazetede yayınlamıştır. 1937 yılında Mansura valisi Cemaate 150 sterlin ödemiş. Cemaat, konumunu muhafaza edebilmek için, kritik mevkilerdeki özel statülü kimselere hep yakın durmuştur.
Sıdkı paşa döneminde Cemaat büyük arazilerde kamp yapma izni almış, izci kıyafetleri resmi olarak belirlenmiş ve hükümetten çok cüz’î fiyata temin edilmiş. Kâğıdı resmi fiyatlardan yüzde otuz daha ucuza temin etmiştir.
1946 yılında Milli Eğitim Bakanı cemaatin okullarına yardım yapılmasını önermiş.
Cemaat ülkenin en zengin toprak ağaları ve fabrika sahiplerinin de desteğini almıştır.
Dış Yardımlar
 
Almanlarla İlişki
Cemaat 2. Dünya savaşı esnasında İngiliz işgalcilere karşı Alman ve İtalyanları desteklemiş ama bu manevrası İngilizlerin öfkesini artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. İhvan, Hitler’in gönderdiği mektupları çoğaltıp ülke çapında dağıtmış. Almanya cephesini destekleyen Mısır Kurtuluş Cephesi’nin ileri gelen kumandanlarından Aziz el-Mısrî de cemaatin desteğine mazhar olmuştur. Mahmud Abdülhalim, Almanlarla ve İtalyanlarla gizli gizli görüştüklerini; Ali Mahir Paşa ve Filistin Müftüsü Emin el-Hüseynî’nin de cemaatin bu tutumuna destek verdiklerini tasdik etmiştir.
Brynjar Lia’ya göre cemaat Saray tarafından ciddi şekilde finanse edilmesinin yanı sıra, ikinci dünya savaşı sırasında Almanlardan maddi yardım ve silah yardımı da almıştır. Kahire’deki alman ajansı olan Deutsches Nachrichten büro yöneticisi Wilhem Stellbogen’in dairesinde ele geçirilen belgelerde Ekim 1939 tarihine kadar Cemaatin bu örgütten oldukça yüklü miktarda yardımlar aldığı belirtilerek, bu yardımların İngiliz karşıtı eylemler için verilmiş olduğu ifade edilmiştir. (Lia, s. 245, 293; Zehra B. Güney, İngiltere dışişleri bakanlığı raporları için ayrıca Eymen ez-Zevahirî’nin kitabını referans göstermekte, rapor numaralarını vermektedir). (İhvan’ın Almanlar’dan maddi yardım aldığını Sayın Hüseyin Mercan da bir sunumunda zikretmiştir. Onun doktora çalışması da çok uzak olmayan bir zamanda inşaallah okuyucusu ile buluşacaktır-MD).
İngilizlerle İlişki
Yukarıda, İhvanın ilk camisi inşa edilirken, Süveyş Kanalı Müdürü Baron De Banier’in teklif ettiği 500 Sterlini almakta bir beis görmediğine değinmiştik.
Öte taraftan Bennâ 2. Dünya savaşı esnasında Mısır hükümetinin İngiltere’yi desteklemesini mazur gördüğünü açıklamış, muhtemelen İngilizlerin hışmını azaltmak için İngilizlerle ittifak çağrısı bile yapmıştır. Kendi Risalelerinde (Türkçe çeviride sansürlenmiş olması muhtemel) yer verdiği çağrısında şöyle demektedir:
“Biz bu fırsatı değerlendirerek Batılı yetkililere karşılıklı çıkarların korunacağı bir ittifak öneriyoruz. Despotlukla bir ülkeyi yönetip işgal etme siyaseti artık faydasızdır. Çünkü bu, halkları ayaklandırarak ülkeleri kaosa sürüklemektedir. Biz yeni bir siyaset öneriyoruz. Birlik ve ittifak ile yapılan ve karşılıklı dostluk ve çıkar üzerine kurulu bir işbirliği modeli öneriyoruz. İşbirliği içinde huzurla yaşamak varken neden rekabet içinde yaşayarak ülkemizi savaşın ateşine atalım. Bu izzetli ortaklık ve uzun barış sayesinde dünya kazanır. Kim bilir belki de batılı yetkililer bu barış ve ittifak sayesinde İslam’ın nuruyla tanışırlar ve dünyada gerçek bir birlik beraberlik olur.”
Bennâ İngiliz Karşıtı Değil miydi?
Bennâ hacda iken Vefd tarafından İngiliz işgaline karşı son bir hamle daha başlatılmış, oluşan koalisyona bütün muhalefet partileri ve tüm STK’lar katılmıştır. Sukkerî de Cemaati temsilen koalisyona dahil olmuştur. Hacdan dönen Bennâ Vefd’in, İngilizlerle anlaşması ortaya çıkan Sıdkı Paşa’dan bir farkının olmadığını, sırf iktidar olmak uğruna böyle yaptığını ileri sürerek, işi yokuşa sürercesine, bir fon oluşturulması ve Vefd’in fona 50 bin Sterlin yatırması teklifini şart koşmuş. Vefd, bekleneceği üzere teklifi reddetmiş. Bu olay üzerine Vefd’le yolları ilânihaye ayrılmış. Bennâ’nın gerekçesi, güya Vefd’in batılı bir sistemi getirme niyetiymiş. İnsanın sorası geliyor: Acaba Sıdkı Paşa ve diğer başbakanlar başka bir sistem mi getireceklerdi?!…
İngiliz Konsolosluğu Londra’ya yazdığı raporda Sıdkı Paşa hükümetine yaslanarak İhvan’ın büyümesinin oldukça dikkat çektiği rapor edilmiş.
Sukkeri’nin bu dönemde Sıdkı Paşa ve İngilizler aleyhinde oldukça eleştirel yazıları yayınlanmış. Bennâ’nın ise bu yazılardan rahatsızlık duyduğu, Sukkeri’yi ihraç ettikten sonra ortaya çıkmış.
Sukkeri ile Bennâ arasındaki çekişme ilk defa Sukkeri’nin Vefd’in gazetesi Savtu’l-Umme’ye 11 Ekim 1947 tarihinde verdiği yazıyla ortaya çıkmış. 7 Mayıs 1948’e kadar karşılıklı atışmalar devam etmiş. Bu atışmalardan ortaya çıkan netice şudur ki, meğer iki dost, aslında birbirine ‘kerhen’ katlanmışlar.
Sıdkı Paşa’nın İngilizlerle anlaşması ortaya çıkınca güya Sıdkı Paşayı eleştirmiş; “sömürgecilerin kucağında büyümüş” gibi sözler sarf etmiş. Oysa tam da bunları söyleyen Sukkerî’yi, yani en yakın dava arkadaşını cemaatten ihraç etmişti. Hatasını itiraf ettiğine dair bir bilgi de oluşmamıştır.
Z. B. Güney şöyle demektedir: “Şimdi bu savunmaların ardından ve Bennâ hakkında bütün bu tarihsel verilerden yola çıkarak sorulması gereken asıl sorular şunlardır: Yeri geldiğinde milli çıkarlar için İngilizlerle dost olan ve oldukça kötü sabıkası olan Hükümetlerle hatta İngilizlerle bile ittifak yapmaya hazır olduğu belirtilen Bennâ’nın, Vefd’in işgal aleyhine oluşturduğu ulusal koalisyonunu desteklemesine engel olan önemli şey ne olabilirdi? Zamanında Vefd’in İslamî bir hükümet olduğunu ve onlar sayesinde İslam’ın Mısır’da hiç olmadığı kadar yaşandığını itiraf [‘iddia’ olacak?-MD] eden Bennâ, ne olmuştu da bir anda Vefd’i İslam düşmanı olarak görmeye başlamıştı? Sukkeri başından beridir Sıdkı Paşa’nın İngiliz dostu olduğunu Bennâ’ya iletmesine rağmen ve bu gerçek mademki Bennâ tarafından bilinmiyordu ve sonradan açığa çıkmıştı, o halde Bennâ neden Sukkeri’den özür dilememiş ve onunla dostluğuna geri dönmemişti? Bennâ’nın, Sıdkı Paşanın kötü geçmişine rağmen onunla yakınlaşması ‘İhvan düşmana önyargıyla yaklaşmaz ve ona itiraz edip düşmanlıkta aceleci davranmaz. Bu İhvan’ın kuralıdır. İhvan particilik yapmaz ve yönetime sırf muhaliflik olsun diye muhalif olmaz’ sözleriyle gerekçelendirilmiştir. Öyleyse neden bu prensip Vefd’e karşı da uygulanmamış ve ona bir şans verilerek onun uzattığı el tutulmak istenmemiş, hatta samimi bulunmamıştır? Vefd’in yanında saf tuttuğu için cemaatten azledilen Sukkeri, Bennâ’nın çıkarları için hiçbir prensip gütmeden bütün hükümetlerin yanında olmaya gayret ettiğini belirterek onu münafıklıkla suçlamıştır.”
Bennâ ile Sukkeri arasındaki kızgınlık, Bennâ’ya göre 1929’da cemaatin ilk camisinin açılışında konuşmayı Sukkeri’nin yapması, Sukkeri’ye göre de ilk kırgınlık 1944’te eniştesi Abdülhakim Abidin meselesinde ortaya çıkmıştır.
Sukkeri cemaati birlikte kurdukları halde kendisinin hep ikinci adam kalmasını hazmedememiş olmalıdır. Bennâ ise Sukkeri’nin liderlikte gözü olduğunu ileri sürmüş. Bennâ gizlice gönderdiği azil mektubuyla onu azletmişti. Sukkeri de bu durumu ilk defa 11 Ekim 1947 tarihli Savtu’l-Umme’deki makalesinde ifşa etmiş. Sukkeri, savunması bile alınmadan azledilmesini hazmedememiş. Araya aracılar koymuşsa da, Bennâ’yı kararından döndürememiştir.
Sukkeri’nin azlinden sonra cemaatten yüzlerce kişi kopmuş. Gönderilen protesto mektuplarında Bennâ istifaya davet edilmiş. Bu esnada cemaatin yaşça büyük alimlerinden de cemaatten kopuş mesajları gelmiş. Ahmet Sukkeri’nin ithamlarına karşı Bennâ’nın iyi bir savunma yapamadığı belirtilerek, Sukkeri’ye yapılanın zalimce olduğu üzerinde durulmuş.
Cemaatin Tebliğ birimi genel başkanı Mustafa Naina Sukkeri’den başka birçok kişinin yargılanmadan ihraç edildiğini, Bennâ’nın hükümetle olan görüşmelerine şahit olduğunu belirtmiş; Bennâ’nın eleştirilere kulak tıkadığını ifade ederek, ayrılmış.
Sukkeri’ye göre davanın merkezi halk; Bennâ’ya göre Cemaatin çıkarlarıdır.
8 Aralık 1948 tarihinde İhvan kapatılmış. Bennâ Nukraşî paşa ile görüşmek için defalarca Paşa’nın ofisine gitmiş, kalem müdürüne not bırakmış. Nukraşi Paşa yüz vermemiş. En sonunda Bennâ, Nukraşi Hükümetini desteklediklerini ve müsaade edilirse, adamlarını hükümetin hizmetine seferber edeceğini ifade eden bir mektup yazmış. (Oysa kendisi Sukkeri’yi Vefd’i tuttuğu için azletmişti! Kaldı ki Bennâ 1939’a kadar Vefd’le içli-dışlıydı ve cemaatin pek çok üyesi aynı zamanda Vefd üyesiydi).
Bennâ’nın Nebevî Yöntemden Uzaklığı: Hasan el-Bennâ’nın, hiçbir İslamî ilke ile telifi mümkün olmayan, tamamen faydaya yönelik, dünyevi kaygıları yüceltici tutum ve davranışlarını Z. B. Güney’in şu satırlarıyla değerlendirmemiz mümkündür:
“Aslında bize göre asıl sorun Bennâ’nın izlediği metodun, devirmek istediği sisteme zamanla hizmet eder bir hale dönüşmesidir. Çünkü otoriteye doğrudan baş kaldırmayı intihar olarak kabul etmiş ve sistemin içine girerek sistemle sorunsuz bir şekilde baş edeceğini düşünmüştür. Ancak, Peygamber’in Mekke dönemi direnişini sürekli örnek olarak kullanan Bennâ’nın gözden kaçırdığı en önemli husus, Peygamber’in hiçbir zaman sistemin içine girerek sistemle mücadele yolunu seçmediği gerçeğidir. Peygamber aslında Bennâ’nın takip ettiği ve güvenli gibi gözüken metodu daha kolay uygulayabilecek bir konuma ve fırsata sahipken, bu uzun ama güvenli bir yol gibi gözüken yolu tercih etmemiş, daha zorlu olan ama kesin sonuçları olan devrim yolunu tercih etmiştir.”
“Aslında başarının tek sırrı ‘Tek bir yöneticinin (Allah’ın) hâkimiyetine’ çağrıyı, başka hiçbir çığırtkanlığa girişmeden, yanına sosyal adalet, evrensel ahlak, ya da kavmiyetçilik gibi ilave çağrıları karıştırmadan zorlukların en şiddetlisine ve ölüme rağmen direniş göstererek devam edilirse Mekke döneminin başarısı elde edilecektir. Bennâ’nın izlediği metodun aksine Peygamber, davetine sistemin memnuniyetini hiçe sayarak onun otoritesinden ve cahiliye cemiyetine bilfiil bağlılıktan kurtulmayı hedefleyen bir sloganla başlamıştır. Aksi takdirde, aynı Mısır örneğinde olduğu gibi ‘organik bir cahiliye toplumu’ içinde Müslüman Kardeşler gibi sayıları ne kadar çok olursa olsun bu organik cahiliye toplumunu devamlılık sağlayan unsurlarla beslemeye devam eden birer canlı hücreden başka bir şey olamayacaklardı.”
“Bennâ sürekli sistemin içinde yer alarak, bu örnekteki gibi bilerek ya da bilmeyerek zamanla evrilmiş ve cahiliye toplumunun organik bir üyesi olmuş, bu yüzden sisteme karşı direnenleri ilk başta sadece ihraç ederken, son dönemde kâfir olarak ilan etmiştir.”
Bennâ hükümetlere oldukça yumuşak/ılıman bir dil kullanırken, cemaat üyelerini tekfir etmekten çekinmemiştir.
Komünizmle Mücadele Misyonu
Hasan el-Bennâ’nın, Mısır’da komünizmin engellenmesini kendisine vazife edindiği anlaşılmaktadır. Zehra Betül Güney’in tespitiyle, el-Velâ ve’l-Bera hususunda çok sıkı çizgileri olmayan Bennâ, İngilizlere karşı böyle davranırken, Vefd’e karşı güçlenmek için de Amerika ile işbirliği yapmıştır. Bu işbirliğinde elini güçlendirmek için de, Mısır’da komünizmin güçlenmesini gerekçe göstererek, komünizmi batı işgalinden daha tehlikeli bulduğunu, bu tehlikeye karşı savaşmak için Amerika ile işbirliği yapmayı gerekli gördüğünü belirtmiştir. (Acaba o yıllarda ‘bolşevizm’ tehlikesine karşı, ehli kitap Avrupa ve bilhassa Amerika’nın yanında yer almak ve bulunulan ülkenin siyasi rejimine yaltaklanmak bir moda mıydı? Yoksa böyle bir ‘moda’yı küresel güçler ekmek arası katık usulüyle ‘dindar’ yığınlara yedirip, tereyağından kıl çeker gibi operasyonlar yaptılar da, fark mı edilmedi-MD). Bu haliyle Bennâ’nın, Türkiye nurculuğunun Mısır versiyonu olmaktan başka bir sıfatı hak etmediği ortadadır.
“Hükümetin, sarayın ve İngilizlerin bilgisi ve isteği haricindeki cemaatin hiçbir eylemini kabul etmeyen Bennâ…” Amerika’nın Kahire Büyükelçilik sekreteri Philip İrland ile 29 Ağustos 1947 tarihinde ilk görüşmesini yapmış, ikinci görüşmeyi İrland’ın kendi evinde gerçekleştirmiştir. Bennâ, İhvan’dan bazı kimseleri solcuların içine girmek üzere casus faaliyeti için görevlendirmiştir. Amerikan ve İngilizlerden para alınmadığını ileri süren, cemaatin ileri gelenlerinden olan Mahmut Assaf, bu görevlendirmelerde İhvan’ın, söz konusu casus üyelerine aylık beş sterlin maaş ödediğini onaylamaktadır. Amerikalılar Bennâ’dan komünizme karşı koordineli çalışma isteğinde bulunmuşlar. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla hareket eden Bennâ, bu tekliften memnun kalmış, kendilerine istedikleri bilgi ve lojistik desteği sağlayacaklarını iletmiş. Cemaatten bazı kişileri (İngilizler ve Amerikalılarla), birlikte çalışmaları için göndermiş. Ancak Assaf’a göre para alınmamıştır.
Filistin Cihadı
Bennâ 2 Kasım 1937 tarihinde Balfour deklarasyonunun 10. yıldönümü vesilesiyle Mısır’da bulunan İngiltere büyükelçisine bir mektup göndermiş; Filistin davası hususunda kendilerinden bir beklenti içinde olduklarını yazmıştır. Bu mektuptan sonra Mısır hükümetine de ayrı bir mektup yazarak, Filistin davasında aynı beklenti talebini hükümete de iletmiştir.
Bennâ’nın bu girişiminden mesaj çıkartan gençler Filistin davasında cihad eylemlerine girişmek istemişler, Bennâ onları frenlemiş. Kahire üniversitesi öğrencilerini ve bu gençlerin öncülerinden biri olan Ahmet Rıfat’ı da Bennâ engellemiş. Ahmet Rıfat ise, ne kadar frenlense de, nihayetinde Filistin’e gitmeye karar vermiş. Bu kararı, kendisinin Bennâ tarafından ihraç edilmesine mal olmuş. Bennâ Ahmet Rıfat’ı, Filistin’deki İhvan seni tanımaz, seni casus zanneder ve seni öldürürler diye uyarmış. Nitekim Ahmet Rıfat gitmiş ve öldürülmüş. Onu öldürenler ise, İhvan askerleriymiş…
Bennâ Mısır hükümetinin ve halkın ellerinden geleni yaptığına, Filistin için her şeyin yapıldığına kanidir.
Sonuçta Filistin cihadı için gençlerden gelen tazyike Bennâ da, Mısır Hükümeti de daha fazla karşı koyamamış, her iki cenah da İhvan gençlerini Filistin’e göndermek durumunda kalmışlar. Gençler hükümetin izni ile -önce kışlalarda eğitilmişler- sonra Filistin’e on bin gönüllü gönderilmiş. İkinci sevkiyatı hükümet engellemiş. Bennâ da bu karara mutabakat sağlamış.
Ali Aşmavî bunu Bennâ’nın Vefd ve Genç Mısır cemaatine rakip olarak yaptığı; bununla onları zayıflatmak istediği kanaatindedir.
Bennâ, Filistin için bir çözüm bulmaları durumunda, İngilizleri kalben ve fiilen sonuna kadar destekleyeceklerini beyan etmiştir. (Hatıratında). Oysa Bennâ’nın kalben ve fiilen sonuna kadar destekleyeceğini taahhüt ettiği İngilizler, Filistin’de esir düşüp kaçarak kurtulan Abbas Sisî’nin tanıklığına göre, Filistin’de İhvan üyelerini yakalayıp ya Yahudilere teslim etmişler ya da kurşuna dizmişler. Bennâ’nın destek sözü verdiği İngilizler’in, Balfour deklarasyonunu yayınlayan ülke olduğunu da unutmamak gerekmektedir…
Bennâ’nın cemaatine yönelik çok ağır bir itham da şudur: Filistin için toplanan paralar Filistin’e gönderilmemiş, cemaat bu paraları -güya- tebliğ faaliyetleri için harcamış; tebliğin cihaddan daha efdal olduğu gibi bir savunma yapmıştır. Mahmud Abdülhalim Filistin için toplanan paraların hiçbirinin Filistin’e gönderilmediğini, Bennâ ise aksini iddia etmiştir.
Cemaat Arap Yüksek Konseyi’nden de yüksek miktarda meblağlar almıştır.
ÖZEL TEŞKİLAT
En-Nizâmu’l-Hâss, el-Cihâzu’s-Sırrî ya da et-Tanzîmu’s-Sırrî gibi isimlerle anılan Özel Teşkilat ya da Gizli Teşkilat’ın kuruluşu Hasan el-Bennâ döneminde (1938-1943 arası bir tarihte) olmuşsa da, teşkilatı bizzat Bennâ’nın kurup kurmadığı, bir muamma olarak kalmıştır.
Teşkilatın önde gelen isimleri, teşkilatın kuruluş amacını, hükümetlerin başaramadığı cihad olgusunu, silah eğitimi almış özel timlerle gerilla savaşı vererek gerçekleştirmek olarak açıklamışlar. Amacın, İslam hilafetini kurmak olduğu yanında, Arap-İsrail savaşı için cihad timi oluşturmak iddiası da ileri sürülmüştür.
Kimi iddialara göre, Arap Birliği teşkilatı İhvan’a, Mısır’da İslam’ın tebliği alanında harcanmak üzere gönderdiği paralarla, Filistin için toplanan paralar, amaçlarına uygun kullanılmamış, Özel teşkilat bu paralarla silah tedarik etmiştir.
Zaman içerisinde Özel Teşkilat adam öldürme, korkutma ve casusluk gibi işlere bulaşmış. Örgüt, Esad Seyyid Ahmed adlı kişiyi Genç Mısır Partisine casusluk yapması için göndermiş. Uzun bir süreden sonra Esad Seyyid Ahmed partide belirli mevkilere yükselmiş; İhvan’dan çok uzak kaldığı için bu durumdan sıkılmış. İhvan’ın yanına serbest gidip gelebilmek için Genç Mısır’daki yetkililere, İhvan’ın içine girip, onlar hakkında casusluk yapma talebinde bulunmuş. Bu dâhiyane öneriyi çok cazip bulan Parti yöneticileri bu kişiyi İhvan içine casus olarak göndermişler. Ancak İhvan’a geldiğinde artık bu kişinin kimin casusu olduğuna dair ciddi kuşkular oluşmuştur.
Başta Kral olmak üzere, başbakan, bakan, yabancı diplomatlar ve eşleri gibi üst düzey kişilerin gayrı ahlakî ilişkilerini fotoğraf, ses kaydı ve yazılı belgelerle tespit edip arşivlemişler ve bunları cemaatin çıkarları için şantaj malzemesi olarak kullanmışlar.
Teşkilatın başında olan Abdurrahman el-Sindî, Salih Aşmavî, Ahmed Zeki, Ahmed Haseneyn, Ahmed Adil Kemal, Mahmud Lebid, Mustafa Meşhur, Ahmed Malt gibi kilit isimler gizli toplantılar yapmışlar, el bombası, başka patlayıcılar ve türlü silahların eğitimini almışlar, üyelere de öğretmişler. Bu adamların isimleri gizli tutulmuş, karanlık odada silah ve Kur’an üzerine yemin ettirildikleri ileri sürülmüş.
Cemaat’in Susurluk’u
‘İhvan’ın ‘Susurluk’u denebilecek bu örgütün deşifresine, bir jip vesile olmuş. 15 Kasım 1948’de, plakasız bir jip, bir evden birtakım mühimmat ve evrakı başka bir eve nakletmek üzere, İbrahim adlı bir kişinin evinin önünde park etmişken, ev sahibi tarafından ihbar edilir. Jipin içinde birtakım evrak ele geçirilir. Özel Teşkilat ancak bu şekilde su yüzüne çıkar. Bu olayı fırsat bilen hükümet, 8 Aralık 1948 tarihinde, İhvan Cemaatinin terörist faaliyetlerde bulunan bir örgüt olduğunu belirterek, cemaatin bütün şubelerini kapatır, mallarına el koyar, geniş çaplı tutuklamalar yapar, ülke çapında cemaatin her türlü faaliyetini yasaklar. En az dört yüz kişi tutuklanarak sorguya alınır. Üç yıl süren soruşturmadan sonra [mahkeme 17 Aralık 1951 tarihine kadar sürmüş] mahkeme, Bennâ’nın sorumluluğundaki cemaatin hiçbir terör eyleminde bulunmadığına, hedefinin dini yaymak olduğuna karar verir. Özel Teşkilat üyeleri ise cezalandırılır. İşte o dönemde; 28 Aralık 1948 tarihinde Nukraşî Paşa, Özel Teşkilat’ın bir üyesi tarafından öldürülür. Bu hadise bir bakıma, Bennâ’nın öldürülmesine giden sürecin fitilinin de ateşlenmesidir.
Jip hadisesinde parmağı olan zanlılar 10 Aralık 1949 tarihinde hakim karşısına çıkartılırlar. Elebaşlarına yöneltilen suç, Mısır hükümetini devirmeye çalışmak, faili meçhul cinayetler işlemek, Filistin savaşına kaçak olarak katılmak, yasadışı silahlar barındırmak, yabancılara saldırmak, masum insanları öldürmek, kamu malına zarar vermek ve insanların hayatlarını tehlikeye atmaktır.
Nukraşi Paşa’nın öldürülmesinden önce Bennâ Nukraşi’den ve Kraldan eman dilemiştir. İçişleri Bakan sekreteri Abdurrahman Bey Ammar’ın tutanağından aktarıldığına göre, Bennâ içişleri bakanlığını defalarca ziyaret etmiş, Nukraşi paşa ile görüşmek istemiş. Cemaatin bir daha siyasetle asla uğraşmayacağını, sadece hayır işleriyle uğraşan dini bir cemaat olacağını; bütün kalbiyle Nukraşi Paşa hükümetini desteklediğini ve onunla işbirliği yapmaya hazır olduğunu, dilerse cemaatinin siyasi kolunu Vatan Partisine devredebileceğini ve cemaatinin bundan sonraki faaliyetlerine kefil olduğunu belirterek, hükümetle arayı düzelmek istediğini bildirmiş. Ardından Nukraşi Paşaya (vatanperverliği v.b. hakkında) övgüler yağdırmış. Nukraşi Paşa cemaatini kapatsa da ona kızmadığını, karşı gelmeyeceğini, bundan sonra evine kapanarak ibadetle meşgul olacağını söylemiş. Nukraşi’ye dualar ederek, gözü yaşlı bir şekilde bakanlıktan ayrılmış.
Bennâ’nın bu ziyareti defalarca tekerrür etmiş. Kralla da görüşememiş. Sonunda Nukraşi Paşa öldürülmüş. Bennâ da o anda bu paralel yapıyı (Özel Teşkilat) tekfir eden bildirisini yayınlamış. Suikasti, Bennâ’nın sağ kolu olan Abdurrahman Sindi adlı şahıs gerçekleştirmiş.
Bennâ’nın Nukraşi’den eman dilemesi cemaat içinde önemli bir kırılma anı olmuş; Nukraşi’nin öldürülmesinden sonra Bennâ’nın yayınladığı tekfir bildirisi ile bu kırılma adeta zirve yapmıştır.
Bennâ Nukraşi’ye Ebu Cehil lakabını takan gençlere kızmış ve bu lakabı gizlice bile olsa kullanmamalarını söylemiş.
Bennâ’dan sonra Hasan el-Hudeybî, onun yarım kalan işini tamamlamış. Jip hadisesiyle ilgili 60 kişiyi cemaatten ihraç etmiş. Bunu başka ihraçlar takip etmiş. Bennâ’nın yakın öğrencilerinden olan Muhammed Gazalî, Yusuf Kardavî, Salih Aşmavî ve Seyyid Sâbık da (Hudeybî tarafından) ihraç edilenler arasındadır. Gazali ve Aşmavî basına bir bildiri vererek, Hudeybî’nin kendilerini, haklarındaki soruşturmanın neticesini beklemeden ihraç ettiğini duyurmuşlar. Bir görüşe göre Gazali, biat ve ulu’l-emr konusunda Seyyid Kutub’la aynı düşüncede olmasından dolayı ihraç edilmiştir.
1954 yılında Abdunnasır’a suikastı İhvan yaptığı için Hudeybî tutuklanmış ve ifade vermiş. İfadesinde, Özel teşkilat’ı yeniden düzenleyip ehlileştirdiğini beyan etmiş. Özel Teşkilat ikiye bölünmüş ve birbirlerini tekfir etmeye, birbirlerine silah çekmeye başlamışlar. Nasır döneminde hapishanelere doldurulunca bu meseleler de sona ermiş.
Hasan el-Bennâ’nın Özel teşkilatla İlgisi: Hasan el-Bennâ’nın Özel Teşkilat’la ilişkisi tam olarak çözülememiştir. Z. B. Güney, Bennâ-Özel Teşkilat ilişkisi hakkında iki ihtimalden bahsetmektedir. Birinci ihtimal, Özel Teşkilat müstakil hareket etmekteydi; cemaatin paralel yapısı/derin devletiydi. Dolayısıyla Bennâ Özel Teşkilat eylemlerinden ya haberdar değildi, ya da sözü geçmiyordu. İkinci ihtimal ise şudur: Bennâ Özel Teşkilat’ın kurucusudur ama yapılanmadan habersizmiş gibi davranmıştır.
Birinci ihtimal daha güçlü görünmektedir
Bennâ’nın Öldürülmesi
Nukraşi Paşa öldürüldükten sonra başbakan koltuğuna oturan İbrahim Abdülhadi, Bennâ’ya haber göndererek, kendisiyle Genç Mısırlılar’ın binasında buluşup, bir durum değerlendirmesi yapmak istediğini bildirir. Haberi Bennâ’ya ulaştıran kişiler Bennâ’nın binaya gelmesini sağlamışlardır. 12 Şubat 1949 tarihinde Bennâ, belirtilen adrese gelir. Ancak Abdülhadi ya da temsilcileri randevuya gelmemişlerdir. Bennâ biraz bekledikten sonra, taksi çağırarak binadan ayrılır; eniştesi Abdülkerim Mansur ile birlikte taksiye binerken silahlı iki kişinin saldırısına uğrar. Bu iki kişi bir araca binerek kaçarlar. Birileri bunu görmüş, aracın plakasını da almışlar ancak aracın içişleri bakanlığı vekili Mahmud Abdülmecid’e ait olduğu ortaya çıkmıştır.
Başbakan Abdülhadi acaba Bennâ ile buluşma talebinde gerçekten samimi idi de, cinayeti planlayan ‘derin’ kimseler tarafından bir şekilde randevusuna gitmekten engellenmiş miydi? Yoksa bizatihi kendisi bir kumpasın aktörü müydü? Yazar Z. B. Güney’in kanaati, Bennâ’yı hükümet, Sindi’nin adamları ve Genç Mısırlılar cemiyetinin ortaklaşa öldürdükleri doğrultusundadır. İngilizler müslümanı müslümana kırdırmış; Özel Teşkilat’ı Bennâ’nın bildirisiyle; Bennâ’yı da Genç Mısırlılar eliyle ortadan kaldırmıştır.
Kimileri Bennâ’yı hükümetin öldürdüğünü, kimileri de Özel Teşkilat’ın öldürdüğünü ileri sürmüştür. Muhammed el-Baz, Bennâ’nın oğlu Seyfulİslam’la yaptığı bir röportajda Seyfulislam’ın, babasını kimin öldürdüğünü bildiğini, hatta elinde belgeler de olduğunu ama bunu söylemeyeceğini ifade etmiştir. Bennâ’yı Kral Faruk, Başbakan İbrahim Abdülhadi, siyasi polis ve İngilizler de öldürmüş olabilirler ama en çok şüpheyi Özel Teşkilat çekmektedir. Özellikle Bennâ’nın, en yakın adamlarından olan Abdurrahman el-Sindi’yi azledip, yerine Seyyid Fayiz’i tayin etmesinden hemen sonra cinayetin işlenmesi dikkat çekicidir. Tilmisani de Sindi’nin sanki Bennâ’nın üzerinde bir lidermiş gibi hareket ettiğini yazmış. Sindi’nin adeta cemaatin derdin devleti olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştır.
Katil zanlıları yakalanmış ve birkaç sene hapis yatarak, sağlık gerekçeleriyle salıverilmişlerdir. 12 Şubat 1949 tarihli el-Ehram gazetesi Bennâ’yı Özel Teşkilat’ın öldürdüğünü yazmış. Gazetenin ortaya koyduğu gerekçe, hafife alınmayacak türdendir: Bennâ tekfir bildirisinden sonra Özel Teşkilat’ın cephanesini ve isimlerinin listesini hükümete bildirmek üzere araştırma yapmaya başlamıştı.
Mısır’da Davet, İngiltere’de Times gazetelerine göre Bennâ çok sayıda ölüm tehdidi almaktaydı. Hapishaneden gönderilen bir mektupta, eğer bu bildiriyi [tekfir bildirisi] baskı altında yazmamışsa, bedelinin çok ağır olacağı söylenmişti.
Hem İhvan’ı, hem de Bennâ’yı bitiren en önemli amillerden biri, sözü edilen Özel Teşkilat’ın 1946’dan sonra tırmanışa geçen terör faaliyetleri olmuştur. Bu eylemlerle birlikte cemaat İngilizlerin, Sarayın ve Vefd’in desteğini temelli yitirmiştir.
Bennâ, ölümünden önce bu aşırıcı uçları tekfir eden bir beyanname yayınlayarak, terörist ve radikal damgasından kurtulmak istemişse de, bu pek fayda etmemiştir. Hükümetin, joker durumundaki İhvan’a artık ihtiyacı kalmamıştır.
Bennâ’nın tekfir bildirisinin ortaya çıkardığı sonuçlar:
1.Bennâ kendi eliyle, hükümet, saray ve İngilizlerin öteden beri İhvan’ı yaftalamak istediği sıfatı kendisi yapıştırmış oluyordu.
2.Cemaatin radikal tabakası afallamış, daha derin bölünme ve huzursuzluklara sebebiyet vermiştir.
3.Bennâ cemaatin muhafazakâr kesiminde, direniş çizgisini terk etmiş olarak görünmüştür.
4.Cemaatin doktriner bir kriz yaşadığı tescillenmiştir.
5.Sistemle baş edilemeyeceği sanki onaylanmış, sistemin karşısında duranların uğrayacağı akıbet Bennâ’nın kalemiyle cemaatine iletilmiştir.
ELEŞTİRİLER
Söylem-Eylem İlişkisi
Zehra Betül Güney kitabında sıklıkla Hasan el-Bennâ’nın ta ilk baştan itibaren söyleminde radikal, eyleminde daha uzlaşmacı, ılımlı ve statükocu olarak ortaya çıktığını vurgulamaktadır. Bennâ 1940’larda siyasete ısınmış. İhvan ise Bennâ’nın bu kusurunu her fırsatta, hani siyasete hiç girmeyecektik, işimiz sadece tebliğ olacaktı mealinde, yüzüne vurmuş.
Bennâ zaman zaman, bir şekilde İhvan’la yolları kesişmiş, kimisi uzun yıllar cemaat içinde kalmış kimselerce ‘iki yüzlü’ ve hatta ‘münafık’ gibi ağır ithamlara maruz kalmıştır. Bundan daha hafif olmakla beraber, önemli eleştiriler de yapılmış hakkında. Mesela Ahmed Sukkeri şöyle demektedir: Bennâ, gazeteciler kendisiyle röportaj yaparken hasır üstünde poz veriyor. Oysa diyor Sukkeri, Bennâ’nın üç tane daha oldukça lüks evi var. Böyle bir poza neden gerek duyuyor? Bennâ direniş cephesine katılmayarak, vatanı bölmek isteyen düşman cephesine (İngilizler) yardımcı olmuştur diye de ekliyor.
En-Nezîr gazetesinin sahibi Mahmud Ebu Zeyd Osmanî 1940 yılında cemaatten ihraç edilmişti. Osmanî, Bennâ’nın kâfirlerle dost olduğunu ve kâfirlerin hâkimiyetindeki hükümetlere yarandığını yazmıştı. 16 Şubat 1940’ta yayınlanan bir makalesinde, İslam’ı ve Peygamber adını kendi menfaatleri için kullandığını, İslam’ın prensiplerini çiğnediğini ifade etmişti. Hüseyin Yusuf 18 Mart 1940 tarihinde benzer suçlamalar yapmıştır.
Bennâ’ya en ağır eleştirileri yönelten hiç kuşkusuz Seyyid Kutub’tur. Kutub Bennâ’yı ve cemaatini en sivri kelimelerle eleştiren birisidir. Kutub’un bu sert eleştirisinin sebebi, ona göre cemaatin bir putunun olmasıdır. Çünkü Kutub’a göre mü’min, putların (İslami olmayan hükümetler ve kanunların) hakim olduğu topluma iştirak etmemeli ve boyun eğmeyeceğini açıkça haykırmalıdır. Gerçek Müslüman puta tapan toplumdan kesin olarak ayrılmalı ve onların ait olduğu cahiliye sistemini benimsemediğini açıkça dile getirmelidir. Aksi takdirde o kişi de cahiliye toplumunun bir parçası olup, onun yaşamasına destek olan canlı bir hücre olmuş demektir.
Seyyid Kutub’un Cemal Abdunnasır’ı tekfir ettiği malumdur. Bu tutumundan dolayı Ezher uleması da Kutub’u tekfir etmiştir. Hasan el-Hudeybî de Kutub’u ve Mevdudi’yi, zalim hükümdarları tekfir ettikleri için tekfir etmiştir.
Oysa, Özel Teşkilat’tan olup, Nasır döneminde nice yıllarını hapiste geçirmiş olan Ali Aşmavi, Yoldaki İşaretler kitabıyla ilk defa Müslüman olarak bilinen bir toplumun ve sistemin kâfir olma gerçeğiyle karşı karşıya kaldığını belirtmiştir.
Bennâ’dan sonra İhvan’ın Genel Mürşid’i olan Hasan el-Hudeybî, hapiste iken yazdığı ‘Davetçiyiz, Yargılayıcı Değil’ kitabını Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’ine reddiye olarak yazmış; daha doğrusu yazdırılmıştır. 1960’lı yıllarda İhvan hareketini bastırmakla görevli olan Mısır Emniyet Teşkilatının başkanı General Fuat Allam, kendisiyle 2003 yılında yapılan bir röportajda, söz konusu kitabı Hudeybî’ye, tekfirci grupların radikalliklerini törpüleme hedefiyle kendilerinin yazdırdıklarını ifade etmiştir.
Bennâ’nın ılımlı yapısı cemaate damgasını vurmuştur. Öyle ki, kendisinden yıllar sonra, onun postuna oturan üçüncü Mürşid Ömer Tilmisanî, Enver Sedat’ın tıpkı Hz. Osman gibi masum olarak öldürüldüğü beyanında bulunmuştur.
İhvan cemaati özetle kimseyle husumete/çatışmaya girmemiş; ılımlı yapısıyla, Allah ile korkutan değil, ‘sevindiren’ diliyle cazibe merkezi haline gelmiştir. Ama bu vasfı aynı zamanda cemaatin açmazını da teşkil etmiştir.
Bennâ’ya yöneltilen eleştirilerden biri de, faizli Mısır bankalarında çalışmaları için İhvan’ı teşvik ettiği iddiasıdır.
CEMAAT’LE FETÖ ARASINDA KURULABİLECEK BENZERLİKLER
-İhvan-ı Müslimîn Cemaati devlete ters düşmemiş; ulusal şiarları yüceltmekten imtina etmemiş, gelişip büyümesinde vatan-millet edebiyatının büyük katkısı olmuştur. Sistem her daim cemaatin önünü açmış, takoz koymamıştır. Okullarına yardımlar yapmış. Hiçbir şubesine resmiyette sıkıntı çıkartılmamıştır. Hatta İngiltere gibi ülkelerin de bu anlamda desteğini almıştır. Bu yönüyle FETÖ’yle aralarında büyük bir benzerli söz konusudur.
-Bennâ siyasete hiç bulaşmayacağız, tamamen siyaset üstü bir çizgi izleyeceğiz diye yola çıkmasına rağmen, siyasetin tam merkezinde eğleşmiştir. Bu yönüyle ve hele de ileriki yıllarda ‘Gizli Teşkilat’ olarak bilinen yapının ülkede yaptığı karanlık işlerle FETÖ’ye oldukça benzemektedir.
-İngilizler, Mısır hükümetleri ve Saray, (ılımlılık, halkı rejimle barışık tutma gibi faktörler sebebiyle) kendisine ihtiyacı olduğu sürece İhvan’ı el üstünde tutmuş, gerekli olan imkânları önüne sermekten asla çekinmemiştir. İhtiyacı kalmayınca ise ne sayısallığına bakmış, ne devasa büyük teşkilat yapısına, ne de cemaatin/Bennâ’nın ılımlı yapısına bakmıştır. İhvan’ın sonu, FETÖ’nün akıbetine benzemiştir.
-1948 yılında cemaatin kapatılma kararı alındığında, polisin cemaat aleyhinde ciddi bir kayıt tutmadığı anlaşılmış. Türkiye’de de devlet 15 Temmuz’da büyük bir şok yaşamasına ve FETÖ’yü en ileri düzeyde lanetlemesine rağmen, elinde örgüt aleyhine tutulmuş doğru dürüst bir dosya olmayışının ezikliğini yaşamıştır. ABD ve Avrupa devletlerinin, FETÖ aleyhinde kanıt isteme restine bile, “bundan iyi kanıt mı olur!” diyerek, sadece 15 Temmuz hadisesini göstermek gibi bir acziyet içine düşmüştür.
-Bennâ siyasilerin (kral/başbakan/bakan) namaz kılmasını o kadar abartıyor ki, adeta bu siyasilere yönelik, “namaz kıl, dilediğini yap!” mesajı çıkıyor. Türkiye’deki iyi günlerinde FETÖ lideri de böyle konuşuyordu.
-Bennâ’nın FETÖ’ye en çok benzeyen bir özelliği, komünizmle mücadele misyonudur. Amerika ve İngiltere hükümetlerinin, komünizmi gösterip, kendi emperyal hedeflerine razı eden şeytani oyunlarını İhvan da görememiş, komünizmle mücadele adına İhvan sağcılaşmış, İslamî çizgisini kaybetmiştir.
-FETÖ’ye Yahudi örgütleri kitap yazdırmışlardı; Hasan el-Hudeybî’ye de Mısır Hükümeti ‘Duatun Lâ Kudât’ kitabını yazdırmıştır.
-FETÖ, birtakım toplantı ve organizasyonlarını en pahalı, en gözde, en prestijli mekanlarda yapmaya çok özen gösteriyordu. Böylece, tapındığı ilahlarını razı etme amacı güdüyordu. Kitlelerin bu görsellikler karşısında adeta büyülendiği, kitlesel aklın adeta dumura uğradığı malumdur. Aynı hastalığın İhvan cemaatinde de nüksetmesi üzüntü vericidir.
-FETÖ gibi Bennâ da, Mısır yönetimi ya da İngiltere hükümetinin kendileri hakkındaki övücü sözlerinden memnuniyet duymuştur.
-FETÖ, S. Demirel’den Ecevit’e, Mesut Yılmaz’dan Tansu Çiller’e ve darbeci generallere varıncaya kadar hemen tüm laik lider ve güçlerle ilişkilerini hep iyi tutmuş, olağanüstü derecede yaltaklanmıştır. Bennâ’nın da benzeri bir tutumu Mısır’da sergilediği anlaşılmaktadır.
-Yayıncılık ve okullaşma uğrunda, birtakım sabit ilkelerle değil de, faydacı kaygılarla hareket etmesi yönüyle FETÖ’ye benzemektedir.
DEĞERLENDİRME
Size, bir bilimsel çalışmayı, genç bir akademisyen hanımın doktora tezini özetlemeye çalıştım. Bu kitaptan edindiklerim çerçevesinde bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Zehra Betül Güney’in kitabında işlediği tezlerin tartışmaya açık olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Her beşeri ürün gibi bu kitabın da isabet ettikleri yanında, etmedikleri de olabilir. Zaten bir akademisyen hiçbir zaman, ortaya koyduğu tezinin mutlak doğruları içerdiği ve tartışmaya kapalı olduğu iddiasında bulunmaz. Aksine, akademik çalışmanın en güzel tarafı, bir tezin tez olabilmesi için oldukça ciddi aşamalardan geçmesi, alanında yetişmiş, kıdemli hocalardan oluşan jüri huzurunda savunulmuş olmasıdır.
Zehra Betül Güney’in kaynakları ve kaynaklardan yararlanma yöntemi şüphesiz önemlidir. Ama bu kitapta verilen bilgilerin aksine bir hakikat tespit etmiş olanların, bunu ortaya koymaları beklenir.
Güney’in kitabı bize çok farklı bir Hasan el-Bennâ portresi çizmektedir. Burada çizilen portreye baktığımızda belli başlı, altı çizilmesi gereken hususiyetler bulunmaktadır.
1.Hasan el-Bennâ evet, Mısır’da sayısal ve sosyolojik anlamda oldukça ‘büyük’ bir cemaat oluşturmuştur ama Bennâ’nın, ölümü/hayatı pahasına vazgeçemeyeceği, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek ilkelerinin olmaması, onun düşünce ve hareketinin en büyük kusurudur. Zaten yüzyıllardır biz Müslümanların, iman ettiğimiz değerlerimiz uğrunda bir arpa boyu bile yol alamayışımız, işte bu ilkesizliğimizdir. Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir kısacası.
2.Üzülerek şahit oluyoruz ki, Hasan el-Bennâ, kelimenin tam anlamıyla faydacı (pragmatik) davranmıştır. Oysa Allah’ın Dini uğrunda kalıcı, kendimizden sonraki nesillere güzel örnek olacak bir düşünce ve hareket pratiği geliştirmek biz müminler için, hayatımızın en büyük serveti olacaktır.
Müslümanlar olarak, önce ‘kızıl elma’ mevkiine ‘fayda’ (pragma)yı yerleştirir ve bütün düşünce ve hareket hattımızı ona göre belirlersek, daha baştan Allah’ı değil, çıkarı/yararı/faydayı/geçici ve değersiz olanı/çok az bir pahayı Allah’a, Allah rızasına, hayra, kalıcı ve en büyük paha’ya tercih etmiş oluruz. Bizler sonucu tayin etme mertebesinde değiliz; sonucu tayin etmek Allah’a mahsustur. Hasan el-Bennâ’nın ve bizlerin iman ettiğimiz Allah, elçisine, sen sadece tebliğ et; sonucun ne olacağını kaygı etme buyuruyordu. Sonuç Allah’a aitti, o gün de, bugün de.
Hasan el-Bennâ Mısır Krallık sistemiyle, Mısır hükümetleriyle ve Mısır’a dışarıdan hükmeden İngilizlerle v.b. ilişkilerini ‘iyi’ tutup da, onları memnun etmesinin ödülü olarak çok kısa sürede cemaatinin çığ gibi büyümesi, şube sayılarının adeta patlama yapması, insan sayısının 1948 yılında bir milyona baliğ olmuş olması acaba İslam adına bir kazanç mıdır, kayıp mı?
Bu kitaptan anladığımıza göre Bennâ’nın ayağı ilk kez, ilk camilerini yaptıklarında, işgal güçlerinin kanal Müdürü, bir Fransız’dan beş yüz Sterlinlik bağışı almasıyla kaymıştır. Demek ki, bazı çok hassas ilkeler bir kez ihlal edilmekle bir şey olmaz değilmiş, su, önündeki bendi çok küçük bir yırtıkla deler, kısa sürede o küçük yırtık büyük bir yıkıma dönüşür.
Üç yıl öz babalarının, amca ve dayılarının boykotuna maruz kaldığı halde, bir kere bile onlardan merhamet dilenmeyen Rasulullah’ın ve müminlerin sîretini Hasan el-Bennâ’ya kimsenin hatırlatması gerekmezdi; o bu bilgilere fazlasıyla sahipti. Fakat demek ki mesele, bilgi birikiminden daha farklı bir durumdur. Mesele, bu bilgilerden nasıl bir usûl/metod çıkartacağımız, Rasulullah’ın siîretini bugünümüze nasıl bir usulle taşıyacağımızla alakalıdır.
İslamilik iddiasındaki bir liderin, hem de Mısır’a bizatihi doğrudan vaziyet eden kâfir bir devletin bir memurundan, cami gibi sembolik anlamı da çok büyük bir yapıya bağış kabul etmesi, izahı mümkün olmayan bir olaydır. Demek ki Bennâ, mescid-i dırâr hadisesini de anlamamış görünmektedir.
3.Bu maddenin bir devamı olarak, Bennâ ve cemaatinin, “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesizliğiyle, İngilizlere karşı Almanları, Almanlara karşı İngilizleri tutmak, Alman yöneticilerle görüşmeler yapmak ve yardımlar almak gibi siyasi ilişkilerini İslam’ın herhangi bir yerine koymak ve İslam’ın herhangi bir ilkesiyle izah etmek imkân dışıdır. Bu ilişkiler mide bulandırmaktadır. Zehra Betül Güney bu meseleyi, el-Velâ vel-Berâ (müşriklerden beri olmak, müminlerle dostluk) ilkesiyle tenkid etmektedir.
4.Hasan el-Bennâ sisteminde, Seyyid Kutub tarzı bir ‘akîde davası’ bulunmamaktadır. O, toplumu tanımlamaktan ya yukarıda özetlediğimiz yapısı gereğince kaçınmış, ya da kendisinde böyle bir düşünce gelişmemiştir. Yani düşüncesi böyle bir tanımlamaya yetmemiştir. Bennâ, Krallara, başbakanlara, Fransız bürokratlara ve İngiliz hükümetine karşı bu kadar hoşgörülü, hatta hoşgörünün de ötesinde, onlara yaranmaya çalıştığına göre, halkın din anlayışını sağlıklı şekilde analiz etmesi beklenemezdi. Kralı “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlayan bir Müslüman öncünün, cahiliye toplumu-İslam toplumu gibi kavramsallaştırmaları tabi ki olmayacaktı.
5.Zehra Betül Güney, kitabında esas olarak, Hasan el-Bennâ ve İhvan benzeri cemaatlerin düşünce ve hareketlerindeki bu ölümcül zaafların, selefi düşüncenin ana rahmi olan ya da selefi düşüncenin beslendiği kelamî/fıkhî hükümler olduğu kanaatindedir. Mesela Ahmed b. Hanbel’in (ki bütün hadis külliyatında bunu bulmak mümkündür), sahabe neslini kutsayan rivayetleri bu hükümlerin de me’hazı durumundadır. Çözüm olarak yazar, bu mirasın sıkı bir şekilde süzgeçten geçirilmesini, yanlış telakkilerin (Kur’an’la) tashih edilmesini önermektedir.
Öyle zannediyorum ki Zehra Betül Hanım, bundan sonraki makale ve kitaplarında bu konuyu enine boyuna işleyecektir.
6.Bennâ’nın demokrasi ve laikliğe karşı ilkeli ve köktenci bir reddiyesi söz konusu değildir. Hükmetme yetkisini Allah’a değil, beşere tahsis etme düşüncesi olarak demokrasi ve laikliğe karşı tavır koymamak, İslamîlik iddiasını bitirmeye yeterlidir.
7.Bennâ, birtakım ilkesel tartışmaların da ötesinde, ahlakî olarak en ciddi ikinci hatasını eniştesi Abdülhakim Abidin’i açık bir şekilde korumak ve onu koruma adına, kendi en yakın dava kardeşlerini harcamakla yapmıştır.
8.Bennâ’nın, cemaat üyelerinden mutlak itaat beklemesi, bir ‘teşkilat’ mantığı içerisinde makul görülebilir. Lakin bu itaat kültürünün, liderin kişisel hevesleri, yakın akrabalarını kayırma ve istişareye kulak tıkayan, ‘örgütçülük’ hevesine hizmet edici olmaması icap eder.
9.Nukraşi Paşa’nın öldürülmesinden kısa süre önce Bennâ’nın Nukraşi’den ve Kraldan eman dilemesi son derece vahimdir. Bir İslamî şahsiyet, resmî makamlar karşısında vakarını bu kadar yitiremez. Müminler için izzet sadece Allah katındadır.

Sözümüzü bitirirken, Hasan el-Bennâ ve İhvan cemaatinden alacağımız çok ibretler bulunduğunu böylece bizlere hatırlatmış olan yazarımız Zehra Betül Güney’e teşekkür ediyorum.