İnsanoğlu, ihtiyaçlarının temininde hayatını kolaylaştırma yolunu aradığında, trampayı buldu. Derken, temel ihtiyaçları bulup buluşturmadauzmanlaşmayı takiben, gücü gücüne yetenlerin sivrilmesiyle birlikte, organize topluluklar oluştu…
Güç- kuvvet ve pazu sahipleri, çevresini kendi güdümüne alırken, kuvvete dayalı düzenli cemiyet hayatının da temeli atıldı. Guruplaşma, sınıflaşma ve disiplinde “dediğim dedikçi” sosyal düzenli hayat tarzından demokrasili günümüze doğru yol alındı…
Düzenli kurallı hayat tarzında toplumun hep birlikte ürettiği değerler, klan arasında nasıl ve hangi ölçüye göre dağıtılacaktı? Günümüz lisanında “Gelir Dağılımı problemi” denilen mesele ortaya çıktı…
Toplumda, erkekler ve dişiler, gençler ve yaşlılar ve bu minval üzere, sınıf ya da guruplara ayrılmalar başladı. Bu ayrışma, tek hücreli amiplere benzercesine kendi içinden ikiye bölünmeler ve yine bölünmeler…
Bir tarafa, temel ihtiyaç maddelerini, kaynaklarından toparlayarak köyün, klanın, kasabanın ya da aşiret veya ULUSUN ortak deposuna, hazinesine getirenler terleyerek yere yığılırken; diğer tarafta kasabanın ya da ülkenin veya devletin idari ve sosyal hizmetlerini üstlenenler bir araya gelerek sınıflaştılar…
Burasını bir daha tekrarlayalım,
Pay dağıtımında milli zenginliği, serveti ve kazancı “Hazineye getirenlerler” ki bunlar, çalışanlardır, ekip biçenlerdir, ocağı körükleyip demiri dövenlerdir, silahı omuzlayıp sınırları koruyanlar gibisinden ter dökenlerdir. Bir de bunlara ilaveten “hizmetleri üstlenenler” vardır. Projeleri yapanlar, kanunları kuralları koyanlar. Demir dövücülere sermaye verenler vs, vs gibi terlemeden, az ter dökerek yaşayıp gidenler, gibi…
•
Modernleşerek devlet haline gelen organize toplumun ürettiği ortak değerin paylaşım safhasında “bazıları”, kanun nizam vekuralların kendilerine verdiğinden daha fazlasını isteyebilir. Bunlar, pek büyük kalabalık bir gurup oluşturabileceği gibi, küçücük ailevi bir guruptan öteye gitmeyebilirler de. Hatta ter döküp dökmediğine bile bakmaksızın, hazineden çok büyük bir parçayı da isteyebilir, yönetimdeki ayakları vasıtasıyla alabilirler de…
Yakın günlerimize dek ülkemizin bölüşüm dağıtım şeması hep böyle değil miydi?…
Sokağın manzarasına bakarsanız, arzu edilen, istenilen ve siyasanın da hedef aldığı sosyo politik hedefe ulaştığımız söylenemez. Amma, akıllı telefonların ilk mekteplinin eline düşmüşlüğü de bir gerçektir. Gerçektir amma, geleceğimiz bakımından güven verici ve inandırıcı hiç değildir…
Toplam milli gelirin çok büyük parçasını haksızcasına koparıp alan azınlığın götürdükleriyle, uçkuruna dek terlettiği büyük kitleye adil paylaşım adına terk ediverdiği, nispetlenmeye dahi gelemiyecek ufacık artık pay, ne işe yarar ki!
Yıl başlarında Noel baba hediyesi olarak, işçi başına helalindan birer asgari ücret…
•
Döktüğü terin hiçliği, altına elini soktuğu taşın hafifliği ve göze aldığı risklerin değersizliğiyle oranlanamaz ölçüde milli gelirden devasa büyük payları kopartanlar, bunları ülke kalkınması için hayati değer taşıyan tasarruf silahına dönüştürebilecekleri gibi, vatanın bekasını düşünmeksizin, gönül huzuruyla lüks tüketimlerinde de harcayabilirler…
Niteliğiyle niceliği bakımından günümüzü andıran vakti zamanın birinde, İsmet İnönü sanki bugünlere söyler gibi, şöyle konuşur…
“Şimdi iktisadi açığın asıl güç olan milli kısmına geliyorum. (Devlet ve millet hayatında kendi menbaına kifayet etme endişesi. İşte asıl büyük tedbir budur.MİLLET, kendi istihsalinden fazla sarfetmeyerekKANAATKAR bir hayata girmek MECBURİYETİNDEDİR.Bin belaya karşı koyan bin musibeti ezip yenmek ile meydana çıkan milli maişeti temin edememek yüzünden tehlikeye DÜŞÜRÜLMEYECEKTİR. Aklı eren bütün vatandaşların şuurunu uyandırmak ve bu uğurda devletin bütün kuvvetlerini harekete getirmek kati kararımızdır)”…(Meclis zabıt ceridesi 12 Aralık 1929)…
Peki nasıl ulaşacaktı kararını verdiği bu hedefe?…
“Halkı israfla mücadeleye, hesaplı ve tutumlu yaşamaya alıştırmakla. Yerli malları tanıtmak sevdirmek ve kullandırmakla. Yerli malların miktar ve çeşitlerini çoğaltarak artırmak, zarafet itibarıyledışarının seviyesine getirmek ve fiyatlarını da ucuzlatmakla”…
Vah benim köse sakalım
O tarihten bu yana 90 yıl geçmiş. Evveliyatıyla birlikte bunun 40 yılı tanrı uludur’lu olup, kendilerini solcu sananların baskı yılları; 50 yıllık yarım asrı da, “Allah’ü Ekber” motifli abdestli kapitalizmle…
Beğenilsin, beğenilmesin, doksan yıllık idarelerin millete ortak ikramıdır, yaşadıklarımız
Anaların, ağlayan çocuklarını sorumsuzcasına ellerine tutuşturduğu cep telefonlarıyla avutabildiği, ekranlarında her türden ahlaksızlığın, israfın, kan dökücü şiddetin ve sadakat yerine ihanetin harmanlandığı şu sahte demokrasi ortamında, ayrıca soğan ve buğday ithalatına ilaveten kısa süreliğine de olsa gümrükleri sıfırlanmış salçalık domatesi de ekleyerek, haydi gelin İnönü’yü dinlemeyelim bakalım…
Dinlemeyiz, dinleyemeyiz, çünkü:
Matluba uygun düşmediği için dinlenmez, dinlenemez ve dinlemeyiz…
Oysa, resmi ulusal kumar şirketimizin cazgırları yılbaşlarında avazı çıktığınca bağırıyorlar…
“Bana çıkmaz deme, belki sana da çıkabilir”…
Zira, Laisizmin kalkınma hesabında, “Ne kadar çok bilet, kumar bileti satış, o nispet hızlı ve yüksek kalkınış”…
Gel velakin, İnönü “kanaatkarlık” tavsiyesinde bulunurken pek de tahmin etmiyoruz, sanmıyoruz ki, fikrinin kaynağını Efendimizin ışığından almaktaydı. Öyle veya değildi. Haydin o zaman buyurun, minarelerinden Allah-ü Ekber’lerin yankılandığı günümüzde O’nun ışığında, kaatkarlığa başlatılalım ;
Yamalı çorap giydirebilir misiniz, israfla mayalanan bu millete? Kahve keyfine gelelim. Nohut kahvesi içerdi bu millet, kavrulmuş nohut danelerinden çekilen kahve. Yedek yakalı ve yedek kolağızlı Frenk gömleğinin ismini cismini görüp işitmişliği var mı, yaya yürümesini unutmuş bu yeni neslin!
Zengini fakiriyle, açıklısı ve kapalısıyla, dinlisi dinsiziyle, erkeği kadınıyla, yerlisi yabancısıyla velhasılı kelam, topyekun halk ve milletçe alıştık gidiyoruz,
Öte tarafı düşündürmeyen bu dünyanın zevki sefasında…
•
Büyükçekmece ve civarındaki kıyılara sarkmış yerleşim alanlarında evler, silme üç-dört katlı olup, dört cihetinde de bodur fidancıklarla yeşillenmiş küçücük küçücük bahçecikli hepsi de. İlginçtir, Cuma günleri bütün cami ve mescidlerine namaza gelenler, dışarılara taşıyor…
Bir başka tuhaflık, hepsinde de belediyelerin, CHP’li oluşu…
Soruyorsunuz, “Niye böyle?…
“Cevapları daha düşündürücü ve anlamlı”…
Özlerinde buralarda halk muhafazakar yapılı. Eğer reylerinde de muhafazakar olsalarmış, halkın hava alabileceği boş bir alan kalmayacakmış, oralarda…
•
Ne var ki, kolay tarafından aklın kavrayamayacağı asıl tuhaflık bir başka konuda…
Beylikdüzü’nde belediye CHP’nin. Metrekaresine düşen yüksek kuleli gökdelen sayısına eş bir başka Beylikdüzü benzeri, gökdelenler dünyası denilenABD’nin Newyork’unda bile yokmuş…
“Kendini solcu sanan CHP”, önümüzdeki mahalli seçimlerde İstanbul Şehreminliğine ‘Gökdelenci İmamoğlu’nu aday göstermiş…
Allah’ü Zülcelal, İstanbullunun yardımcısı olsun…
Eğer kazanırsa, kesin kes ‘Büyükçekmece, Gürpınar ve Yakuplu’ ilçelerinde ara bakalım bulabilirsen dört yanı bahçeli kat sayısı düşük bir ev…
Mezarlıklarına bile kule dikilir…
Daha açıkçası, yeşillenmiş bir nefeslik boş alanı bul da bayram eyle…
Yeni Akit / Atilla Özdür