Önce ağladım. Dört metre kare alana serilmeye çalışılmış, alanın neredeyse iki katı olan eski, kirli halıya gözyaşlarım döküldü. Namazım bozuldu mu? Bilmiyorum. O sıra namazımın bozulup bozulmadığını düşünemeyecek halde idim. Ağlıyordum ölümüne ağlayan bir insandan daha farklı değildi haleti-i ruhiyem.
Rahmetli hayatta iken. Burası henüz restore edilmemişken. Eski bir taş bina iken. Üst katta kütüphanenin hemen yanında kılardık namazımızı. Yine öyle zannettim.
Bina restore edilmiş, giriş katı olabildiğinde cicili bicili hale getirilmiş. Kırk çeşit tatlının muhatabını beklediği “Turkish delights”, yerli yabancı turistlerin nazarına sunulmuş…
Her şey ne kadar da güzel, parlak, yeni ve cilalı…
Üst kata doğru meyledince, kurumun emektarı ardımdan yetişti. “Hocam” dedi “burada şey ediyoruz ARTIK.”
ŞEY. ARTIK.
Gösterdiği yere baktım.
Bakmadım dağıldım.
Dağılmış bedenimi,
Bedenimden çıkan kalbimi,
Kafatasıma isyan eden beynimi, dışarıda bırakıp prefabrik malzeme ile kapatılmış merdiven altına girdim.
Mezara girer gibi girdim. Dünyadan vazgeçer gibi girdim.
Buradan sağ çıkmazsam, hüznünden ölenler şehit olur mu tartışmalarına vesile olurum belki diye girdim.
Hüzünden ölünmüyormuş, ölünseydi çoktan ölmüştüm.
Henüz restore edilmiş tarihi binanın merdiven altı “mescidine” nasıl sığacaktım? Kalbimi dışarıda bırakarak. Beynimi dışarıda bırakarak. Gözümü, kulağımı dışarıda bırakarak. Bıraktım.
Beni insan yapan ne varsa dışarıda bıraktım. Zikreden otlar gibi sallandım durdum, iki metre karelik zeminde en az iki katı büyüklükteki eski kirli halının üstünde. Vakitsiz rüzgar yemiş ekin gibi sallandım, eğildim de doğrulamadım.
Haksızlık etmeyelim, mescidin mekanına yapılan saygısızlık, tabelasına gösterilen “itina” ile düzeltilmeye çalışılmıştı. İki metre kare merdiven altı için “pek sanatkarane” bir “tabela” hazırlatılmıştı.
Tabela çağı.
Açıl susam açıl.
Okulların kapısına tabela çakıyoruz Anadolu lisesi oluyor. Marketleri boşaltıp tabela çakıyoruz özel üniversite oluyor. Merdiven altını kapatıp tabela çakıyoruz mescit oluyor.
Bu kadar ağlayarak kıldığım bir namazım olmuş muydu? Ya da kıldığım namaz, namaz olmuş muydu? Gözyaşımın ve dahi namazımın içinde kop koyu bir dünya, gözlerimden akan yaş halıya düşüyor, ama beni temizlemiyordu.
“Ölümümüze” ağlıyordum, ağladıkça feraha ereceğime daha çok daralıyordum.
Sonraki günler ağlamaya devam ettim. Merdiven altı üretim, sahte yelekler kaç mültecinin canını aldı.
Merdiven altı üretim, merdiven altı ibadet. Daha sırada kim bilir neler var merdiven altına girecek.
En ferah, en temiz mescidler alışveriş merkezlerinde lavaboların kenarına iliştirilen “mescidler”.
Pek “dindardık” artık.
Artan “dindarlığımız” imanımızı değil ama kapitalizm ile muhabbetimizi gittikçe kavileştiriyordu.
Yeni Şafak / Fatma Barbarosoğlu