- Asırlar, yıllar, aylar ve günler gelip geçmesin ki, ahlak/din denen olgu insanoğlu için bir tartışma, anlama/anlamlandırma veya bir hayat tarzı ve davranış biçimi olarak gündemdeki yerini korumuş olmasın. Uğruna verilen nebevi mücadeleler başta olmak üzere nice savaşlar verilmiş, nice kitaplar kaleme alınmış ahlaka dair. Hatta antik Yunan filozoflarından tutun günümüze gelinceye kadar nice İslam filozofu/düşünürü, âlimi ve aydını kafa yormuş ve alternatif tanımlamalar yapmışlar ahlak konusunda. Kimileri ahlakın doğuştan geldiğini yani fıtri olduğunu söylerken, kimileri de sonradan edinildiğini savunmuşlardır. Hatta bazı âlimler kendi dönemleri içerisindeki şartları da göze alarak sultanların/kralların ahlakını halkın ahlakından ayırma gereği duymuşlardır. Ve bu konuda farklı bir fasıl açmışlardır ahlaka dair. Bu farklılık o kadar ileri boyutlara taşınmış ki birçok krallıkta olduğu gibi orta çağ yönetim sistemlerinde de sultanlar tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak kabul görmüş ve sultanlara olağan üstü bir statü/yetki/güç verilmiştir. Dolayısıyla tanrının yeryüzündeki temsilcisi olan kralın ahlakı halkın ahlakından farklı olmalıydı onlara göre. Öyle de oldu. Mesela cömertlik bir ahlaksa cömertlik konusunda sultan en tepede olmalıydı.
Ahlak dediğimiz şey aslında giriş kısmından da anlaşıldığı gibi insanla yaşıt bir davranış biçimi. Fakat İslam toplumunda, Hz. Muhammed’in (sav) de ahirete irtihalinden bugüne kadar geçen zamana bakınca modernizmin de etkisiyle birçok İslami kavramda olduğu gibi ahlak kavramı da anlam kaymasına maruz kalmış ve dinden koparılmaya çalışılmıştır. Ki içtimai hayatta bu kopuşu rahatlıkla görebiliyoruz. Ahlakın dinden koparıldığına daha uç bir örnek verecek olursak, zatın birisi; bana dindarlığını değil insanlığını göster, diyerek ikiz kardeş olan dini ve ahlakı birbirinden koparmıştır. Halbuki bizim insanlığımız tamamen dinimizden kaynaklanan ilkeli ve ahlakî bir yapıdır. Ve dinden bağımsız bir ahlak ve doktrin kuru bir kelime olmaktan öteye geçemez. Yaşam felsefemiz olan İslam insana baştan sona erdemli ve ahlakî bir duruşu emreder ve bunu başaran müsebbiplerini diğer insanlardan üstün tutar. Kur’an bu konuda bize baştan sona maruf olanı ve davranış ahlakını öğretir. Zaten bu yüzden eğer İslam bir okulsa Kur’an yani tevhit ilkesi bu okulun ana müfredatı diyoruz. Ki bu okulun ilk ve mutlak kurucusu Allah, uygulayıcısı ise rasullerdir.
Fakat gelinen süreçte yeryüzünün herhangi bir köşesinde güzel örnekler olsa da genel manada ne bireyler ne de toplumlar ahlaka/dine fıtrî bir yaşam biçimi olarak hak ettiği değeri/kıymeti veremediler/veremedik. Peki, bunun sebebi nedir? Aslında sebebin bileşenleri oldukça fazla. En başta ahlak dediğimiz kelime/kavram Kur’an’ın kendi ürettiği İslamî/dinî bir kavramdır. Ve patenti doğrudan Allah’a aittir. Uygulamasını ilk olarak bizzat Rasül ve nebilerin pratiğe aktardığı hayati bir kavramdır.
Hayatın koşuşturmaları içerisinde ahlaktan/dinden bağımsız hiçbir eylem yoktur. Lübnanlı ünlü düşünür Halil Cibran, “Ermiş” adlı kitabında toplumun her kesiminden insanı konuşturur. Ve din bahsine gelince: Sonra yaşlı bir din adamı söz aldı ve bize dinden söz et, dedi. Ve El Mustafa yanıtladı: “Bugün ben dinden başka bir şeyden söz ettim mi ki.” diyerek dinin hayatın ta kendisi olduğunu çok güzel anlatır. Demek ki hayatın içerisinde dinin/ahlakın dışarısında kalmak beyhude bir çabadır ve hakikatin üstünü örtmektir. Çünkü ahlak hayatın her alanında kendisini iyi veya kötü yönde hissettirmiş, güzel ahlakın baskın olduğu dönemlerde huzur ve güven ortamı hüküm sürmüş. Ahlaksızlığın, kötü ahlakın baskın olduğu dönemlerde ise toplumsal yozlaşma, çöküş, karmaşa, bencillik, nemelazımcılık, talan ve ahlaki çürüme hüküm sürmüştür. Onun için yüce Allah elçiler göndererek insanlığı tekrar tekrar uyarmıştır.
Ahlak, kavram olarak Kur’an’da fazla kullanılmasa da Kur’an’ın tümü aslında ahlaktan bahseder. Bu manada anlam kaymasına uğrayan Kalem Suresi dördüncü ayeti kerimeye biraz yakından bakarsak; yüce Allah, Rasulüne: “Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” Derken yani büyük bir dava, ulvi bir görev, tüm insanlığın kılavuzu, yaratılışa ve fıtrata uygun bir din/ahlak, insanlığın son sığınağı, nebevi/İbrahimî bir gelenek, üzerindesin şeklinde anlaşılması gerekirken, tersine peygamberin ahlakı olarak kabul görmüş. Bu düşüncemize ışık tutacak bir ayeti kerime de Şuara Suresinde geçmektedir. Orada kavminin Hud’a (as) verdiği cevap: Bu öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. (Şuara:137) şeklindedir. Demek ki dinin ve ahlakın yaşanmış bir geleneği var. Yine bazı meallerde ve tefsirlerde hatta çoğunda Kalem Suresi 4. ayet hakkında müfessirler peygamberimizin ahlakını veya ahlaklılığını kastettiğini söylüyorlar ama hâlk (Yaratılış) ve hûlûk (ahlak) kelimelerinin kök (h-l-k) anlamını göz önüne alır. Surenin de siyak sibakına bakacak olursak ahlak kavramını İslam’la özdeşleştirmek daha doğru olur kanaatindeyiz.
Yine yukarıda vurguladığımız gibi Kalem Suresindeki bütünlüğü de göz önüne alırsak doğrudan Mekke’nin ileri gelen mele ve müşriklerine de bir cevap niteliğindedir ayeti kerime. Onların cinlenmiş, şair veya mecnun gibi mesnetsiz iddialarına karşı kulu ve Rasulü olan Hz. Muhammed’i (sav) yüceltmekle beraber onun seçilmişliğini ve yüce bir davanın, yüce bir ahlaki prensibin/disiplinin temsilcisi olduğu vurgulanmıştır ayette. Bu düşüncemiz çoğunluk tarafından kabul görmeyebilir, ancak bizim bu şekilde düşünmemiz Rasulün ahlakının Kur’an ahlakı olmadığını gösterir mi? Hayır, tam tersi bizim iddiamız da o zaten. Yüce bir ahlakın temsilcisi, öğreticisi olduğu için kendi ahlakını da o (vahiyden) kaynaktan beslenerek inşa ediyor, olgunlaştırıyor ve uygulamalı olarak ümmetine tebliğ ediyor Allah Rasulü. Yani peygamberimiz izzeti ve şerefi o yüce olan ahlaktan/Kur’an’dan ve muhatap olduğu vahiyden alıyor. Ve inandığı bir dinin/ahlakın tezahürü, açılımı olarak yansıyor hayata.
Aişe validemizden gelen bir rivayet de bunu doğrular aslında. Kısaca söylersek, Peygamberimizin ahlakını soran sahabeye; “Allah hayrınızı versin siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’dı.” diyerek. Hz. Nebinin (sav) ahlakının ne üzerine olduğunu tanımlamıştır. Bir diğer hadiste de “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” şeklinde geçmektedir. Dikkat edersek bu hadis de tezimizle çelişmek yerine tam bir uyum içerisindedir. Demek ki İbrahimî geleneğin son temsilcisi ve Hatem-ül Enbiya olan Muhammed (sav) dine/ahlaka son şeklini vermek ve ahlakı/dini tamamlamak için insanlığa gönderilmiştir. Bu anlamda vahyin ete kemiğe bürünmüş hali ve ahlakın en üst uygulayıcısı ve öncüsüydü. Yine Kur’an’a baktığımızda Maide suresi üçüncü ayeti kerime bize şunu söylüyor: “…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim…” Son halini alan ve kemale eren din/İslam ahlak/amel/davranış/hukuk sistemi olduğu için Hz. Nebi de (sav) bu son görevi tamamlamak için ahlakın başöğretmeni olarak seçilmiş ve insanlığa gönderilmiştir.
Buraya kadar Kur’an’dan ve Kur’an’la uyumlu rivayetlerden mealen de olsa ahlak hakkında küçük bir giriş yaptık ve ahlakın kökenini az da olsa anlamaya çalıştık. İşin doğrusu asıl derdimiz ve varmak istediğimiz yer bugün ahlak dediğimiz değerin/kıymetin/cevherin insan olarak, aile olarak neresindeyiz? Veya daha kışkırtıcı bazı sorular soracak olursak bugün ahlak/din yaşam biçimi olarak modern ailenin gündeminde var mı? Ve ahlak dediğimiz değere modern/özgür bireyler ihtiyaç duyuyor mu? Veya ahlak/din dediğimiz olgu hangi işimizde bizi durdurabiliyor veya harekete geçirebiliyor? Cevaplanması hem kolay hem de zor olan bu soruların bizim yaşam gerçeğimiz olduğunu unutmayalım. Birkaç örnek verecek olursak; en başta kulluk ahlakı. Ki tüm ibadetlerimiz, davranışlarımız ve hayatımızın her karesini içerisine alan bir bütündür kulluk. (Zariyat:56) Çünkü biz insanların yaratılış gayesi, ibadeti ve yakarışıyla kulluk üzerine bina edilmiş, donatılmış yaratıcı tarafından. (Maide:162).
Ne kulluk ahlakı, ne ümmet ahlakı ve ne de toplumsal hayatta insana ve tabiata karşı yürüttüğümüz davranış ahlakı tam olarak yerine oturuyor! Tabiri caizse her alandaki eylemimiz/amelimiz arızalı. Hal böyle olunca her türlü müsrifliği, bencilliği, nemelazımcılığı, adaletsizliği, adam kayırmacılığı ve özgürlüğü kendisine ilke ve yaşam biçimi edinen modern tipler olarak rasulün güzel örnekliği hayatımızın hiçbir alanında varlığını sürdüremiyor. Çünkü hayatımızı belirleyen eğitim müfredatı Allah ve rasulünden kalan o kutlu miras değil, Batı emperyalizminin bize dayattığı materyalist felsefenin özgürlükçü ve liberal müfredatıdır.
İşte bu yüzden bu tıkanmışlığı aşacak, Müslümanları besleyecek ve onları esenlik yurduna taşıyacak bir disipline, bir ahlak öğretisine ve bu öğretiyi çocuklarımıza ulaştıracak bir okula/mektebe ihtiyacımız var. Bu da ancak bebeklikten olgunluğa bir eğitim sistemiyle olur. Kendi mektebimizi/okulumuzu oluşturmadan mevcut sömürgeci, ırkçı, emperyalist, Batıcı eğitim sistemiyle hiçbir yere varamayız. Çünkü okutulan müfredat bize ait değil. Bize ait olmayan kafire ve küfre ait olan bir eğitim öğretimden hangi ahlaki değerleri kuşanarak mezun olur çocuklarımız? Önce bu mektebe/okula kafa yormalıyız, neler yapılabileceği konusunda kaygı çekmeliyiz ve akabinde çözüme odaklanmalıyız. Elbette ahlak eğitiminin birinci ayağını oluşturan mektep aile ama ikici aşamada tıkanmış durumdayız.
Öyle bir çıkış yolu bulunmalı ki özellikle de çocuklar ve gençler bu ahlak eğitimini/ilmini mutlaka almalı. Öğretilen her ne ise İslam ahlakı ana merkez olmalı ve her kelimenin yolu mutlaka dairenin içindeki merkeze uğramalı. Vahyin, Kur’an’ın kapısını çalmayan, Allah’ın bak dediği yerden bakmayan, Allah’tan koparılmış bir düşünce, ilim ve eylem kesinlikle baş tacı edilmemeli bu eğitim sisteminde. Bütün düşünce ekollerinin yolu tabiri caizse ilmin gerçek sahibi Allah’ın kapısını çalmalı. Bu manada geriye dönüp baktığımızda ilk insandan bu tarafa dünya insanlık için bir okul, vahiy bu okulun ana müfredatı, elçiler de bu okulun ilk öğreticisi ve müderrisleridir. Fakat bugün modern insana bu gömlek uymuyor ve hatta gülünç geliyor.
Malumunuz bugünkü seküler okullar yapısı gereği kastettiğimiz ahlaklı nesilden ziyade ateist, deist, hazcı, hızcı, itaatkâr ve teknoloji kurbanı gençlik yetiştirmekle meşgul. Yani at sahibine göre kişniyor. Takdir edersiniz ki dinin/ahlakın ve onun geleneğinin hüküm sürmediği, söz söyleyemediği bir yerde fıtrata uygun bir ahlaktan ve onun eğitiminden bahsedilemez. Bahsedilen şey sadece ikiyüzlü bir eda ile dinin/ahlakın içini boşaltmaktan ibaret. Yani bizim iddiamız bütün ilimler ilahi iradeyi hesaba katarak öğretilmeli/öğrenilmeli diyoruz. Tıpkı Rasüllerin yaptıkları gibi. Aksi halde bugün düştüğümüz kapandan kurtulamayız.
Eğer bugün batı medeniyetinden ve onun gücünden bahsediyorsak bunun sebebi inkarcı materyalist felsefenin tüm yeryüzünde okullaşmasından başkası değildir. Batılı düşünce, özellikle de aydınlanmayla beraber materyalist bir felsefe/ideoloji okulunu kurmuş ve bu okulun müfredatını tüm dünyaya zoraki de olsa (çoğu ülke gönüllü olarak ithal etti) bir ideoloji/din ve etik olarak okutturmuş/yutturmuş. Bütün dünya Batı dilini, batı düşüncesini diline pelesenk etmiş durumda. Batı dilini, bilimini, düşüncesini, kültürünü bilmeden hayatımızı idame ettirmemiz neredeyse imkânsız hale getirilmiş durumda. Tüm dünya bu inkârcı, emperyalist müfredattan ve kibir ekibi tarafından kıskaca alınmış ve tabiri caizse ilahi ahlaktan koparılmış vaziyette. Bugün İslam coğrafyası şu veya bu şekilde bu emperyalist hegemonyanın ideolojilerin/demokratların/liberallerin/kapitalistlerin ahlakıyla şu veya bu şekilde ahlaklanmış durumda. Çektiğimiz acılar, dökülen kan ve akıtılan gözyaşları hep bunun sonucu. Ve bugün Gazze’de yaşanan katliam ve soykırım tamamen bu kibir ekolünün kültürel sömürüsü ve asimile politikaları yüzündendir. Biz gerçekten asimile olduk kendi öz kimliğimize/benliğimize yabancılaştık. Batı hayranı ve gavur kayırıcılar olarak hiziplere ayrıldık. İnanın bu gidişata dur diyecek sadece yiğit Müslümanlardır. Tıpkı Kassam tugaylarının yiğit mücahitleri gibi.
Birileri toptancı bir yaklaşımla yaklaştığımızı sanarak bize burun kıvırabilir ama gerçek bu. Bu batılılaşma hastalığı ve batılı okuma biçimi, İslam ümmetini tüketim kölesi yapmakla kalmadı; okutulan bu müfredat, bize neleri düşünmemiz ve neleri okumamız gerektiğini de belirleyerek düşünce ve fikir kölesi yaptı. Batı düşüncesini ve dilini iyi bilen, batılıların istediği tarzda okuyan içimizdeki hayranlar tarafından batı hep alkışlandı ve yüceltildi. Oysa biz dünya insanlığına örnek olmak için ahlakî/dinî bir görevle insanlığın hayrına çıkarılmış bir ümmet idik. Ve yüceltmemiz gereken tek hakikat Allah’ın dini olan İslam ve onun ahlak öğretisi olmalıydı.
Ne kadar bilgi sahibi olursak olalım, hangi felsefeyi, hangi ideolojiyi okursak okuyalım, bizim tek derdimiz, Kur’an/İslam/ahlak/insan ilişkisini yeniden kurmak olmalı. Ve buna ciddi anlamda kafa yormalıyız, çünkü bu bizim aynı zamanda fıtratımızdır yaratılış gayemizdir. Nasıl ki nefisler Allah’ı anmakla yatışır huzura kavuşursa, toplum olarak da ahlakı/dini kuşanmakla huzura kavuşuruz sükûna ereriz. Kur’an tedrisatını ahlak/iman/amel üçlüsüyle ete kemiğe büründürüp eyleme dönüştürmeliyiz. Özellikle İslam ümmeti buna kafa yormalı ve buna göre eğitim almalı. Aksi halde bâtıl ideolojileri ve kafir zihniyetleri sevicilikten kurtulamayız. Onun için diyoruz ki “ahlak/din ilmi başat rol oynamalı” ve tüm ilimlerin yolculuğu tabiri caizse Allah’a uğramalı. Sanıyorsanız ki Allah’tan bağımsız bir matematik ve felsefe olur. Bu asla mümkün değildir, çünkü insana bilmediğini ve eşyanın hakikatini öğreten Allah’tır. Öyleyse insanlığın ilk muallimleri olan nebilere ve son muallim olan Allah rasulünün sünnetine/öğretisine kulak verelim ve yönümüzü Allah’a dönüp yalnızca ona tazimde bulunalım.
Son olarak tavsiyemiz, günümüz şartlarını da hesaba katarak en uygun mücadelenin aile okulunda verilmesi gerektiğini vurgulamamız gerekir. Tabi ki tavsiyemiz aile olarak böyle bir derdi olanlar için geçerlidir. Öyle ki bu aile ahlak okuluna talip olmak günümüz şartlarında zorlu ve meşakkatli bir süreci başlatmak anlamına geliyor. Ama düşünün ki dünyanın en yetkin, en şerefli yazılı metnine/müfredatına/kitaba biz sahibiz, madem ki rabbimiz de insanlığın hayrına çıkarılmış bir ümmet olarak biz Müslümanları işaret ediyor. O halde tüm aile okullarında ilimler, ideolojiler, teknik ve teknolojiler hak olan İslam ahlakıyla yüzleşmeli. Ne madde Allah’tan bağımsız ne de mana. Onun için tüm beşeri ideolojileri yakından bilmek, tanımak zorundayız. Onları yeteri kadar tanımazsak İslam’ı da anlayamaz ve hak ettiği yere koyamayız. Çünkü küfür anlaşılmadan hak ve hakikat anlaşılmaz ve hak ettiği kıymeti görmez. Güzel ahlakın doğru anlaşılması kötü ahlakı doğru anlamaktan geçer. Bugün yeryüzünde münker fazla göze batıyor sesi de gür çıkıyorsa marufun bir köşeye sinmişliği batılın da aşırı cüretkârlığından kaynaklanıyor. Oysa güneş balçıkla sıvanmaz.
Yani takdir edersiniz ki ahlaksızlığı yeryüzünden tamamen silmek gibi bir iddiamız yok elbette, böyle bir iddia da bulunmak abesle iştigal etmekle kalmaz, sünnetullaha da ters düşer. Çünkü hakkın evrenselliği gibi batıl da evrenseldir ki şeytan bunun iznini Rabbinden almıştı hatırlarsak. (Araf:14-15). Fakat materyalist eğitim sistemine/okuluna karşı bir alternatifimiz, bir çabamız ve bir duruşumuz olmalı ki bâtılın değil hakkın sesi gür çıksın. İbrahimî geleneğe/öğretiye sahip çıkıp kafa yormalıyız. Kendi meşrep ve mizacımıza yakışan tevhidi, ahlaki denemeler yapmalıyız. (İsra:84). Ki zaten üstün olan HAK yeryüzünde galebe çalsın. Gayretimiz sonucu olarak umulur ki rabbimiz de rahman sıfatı gereği rahmetini üzerimize yaysın.
Bu konuda Yakub’un (as) oğullarına: “Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez. (Yusuf:87). Dediğini sürekli hatırlamalıyız. İnsanlık olarak ahlaki/dini değerlerden bir kopuş yaşandığı malum ancak bu yaşanan süreç bizi asla ümitsizliğe sevk etmemeli. Saçlarımız ağarsa, gözlerimize boz inse de Yakup (as) gibi Allah’tan ümit kesmeden yitiğimizi aramaya devam etmeliyiz. Önemli olan birtakım insanlar gibi Allah’a sadece bir yönden kulluk etmemektir. (Hac:11). Gerek zorlukta gerekse kolaylıkta da sadece onu Rab olarak tanımak ve işimize sadece onu ortak etmek. Mutlak doğru Allah’a aittir.