A-de-le fiili sözcük olarak insaflı olmak, işte doğru olmak; iki şeyin arasını denkleştirmek, eşitlemek, doğrultmak gibi anlamlara gelmektedir. Aynı fiilin ‘udûl’ mastarı, yoldan sapmak, dönmek, meyletmek gibi adalete zıt bir anlama sahiptir.
el-Adaletu ve el-muâdele mastarları birbirinin yerine kullanılabilirler ve denklik (musâvât) anlamını içerirler. el-Adl, basiretle idrak edilebilen -ahkam gibi- konular hakkında kullanılır. Kelime, ayın harfinin esresiyle söylenirse (ıdl), ölçülür-tartılır eşya gibi, duyu organlarıyla kavranabilen varlıklar hakkında kullanılır. Adalet (el-adlu), denklik (denge) esasına göre bir şeyi bölüştürmek demektir. “Gökler ve yeryüzü adaletle ayakta durur” rivayeti, bu anlamı açıklayan güzel bir örnektir, şöyle ki. Eğer âlemin dört rüknünden biri, diğerine oranla, hikmetinin gerektirdiğinden daha fazla ya da daha az olsaydı, âlem böyle mükemmel ve muntazam olmazdı. (Rağıb el-İsfehanî). Buradan hareketle diyebiliriz ki, hikmet, herhangi bir şeyin varlığının ne kadar olmasını gerektiriyorsa, o kadar olması adalettir. Olması gerekenin üstünde ya da altında bulunması, adaleti bozan bir durumdur.
İnsanın düzgün/dengeli yaratılışı da ‘a-de-le’ fiiliyle anlatılır. (82/İnfitar, 7). İnsanın yaratıcı tarafından ‘adele’ kılınması, yaratılışının tesviyesi, organlarının tenasübü, bedeninde hiçbir ‘fazla’ ya da ‘eksik’ unsur taşımaması, beden-ruh uyumu, hasılı yeryüzünde ‘bir süre’ ikamet edip medeniyetler kuracak denli hayat sürmesi için gerekli olan her türlü yetenekle donatılmış olması demektir. Buradan hareketle diyebiliriz ki adalet, bir işin düzgün, eğri-büğrüsüz, olması gerektiği şekilde olmasıdır.
Adaleti (el-adl) genel olarak ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, aklın hüsün olmasını gerektirdiği, zamanın tagayyürü ile değişmeyen, hiçbir şeyde mensuh olması düşünülmeyen ve hiçbir şekilde haddi aşmak/zulüm olarak nitelendirilemeyecek olan mutlak adalettir. Bize iyilik edene bizim de iyilik etmemiz; bize eziyet etmekten kaçınana bizim de eziyet etmekten kaçınmamız buna örnektir. İkincisi, adalet olduğu ancak şeriatla bilinen; zamana, şartlara göre neshedilmiş olması mümkün olan adalettir. Kısas, cinayetlerin para cezası gibi hükümler bunun örneğidir. Bunun için Allah, “Size saldırana siz de misilleme olacak kadar saldırın!” (2/Bakara, 194) buyurmuştur. Demek ki saldırana saldırısı oranında saldırmak, onu durdurmak, zulme engel olmak, bir caninin cinayetini kendisine tattırmak gibi hikmetler sebebiyle adalettir. Ama onun saldırısının ötesine geçmek, haddi aşmak olur ve zulüm kapsamına girer. Yine Şarî’nin emri gereği, bir kötülüğe, ona denk bir kötülükle mukabelede bulunmak (cezalandırmak) (42/Şura, 40) adalettir. Bu ayetlerdeki mukabele-i bilmisil olarak ‘saldırı’ ve ‘kötülük’ kelimeleri ‘adalet’ anlamında kullanılmıştır.
Adalet aynı zamanda, karşılık vermede denklik, müsâvât demektir: hayra hayırla, şerre şer ile. Fakat hayra, mislinden fazlasıyla; şerre, mislinden daha azıyla mukabelede bulunmak ta mümkündür ve işte bunun adı da ‘ihsan’dır. “Allah adaleti ve ihsanı emreder” (16/Nahl, 90) ayetini bu şekilde anlamak mümkündür.
İlk bakışta, adaletle Allah’a şirk koşmak arasında hiçbir ilişki yok sanılabilir. Oysa durum böyle değildir. Şirk, bir insanın, bazı sıfatlarında Allah’a ortak edilmesi, yani O’na denk tutulması değil midir? İşte bu durum, “adele’l-kâfiru bi-rabbihi” sözüyle ifade edilir: kâfir, bir kişiyi Rabbine denk saydı. “Ellezîne keferû bi-Rabbihim ya’dilûn” (6/En’am, 1); “ve hum bi-Rabbihim ya’dilûn” (6/En’am, 150) gibi ayetler şirkten bahsetmektedir. “Bel hum qavmun ya’dilûn” (27/Neml, 60) sözü kavmin, bazı ilahları Allah’a denk tuttuğunu, yani şirk koştuğunu anlatmaktadır. Demek ki, kâfirlerin bir fiili olan, yaratılmış bir insanı Allah’a denk saymak, şirkin ta kendisidir. Bir insanın, denk tutulabileceği (kendi cinsinden) bir varlıkla denkleştirilmesi adalete uygunken, yaratıcısı, hiçbir dengi ve benzeri olmayan âlemlerin Rabbine denkleştirilmesi kâfirlik ve zulümdür.
Adl’in bir anlamı da fidyedir. Ahirette cehennem azabını hak etmişlerin hiç birinden fidye alınmayacak (ve-lâ yu’hazu minhâ adlun), onlara kimse şefaat edemeyecek, hiçbirine yardım da yapılmayacaktır. (2/Bakara, 48; 123). O cehennemlik kişi, “bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez!” (ve in ta’dil kulle adlin lâ yu’hazu minhâ) (6/En’am, 70). Bu ayetlerde ‘adl’, ödendiği takdirde günahkârı azaptan kurtaracak bir kurtuluş akçesi (fidye), günahın dengi/bedeli anlamında kullanılmıştır. Müşriklerin aklına gelen, günahlarının fiyatı demek olan kurtuluş akçesi, ‘adl’ olmaktadır ama Allah katında geçerliliği yoktur.
Arap dilinde çoğunlukla ‘adalet’ yerine ‘el-adl’ kelimesi kullanılmaktadır. el-Adl aynı zamanda Allah’ın isimlerinden biridir; Allah’ın mutlak âdil oluşunu ifade eder ve ‘âdil’den daha beliğdir. Adl, hak ile hükmetmek anlamına da gelmektedir. İnsanın sıfatı olarak kullanıldığında, kişinin, sözünden ve verdiği hükümden razı olunan; şahitliği makbul biri olduğunu anlatır.
İbni Manzur’a göre adaletin zıt anlamı, zulüm değil, cevr’dir. Bazı Kur’an ayetlerinden (10/Yunus, 47, 54; 21/Enbiya, 47) anlaşıldığına göre zulüm, ‘kıst’ın zıt anlamıdır.
Arap dilinde Türkçeye ‘adalet’ olarak tercüme edilebilen ikinci bir kelime de ‘kıst’dır. Adaletle kıst arasında küçük farklılıklar bulunmaktadır. Ka-se-ta fiili, hâkimin adaletli davranmasını ifade eder. ‘Kıst’ mastarı (gaf harfiyle) sözlükte adalet, miktar, terazi, hisse, nasip anlamlarına gelmektedir. el-Kıstu, adil bir şekilde elde edilen / verilen nasip demektir. İman eden ve salih ameller işleyen kullar, bunun karşılığını (ceza) eksiksiz, tam adil bir şekilde (bi’l-kıstı) alacaklardır. Başkasının nasibini gasp etmeye de ‘kıst’ denir ama bu, zulümdür (cevr). Başkasına, nasibini vermeye ise ‘el-iksat’ denir ve bu da, insaftır. İktisat kelimesi kıst’ın türevidir ve adil bir şekilde bölüşmek demektir. ‘Ka-se-ta’ fiilinin, farklı türevleriyle hem zulüm, hem de adalet anlamında kullanılması, Arap dilinin bir özelliğidir. Ka-se-ta fiilinin ismi faili (kâsitu), (adaletten, haktan, İslam’dan) ‘sapan’ anlamına gelir. (72/Cin, 14-15). Ayaklardaki eğriliğe ‘el-kastu’ denir.
Kıst’ın if’al vezninde türetilen mastarı, “gerçeğe en uygun olan” anlamına gelmektedir. Mesela evlatlıkları, evlat edinenin kendi çocuğuymuş gibi değil de, babasına nispet ederek çağırmak, hakikate en uygun olan (huve aksetu ındellah)dır. (33/Ahzap, 5). Benzer şekilde, borçlanmaları -miktarı ne olursa olsun- vadesine kadar yazmak da Allah katında en adil, yani hakka en uygun (aksetu ındellah) davranıştır. (2/Bakara, 282).
Görüldüğü üzere adalet kavramını anlamak için ‘adl’ ve ‘kıst’ sözcüklerini birlikte ve doğru tahlil etmek gerekmektedir.
Adalet kavramı, hayatın neredeyse her alanını alakadar eden, kapsamlı bir kullanım alanına sahiptir. Adaletten nasibini alması gerekmeyen bir tek alan bile yok dense yeridir. Sözden fiile, hisden tavıra, her alanda adalete ihtiyaç vardır.
Hükümde adalet, adil yargılamak, sözde adalet ise adil konuşmak, doğruyu söylemek ve adaletli şahitlik yapmaktır. İslam’ın, adaletli şahitliğe verdiği önem her türlü takdirin ötesindedir. Allah’ın emri kesindir: “Söz söylediğiniz zaman, akrabanız bile olsa adaletli olun!” (ve izâ qultüm fa’dilû ve lev kâne zâ-qurbâ). (6/En’am, 152). Allah adaleti, karşılıksız iyilik yapmayı (ihsan), akrabalara infakta bulunmayı emreder; fahşâdan, çirkin işler (münker)den ve azgınlıktan nehyeder. (16/Nahl, 90). Kendi akrabası aleyhine de olsa adaletli şahitlik yapabilen bir insan, emîn bir insandır. Akrabaların aleyhine olacak durumlarda sadece doğruyu söylemek, haktan asla inhiraf etmemek çok büyük bir cesaret ve sağlam bir kişilik gerektirir. Aynı uyarı bir başka ayette yine devam etmektedir. Evinden ötede (gurbette) kendisine ölüm işaretleri gelmiş bir kişinin, yapacağı vasiyet için iki şahit tutması, şahitlere namazdan sonra, “bu sözümüzü yakın akrabanın menfaati için bile olsa hiçbir bedel karşılığında satmayacağız” diye yemin ettirmesi istenmektedir. (5/Maide, 106).
Adalet konusuyla şahitliğin alakası oldukça sıkı-fıkıdır. İslam dini evlenme, boşanma, miras, vasiyet, borçlanmaların yazımı gibi alanlarda şahitlik müessesesine etkin işlerlik kazandırmıştır. İman edenler, kendi nefisleri, ana-babaları ve yakın akrabalarının aleyhine bile olsa, Allah için adaletle şahitlik yapan kavvam kimseler olmalıdırlar. (4/Nisa, 135). ‘Kavvamîne bi’l-kıst’ sözü, adaletin ikame edilmesi ve zulmün tamamen yok edilmesi için çalışan ‘adalet işçileri’ demektir. Ayet müminleri, ‘fakirlik korkusu’ yani ekonomik sebeplerle adaletten sapmamaları hususunda uyarmaktadır. Müminler yeter ki adil olsunlar, Allah, fakir olan akrabaları, onlardan daha çok gözetecek olandır. Allah’ın dokundurmadığı hayrı kim dokundurabilir? Yukarıdaki ayet, adalete uymamak uğrunda hevanıza tabi olmayın diye son bir uyarı daha yapmaktadır.
İslam’ın sırf bir dua dini olmayıp, hayatın tamamı demek olduğunu, borçlanmayla ilgili düzenlemelerden de anlamak mümkündür. Kur’an, borçlanmaların yazılması hususunda mutlak surette ısrarcıdır. Borç veren de, alan da yazmayı ihmal etmeyecekler; onların dışında üçüncü bir taraf olarak kâtip, borçlanmayı ‘adaletle’ yazacaktır. (2/Bakara, 282). Kâtibin “adaletli şekilde yazması”, onun adil, yazdıklarına güvenilir bir kimse olmasını, yazdığı şeyde dürüst olmasını, rakamlar üzerinde tahrifat yapmamasını, eksiksiz ve artısız şekilde tam olarak yazmasını tazammun eder. ‘Adaletle yazma’ emri, Kur’an’ın bu en uzun ayetinde iki kere tekrar edilmiştir. Şayet borçlu sefihlik, akıl zayıflığı ya da başka bir özür sebebiyle yazdıramayacak durumdaysa, adil şekilde yazdırmak velisine düşmektedir. Yazılması için borcun küçük veya büyük olması önemli değildir; vadesiyle birlikte yazmak, Allah katında en âdil (aksetu ındallah) ve şahitlik için daha sağlam (akvem) bir yoldur. (2/Bakara, 282). Burada kâtibin misyonunun bir nevi şahitlik olduğuna dikkat etmelidir.
‘Âdil şahitler’e, boşanma olaylarında da ihtiyaç duyulmaktadır. Bir Müslüman erkek, eşini boşuyorsa, iddeti bitince ya boşamaktan vazgeçip, eşini nikâhı altında tutacak, ya da maruf ölçüler içerisinde eşini boşayacak, işi sürüncemeye bırakarak eşini mağdur etmeyecektir. Boşama veya eşini geri alma kararı için de, müminler içinden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutması gerekmektedir. Eşini boşayan erkek, ister eşine tekrar rücu ederken, isterse boşamayı gerçekleştirirken söylediklerini daha sonra yanlış hatırlayabilir, unutabilir ya da inkâr edebilir. Adil şahitler işte bu karışıklığa meydan vermemek için tanıklık yapmalıdırlar. Bunu da ancak ‘adil’ kimseler yapabilirler. Şahitlerin adaleti, onların dürüst olmaları, çağrıldıkları zaman gelmeleri, sözlerini eğip-bükmemeleri, tanık oldukları olayın içine fazladan bir şey ilave etmemeleri veya eksiltmemeleridir.
Adalet, sadece evlilik müessesesi dağılırken gerekli değildir elbette. Bilakis, asıl yuva kurulurken ailenin temeli adalet üzere atılmalıdır. Adalet üzere kurulmayan evliliğin, adalet üzere devam etmesi müşkildir. Allah, Peygamber’e başvurarak kadınlar konusunda ‘fetva’ isteyen insanlara ‘fetva’yı bizzat kendisi vermekte ve şunları emretmektedir: Öncelikle, kitapta yazılı olan, kadınlara verilmesi gerekenleri vermek; nikâhlanmak istenen yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı adaletli (bil kıst) bir şekilde davranmak gerekir! (4/Nisa, 127). Şu halde, Allah katında kadınlara mehirlerini tam vermek, onlara insaflı, merhametli davranmak, onları sebepsiz yere incitmemek adaletin ta kendisidir. Biricik eşine adaleti sağlayamayan bir Müslüman kocanın, bütün bir dünyaya adalet vaat etmesi hak mıdır?
Evlilik konusundaki en yaygın tartışmalardan biri, çok eşlilikle ilgilidir. Kur’an, çok eşliliğe (dörde kadar) izin vermekle birlikte, kadınlar arasında adaleti sağlamanın adeta imkânsız derecede zor bir iş olduğunu da belirtmektedir. Bu durumda adalete en uygun olan, tek eşlilik olarak görünmektedir. “Eğer kadınlar arasında adaletli (kıst) olamamaktan korkarsanız, bir tane (eş) alın!” (4/Nisa, 3). Nisa suresinin 3. ayetinde nispeten temkinli bir dil kullanılmaktaysa da, 129. ayette, “ne kadar özenseniz de, kadınlar arasında adaleti sağlayamazsınız” denmektedir. (4/Nisa, 129). Bununla beraber, eşler arasında adaleti sağlamak imkânsız da değildir ve adalet üzerindeki bu titizlenme, çok eşle evlilik ruhsatını iptal etmemektedir. Kadınlar arasında adalet, maddi ve manevi her alanı ilgilendirmektedir.
Adalet, tarafgirlik yapmamaktır. Müslümanlar, bir topluluğa kin duysalar da, onlara adaletsiz davranma hakkına sahip değildirler. Bir topluluğa kin duymak, adaletsiz muamelenin sebebi değildir. Müminler, kâfir de olsa, buğuz ettikleri kişilere adil davranmakla mükelleftirler. Bu, her şeyden önce Allah’ın emridir. Allah, “Adil olun; bu, takvaya daha yakışan bir durumdur!” (i’dilû, hiye akrabu li’t-takvâ) (5/Maide, 8) buyurmaktadır. Düşmanına bile adil olmayı emreden Din, dünyanın en yüce hayat sistemidir!
Müminlerin ayakları belki de en çok, dinen karşıtları ve hatta düşmanları olan kâfirlere karşı tutum ve davranışlarda kaymaktadır. Belki çok zaman Allah’ın, velayet bağımız olmadığını açıkladığı kâfirlerin canı ve malının mübah olduğu gibi batıl görüşler ortaya atılabilmektedir. Oysa böyle bir keyfiliğe İslam asla izin vermemektedir. Allah, müminlere savaş açmayan ve onları yurtlarından çıkarmayan kâfirlere karşı müminlerin adaletle davranmasında bir beis görmemektedir. (60/Mümtehine, 9). Çünkü Allah adaleti (kıst’ı) emreder. (7/A’raf, 29) ve adaletle (kıst ile) hükmedenleri sever. (5/Maide, 42; 49/Hucurat, 9; 60/Mümtehine, 8). Peygamber (dolayısıyla müminler) kâfirler üzerinde hükmettiği zaman adaletle (kıst ile) hükmetmelidir(ler). (5/Maide, 42). Günümüz Türkiye’si benzeri ortamlarda, ‘darul harp fıkhı’ gibi terimlerin ardına sığınarak, ‘harbîlerin’ mallarını gaspetmek, elektrik, su, gaz, toplu taşıma araçları gibi imkânlardan kaçak yararlanmak, adalet kavramıyla hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, bilakis zalimce fiillerdir.
Allah katında adaletle hükmetmek çok önemlidir. Adaletle hüküm vermekle, zıddı arasındaki uçurumu Kur’an, iki temsilî insanla açıklamaktadır. Bunlardan biri dilsiz ve hiçbir şeyi doğru dürüst anlatamayacak kadar zavallı bir kimsedir; sahibi (mevlası) üzerinde sadece yüktür. İkincisi ise, kimsenin üzerine bir yük olmadığı gibi, bilakis adaletle hüküm veren, emir verebilen, inisiyatif sahibi bir kimsedir. (16/Nahl, 76). İşte bu ikinci kişi adaletle hüküm vermeyi, birincisi ise adaletsizliği temsil etmektedir. İnsanın hükmetmesi için akli dengesinin tam, zekâ düzeyinin iyi ve beşeri hassalarının yerinde olması icap eder. İnsanlar arasında, hükmedici hiçbir yeteneğe sahip olmayanların, doğal olarak adaletle hükmetmesi de muhaldir.
Allah müminlerden, emaneti ehline vermelerini ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adaletle hükmetmelerini ister. (4/Nisa, 58). Emanetleri ehline vermekle adaletle hükmetme keyfiyetinin birlikte zikredilmesinin indi ilahîde ciddi bir anlamı olmalıdır. Emanetleri ehline vermek başlı başına bir adalettir. Nasıl ki kurda kuzu teslim edilemezse, bir işi, ehil olmayan kişiye vermek de öyledir. ‘Emanet’i, yönetim olarak tefsir etmek de pekâlâ mümkündür. Bu durumda anlam şöyle olacaktır: yönetimi, ehli olan kimselere tevdi edin; yönetici ehiller de insanlar arasında adaletle hükmetsinler!
Kur’an, müminlerin önüne, nasıl adil hüküm vereceklerini test edecek bir imtihan alanı çıkarmaktadır. Bu, iki mü’min grubun [ya da kişinin] arasını ıslah etmektir. İslam nazarında mü’minler kardeştirler. Şayet iki mü’min grup birbiriyle savaşırsa, diğer müminlere düşen, bu grupların arasını düzeltmek (barıştırmak/ıslah etmek)tir. Şayet iki gruptan biri diğerine karşı saldırgan bir tutum takınıyorsa, o saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onunla savaşmak müminler üzerine bir vecibedir! Saldırgan taraf bu tutumundan vazgeçtiği an, aralarını adaletle ıslah etmek ve adil olmak, adil işler yapmak müminlerin görevidir. Allah böyle adil olanları (muksitûn) sever. (49/Hucurat, 9). Bu ayette de adl ve kıst kelimeleri peş peşe kullanılmıştır. (fe-eslihû beynehumâ bi’l-adli ve aksitû).
İslam, iki kavgalı Müslüman grubu barıştırmanın adaletle mümkün olduğuna işaret ettiği gibi, yasak olduğu halde, ihramlı iken av hayvanı öldüren bir mü’minin, öldürdüğü hayvana bedel bir kurban cezasını ödemesi için, bu hayvanın tayinini dahi iki adil hakemin kararına havale etmiştir. (5/Maide, 95). Demek ki adaletsiz bir toplum hayatı düşünülmemektedir.
Yetimin malına göz dikmemek, dürüst bir şekilde ölçmek ve tartmak adalettir. (6/En’am, 152). Şuayb Peygamber de kavmini, ölçü ve tartıyı adaletle (kıst ile) yapmaları hususunda uyarmıştır. (11/Hud, 85). Bu ayetlerde, ölçü ve tartı gibi somut işlerde dürüstlük istenirken ‘kıst’, şahitlikte dürüstlük istenirken ise ‘adl’ kelimesi kullanılmıştır. Alış-verişte, ölçü ve tartıda dürüst olmak, sanki genel anlamda yaratılıştaki denge ve mizanı bozmayıp, koruyup gözetmekle bilinçli bir şekilde iç içe girdirilerek emredilmiştir. (55/Rahman, 8-9). Allah, insanlar adaleti kaim kılsınlar diye, apaçık delillerle gönderdiği Rasullere Kitabı ve mizanı vermiş; kendisinde kuvvet ve insanlar için faydalar olan demiri de indirmiştir. (57/Hadid, 25). Tek bir ayette rasûl, kitap, mizan, kıst (adalet) ve demir terimlerinin bir arada zikredilmiş olması pek çok güzel çağrışımlar yapmaktadır. Sanki ayet, adaletin gerçekleşmesi için rasul ve vahiy kadar ‘demir’ de gereklidir buyurmaktadır. Demir burada gücün, medeniyetin simgesidir.
Allah’ın, iman eden ve salih ameller işleyen kullarına hak ettikleri karşılığı vermesi tam bir adalet timsalidir. O, yaratmayı ve tekrar diriltmeyi bunun için var etmiştir. (10/Yunus, 4). Allah ahiret gününde adalet terazileri (mevâzînu’l-kıst) kuracak ve o gün hiç kimseye hiçbir şekilde zulmedilmeyecektir. (21/Enbiya, 47). Herkesin, hak ettiği karşılığı eksiksiz bir şekilde alması adalettir. Müminlere, hak ettiklerinden fazlasını vermesi ise Allah’ın lütuf ve ihsanıdır. Haksız yere nice peygamberleri ve adaletle (kıst) emreden emir sahiplerini öldürenleri, hak ettikleri cehennemle cezalandırmak (3/Âl-i İmran, 21) da adaletin gereğidir.
Şu halde adalet, dengedir, dengeyi bozmamaktır, dengeyi korumaktır. Adalet, hak edeni ödüllendirmektir ama en az onun kadar da cürüm işleyeni cezalandırmaktır. Cürüm işleyeni mağdurun affetmesi ise adalete münafî değildir.
İslam’dan bağımsız, tevhide yaslanmayan bir adalet mümkün değildir. Bir şeyin adalet olabilmesi için mutlak surette İslamî olması, Allah’ı razı etme amacına matuf olması gerekir. Allah, yarattığı kullardan daima Hakk’la hidayete eren ve onunla âdil davranan bir topluluğun (ümmet) var olacağını, bir anlamda bir yasa olarak açıklamakta (7/A’raf, 181); Musa’nın kavminde böyle bir topluluğun varlığından bahsederken (7/A’raf, 159), Hak’sız adaletin mümkün olmadığına işaret buyurmaktadır. İslam’ın dışındaki ‘adalet’ iddiaları görecelidir, kendine göredir ve adalet olup olmadığı tartışmalıdır.
Yeryüzünde gerçek bir adaleti ancak ve ancak İslam tesis eder. İslam’ın haricinde mutlak adil bir sistem inşa etmek mümkün değildir. Bu cümleden olarak ‘adil düzen’ gibi söylemler, İslam’la olan bağlarını netleştirmedikleri müddetçe şaibelidir ve hangi adalet anlayışları her zaman sorgulanmaya açıktır.
Evlenmeden boşanmaya, mirastan vasiyete, tesettürden çocuk yetiştirmeye, hadlerden savaş ve barış hukukuna; ibadetlerden haram-helal sınırlarına varıncaya kadar İslam’ın her hükmü, her ilkesi tamamen adildir. Adaletten ilk inhiraf, tevhidden ödün vermek, şirkle uzlaşmaktır. Kur’an, Peygamber’e: “Hayır, rabbine yemin olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da, verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş sayılmazlar.” (4/nisa, 65) buyurmaktadır. Buradan hareketle diyebiliriz ki, bir insan, İslam’ın bütün hükümlerini, Allah’ın bütün buyruklarını mutlak surette adil bulmadıkça imandan bahsedilemez.
Beşeri ideolojilere dayalı devlet yönetimlerinde göreceli-kısmî adalet uygulamaları şüphesiz vardır. Fakat hiçbir siyasî iş, ait olduğu ana siyasî sistemden bağımsız ele alınamaz. Herhangi bir ülkede sağlık, eğitim, ekonomi gibi alanların belli kısımlarında şeklen ‘adil’ uygulamalar olabilir ama bu, o ülkeyi bir bütün halinde adil ülke yapmaz. Parçacı, göreceli, sınırlı adalet asla adalet değildir. En büyük adalet, Allah’a, elçilerine, vahye ve ahiret gününe imandır. Allah’a iman esasına dayanmayan herhangi bir devlet düzeninin adil olması zaten muhaldir. Öyle bir devlet düzeninin en büyük zulmü, kısmi ‘adil’ uygulamalarla bir şirk düzenini halka hak olarak benimsetmesidir. Müslümanların adalet dışı icraatlarını örnek vererek, İslam’ın adaletine de öyle çok fazla güvenilemeyeceği gibi propagandalar yapmak da tam bir zulüm örneğidir. Çünkü ‘müslümanın adaleti’ ile İslam’ın adaleti aynı şey değildir.
Referansı tamamen İslam olan bir dünya kurmaktan bahis açamayanlar, ‘adalet devleti’ ve ‘ortak iyinin ikamesi’ gibi ucube kavramlarla sadece zihin karmaşası yapmaktadırlar. Çünkü İslamsız bir adalet olmayacağı için, öyle bir devlet İslam’dan başka her bir devlet olabilir. Adalet aynı zamanda insan fıtratına uygun bir yaşam demektir. İnsan fıtratını ise en iyi Allah bilmektedir. Dolayısıyla Allah’ın emir ve nehiyleri ancak adalettir; beşerin emir ve yasakları ise adaletten ziyade zulme daha elverişlidir.
Günümüz dünyası adaletin değil, zulmün, haklının değil, güçlünün, tevhidin değil şirkin dünyasıdır. İslam nefislere ve siyasete (topluma/devlete) egemen olmadıkça bunların düzelmesi de imkânsızdır.
Adaletle eşitlik kavramını da birbirine karıştırmamak gerekir. Eşitlik çok zaman zulümdür. Aslında hayatta gerçek anlamda bir eşitliğin olup olmadığı da belli değildir. Bir baba, ilköğretim, lise ve üniversiteye giden çocuklarına, “çocuklarıma eşit davranmalıyım” ilkesiyle her gün aynı miktarda para verirse bu, her üç çocuğuna da zulümdür. Onlara, ihtiyaçlarının gerektirdiği kadar para vermek adalettir. Modern paradigma, kadın-erkek eşitliği adı altında en başta kadına zulüm yapmaktadır. Annelik vasfı olan kadınla erkeği ‘eşitlik’ yalanıyla aynı yasal çerçevede, aynı çalışma şartlarına tabi tutmak hem zulümdür, hem, ikiyüzlülüktür, hem de hayatta hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmeyecek olan bir yalandır.
Sözün özü, bizler adil bir toplum, adil bir hayat istiyorsak, öncelikle bunu kendi nefsimizde, ailemizde ve yakın akrabalarımızla ilgili hususlarda gerçekleştirmeliyiz. Bizler Allahtan başka ilah olmadığına kesin bir şekilde iman ediyorsak, adaleti ikame eden ilim sahipleri olmak zorundayız. (3/Âl-i İmran, 18). Peygambere emredilen, ümmeti arasında adaleti gerçekleştirmekti. (42/Şura, 15). Şu anda bu görev, “ben Müslümanlardanım” diyenlerdedir…